Babamın bana anlattıklarına göre, zavallı Fahim Bey meğer henüz doğarken de, kendisine takılan isimle, bir yanlışlığın kurbanı olmuş. Zira Arapçada "Fahim" kelimesi kullanılmadığından, o zamanlar sık sık duyulan "Devleti fahime" tabiri gibi bu isim de yanlışmış ve onun gençlik zamanındaki lisan meraklıları, daha o vakitler bile müteassıp, bir taraftan, bisiklete binenlere "derraçe suvaran" denilmesini münasip bulurlarmış, bir taraftan da kendisine itiraz ederler: "İlahi Fahim Bey!" derlermiş, "bu ismi de ner-den buldun, a birader! Arabîde böyle kelime yoktur ki! Durup dururken sen bize isminle yanlış yaptırmış oluyorsun! Oldu mu ya?.."
Fahim Bey Bursa’da bulunduğu sırada bir gün kendisini Süleyman Nazif’le tanıştırmak istemişler, o: "Ben mazurum, ismi yanlış olan bir adamla doğru dürüst görüşemem!" diye reddetmiş!
Halbuki Fahim Bey gayet okuma meraklısı, allame değilse bile alim bir adammış! Tesadüfen herhangi bir bahis açılsa onda "yed-i tûla"sı olduğu görülürmüş!
Gazeteleri daima merakla ve zevkle okuyan babam da onun bir adetinden daha takdirle bahsederdi: Meğer Fahim Bey, her sabah gözlüklerini takarak gazetelerini okumağa başladığı zaman, memleket ve hatta dünya işlerinin haberleriyle, kendi şahsî işleri gibi alakadar olur, kendine sorulabilecek ve cevap vermeğe mecbur olabileceği, bir hesabı tutarcasına bir itinayla hergün bir Türkçe İstanbul, bir de Fransızca Paris gazetesini muhtelif renkli kalemlerle işaretlermiş ve itinayla saklarmış. Böylece odasında bütün geçmiş senelerin, aralarında telgraf yazılan dar kağıtlar gibi birtakım işaret kağıtlarının sarktığı gazete koleksiyonları yerden itibaren adam boyunca üstüste istif edilmiş olarak dururmuş. Gûya vaktin birinde kendisinin lehine düzeltilecek mühim birtakım
hesapların evrakı müsbitesiymişler gibi, üstlerindeki tozları almak için gezdirilen hafif tüylerden maada bunlara hiç kimse elini süremezmiş. Şunu da hatırlamalı ki, vakıa o zamanlarda herkesin gazetelere adeta îmanı vardı. Onların her dediğine itibar edilirdi. "Gazete yazıyor" demek, "Resmen ilan olunur" demek gibi mühim bir sözdü.
Yaşadığımız zamanlar, tam manasıyla, bulanık ve karışıktır. Geçmiş zamanlarda insanları saran tehlikeler, başka cinsten olmakla beraber, elbette daha az değildi. Ancak insanların rahatını koruyan bir hal vardı ki, o da malûmat almak zorluğuydu. Biz hergün gazeteler yüzünden hem doğruluğu, hem cinsi meşkûk birçok şeyler duyup öğreniyoruz. Herkes bildiğini sandığı ve düşündüğünü iddia ettiği şeyleri yazmak serbestisine sahiptir. Dünya şuursuzluğu ve kabalığı hergün duyulmak arzusunda ısrar ediyor. Dünya haberleri kanlı bir sel gibi durmadan akıyor. Hergün, sabah akşam birer saatimizi alan gazeteler, dikkat edilse, bir izdivaç veya doğum hadisesi gibi, o da yarın gene felaket havadisleri sütununa geçecek vak’alar hazırlaması tabiî olan, bir iki iyi habere mukabil hergün nice kaza ve bela haberleri verir.
Dünyanın bütün dertleri bu yerli ve yabancı gazetelerin dahilî ve haricî sütunlarında gündelik geçit resimleri yaparlarmış. "Beğen, beğendiğini al!" der gibi felaketlerin her nev’i: Tabiî, içtimai ve siyasî afetler; kazalar, ölümler muharebeler; karada, suda ve havada (zira, ilk balonlar uçmaya ve düşmeye başlamışlardı) geçen bütün felaketler ve bunların katmerlileri, insanı öldürmeden çıldırtmak ister gibi birbiri üstüne gelenleri, (zira böyle her felaketin hatıra getirebileceği daha müthiş ve daha beter bir bela vardır) ancak birkaç satırla hülasa edilmiş, sanki uslanmış ve sükûn bulmuş bir halde, bu gazetelerin dar sütunları içine sıralanmış ve Saffet Hanımın daracık zihnine girecek kadar ufalmış, onun ellerini uzatıp lezzetle ısıtarak sigarasını içtiği bu mangal başına kadar gelirlermiş. Oyle ki, Saffet Hanımın sigarasının incecik dumanları bütün bu uzak ve yakın yangınların küçülmüş ve havalanmış dumanlarını tanzir eder gibi olurmuş. Gazetesini mütevekkil bir ruhla süzen Saffet Hanımsa dünyayı dolduran bunca' belayı lüzumundan cidden fazla bulmuş da "Gazeteciler mübalağacıdırlar, sözlerine pek inan olmaz!" der gibi, sönen sigarasıyla bir yenisini yakmakta tereddüt ettiği sırada, bütün bu afet ve fela-
ketlerin tanıdığı komşu evlerinde hiçbir mevkileri olmadığını düşünür ve onların böyle rüzgarlarını savurarak kendi evinin içini yerinden oynatmalarına razı olamazmış. Böylece bunların hepsini kabul etmek istemez, bir sürüsünü menşe itibariyle pek uzak ve milliyet itibariyle pek yabancı bularak, ya büsbütün bertaraf etmek, yahut, bu umumî felaketten ancak kendine düşeceğini hesap ettiği küçücük bir payı kabul etmek istermiş ve tamamen alakalanmak ve müteessir olmak içinse vak’anın, hayalle karışık hayatlarını o kadar iyi bildiği İstanbul mahallelerinden birinde geçmiş olmasını; hadisenin ya hüviyetleri malûm olan küçüklere, yahut da Sait Paşa ve Kamil Paşa gibi saçları sakalları devlet değirmeninde ağarmış olan büyüklere ait olmasını, fezeyanın ya -Ali-beyköyü’ne varmak için nasıl olup da Sarıyer’in arkasından geçtiğine her zaman şaştığı- Kağıthane deresi, yahut Bursa ovasını sulayarak ihya edeceğini hergün duyduğu Nilüfer deresi gibi malûm bir dereninki olmasını; ölenin Üstad Ekrem, yahut Tevfik Fikret gibi şiirleri ve resimleri marı'.'ıf bir şair olmasını; kazanın da İdare-i Mahsusa, Şirket-i Hayriyye veyaHalici Dersaadet vapurları gibi vücutlarını tanıdığı ve filhakika birtakım kazalara gebe olduklarını görür gibi olduğu vapurların başına gelmiş olmasını beklermiş.
Bu da ekseriyetimizin gazeteleri ne kadar sudan okuduğumuza bir delildir ve onlarla hergün kaybettiğimiz zamanlara ne kadar yazık olduğunu ispat eder. Çünkü hakikati anlamanın ve duymanın muhtelif tarzları vardır. Aklımıza varmış bir haber ruhumuza ermiş sayılmaz. Rüyada bazı gördüğümüz nahoş şeylere inanırız. Fakat daha derinliğimizde hiç çalkalanmamış bir tabakamızda hiç- bozulmamış bir emniyet: "Üzülme. Bu sıkıntı daha fazla sürerse sen de uyanıverirsin!" diye bize rüya görmekte olduğumuza temin eder. Saffet Hanım da gazete havadislerini böyle ruhuna değdirmeden, bir rüya görür gibi duyarmış. Çünkü her haberin ya ruhumuza giden gizli yolları kendiliğinden bulması veyahut her habbenin bir kubbe olduğunu gösteren bir sanatkar tarafından, yirmidört saatlik günlere değil, -haydi asırları dahilere bırakalım- fakat hiç olmazsa bir küme senelere, bir çeyrek asra olsun, hitabetmesini bilen bir mütefekkir tarafından söylenilmesi lazım gelir.
Fahim Beyin, o zamanlar yarı memnu olduğu için, gizlice tedarik ettiği, o yatak çarşafı büyüklüğündeki, herkesin "Tan" diye andığı ve kendisininse "Le Temps" dediği kocaman gazeteyi hergün ve her gece okumakla sanki: "Daha yok mu?" der gibi doymayan, ve kendini dünya şehrinin hakikî bir şehirlisi bilen Fahim Beyinse bu cahilane bulduğu kayıtsızlık adeta hamiyetine dokunur; o, bu sözler karşısında itiraz eder, coşar, bütün vukuatı teşrih ve tefsir etmeye başlıyarak her vak’anın ehemmiyetini anlatır; işlerin yolunda gitmemesinin sebeplerini söyler; ve, en uzakta geçmiş şeylerin bile, yanan bina İster Paris’teki Bazar de la Charite, yahut Comedie Française olsun; ister yanardağ indifaı ve yer sarsıntısıyla harap olan ada Martinik ve ister bir buz kütlesine çarparak batan vapur Titanik olsun; taşan nehir ister Missis-sippi ve çekilen nazır ister Sinyor Crispi olsun; bir kamyon altında ezilen baş İster radyum kaşifi Mösyö Curie’nin kıymetli kafası, vaız ve nasihat eden zat ister Canterburry başpiskoposu olsun; bütün hadiselerin içlerinden nasıl birbirleriyle alakalı ve derinden nasıl birbirlerine bağlı olduklarını izah edermiş. Böylece bu küçük ev de bütün dünya haberlerine agah olarak adeta kainatın hayatına İştirak eder gibi olurmuş. Fahim Beyin tekmil bu cihan İşleri hakkındaki hülasalarını dinlemek, anlayanlar için, hakikî bir zevkmiş. Önceden koyduğu nice teşhislerin doğruluğu sonradan kaç defa sabit olmuş. Evvelinden haber verdiği vak’alar, nice defalar, sonradan tahakkuk ederek kendisinin adeta kehanetine şahadet etmişler. Eski zamanda olsaymış ona: "Keramet sahibi" denilebilecekmiş.
Esasen dünya afetlerinden böyle daima haber alarak yaşamanın felsefî olan büyük karı da bütün bu felaketlerle kendi başımıza gelen küçük sıkıntıları mukayese ederek halimizdeki nisbî selametle müteselli olmakmış. Fahim Beye göre insan, kendi talihinden memnun olmak için bu gazetelerde zikredilen vukuatı hergün okumalıymış. Öyle ki, bu karı-koca, mangallarının başında, sayısız faciaları böylece uzaktan tahlil ederlerken, kendilerini bunlardan masun bulmanın saadetine ererlermiş. Filhakika bütün bu haberler ve tefsirlerle dünyanın sallanan ve yanan maddiyat ve maneviyatı karşısında bu yoksul İstanbul evinin sükûnu, bir bakımdan, pek kıymetli gözükürmüş. Dışarıda rüzgarlar eser, fırtınalar hüküm sürerken, duvarları, camları ve kapıları sağlam
ve içindeki insan muhabbeti tamam bir odada ışıldayan ateş ve mışıldayan sükûn kalplere daha çoğalmış bir zevk verirmiş!
Fakat bir yaştan sonra, babalar sustu mu, oğullar onlara cevap vermek ihtiyacını duyarlar. Sadadan sonra aksisada başlar ve çok kere bu, sadanın aksinedir. Ben de o yaşta kainatın hikmetine kendimi büyüklerden ziyade yakın duyardım. Babamın bu cümlelerini işitince onları tashih etmeye koyulurdum. Onun bu müsait muhakemesine iştirak etmiyordum. Bence bu, kendini değil de başkalarını düşünmek, halis bir düşünceye benzemiyordu. Başkalarının felaketlerine tahammül kuvvetimiz, maşaallah, hari-kûladedir. Bu başkalarını düşünüş, neticede, bir hodgamhğa dönmüyor muydu? Belki, hatta hiç şüphesiz, dünya fırtınalarının rüzgarları ve saikaları bu tahtadan yapılmış küçük evi hiç sarsmıyor, yakmıyordu. Belki, hatta hiç şüphesiz, kışın dereleri dondurduğu haberleri geldikçe Saffet Hanım ellerini mangalının ateşinde daha zevkle ısıtıyordu. Kuraklık havadislerinden sonra Saffet Hanım, İstanbul’un iyi sularını daha tatlı buluyordu. Hatta, rivayetler, mûtad olduğu üzre, gittikçe fenalaşa ve Fahim Bey: "Felaket, Hanım, her zamankinden daha büyük felaket!" diye sa-yıklayadursun, bütün bu kıtlık hikayelerinden sonra ona da her zaman sevdiği peynirleri belki, hatta hiç şüphesiz, daha lezzetli geliyordu. Ben böyle başkalarının acılarını bilmekten çıkan hiçbir teselliyi kabul etmiyordum. Hatta, bence, bilakis başkalarının memnuniyetleriyle sevinmek biraz safdilane olacak ama, elbette bundan iyiydi. Başkalarına saadetin manzarasını gösterebilmek belki cemiyete yapılacak bir lütuf yerine geçebilir. Zira bu bir nevi ders sayılır, mesut olmanın mümkün olduğunu gösterir, ve başkasının bu saadetinden memnun olmak da, evet, belki biraz safdilane olacak ama, herhalde cemiyetin muhtelif felaketleriyle müteselli olmaktan evladır.
Ben emindim ki, Fahim Beyle Saffet Hanım -sevmediklerini, sinirlerine dokunduğunu sonradan duymuş olduğum- biri bir parça marsık ve öteki bir parça peynir kokusu duysalar buna bütün bu haberlerden daha çok müteessir olacaklar ve derhal derin bir ciddiyet ve samimiyetle daha ziyade şikayete başlıyacaklardı. Çünkü bunların ilki başkalarının hayatı hakkında ancak başlarına değen bir haber, diğeriyse bütün vücutlarını ruhlarına kadar müteessir eden bir hakikat, yaşadıkları hayatın bizzat kendisiydi
ve onlar burada âfakî bir hayat telâkkisinden yaşadıkları hayatın aslına geçmiş oluyorlardı.
İşte böylece, evvel zaman içinde, yani söz söylemeye imkânımız ve söz dinlemeye vaktimiz olan günler ve gecelerde, Fahim Beyin mektep ve gençlik arkadaşı olan babam, gerek beni onunla görüştürmüş olduğu ilk akşam, gerek sonraları daha nice kereler, başka rakı kadehleri içer ve başka enfiye tutamları çekerken, daha başka hikâyeler de anlatarak, yavaş yavaş, bana kendi kanaatinde yaşayan Fahim Beyin resmini çizmişti. Öyle ki, ilk önceleri ben de Fahim Beyi babamın onu süsleyen ve hususileştiren bu sözlerinin perdeleri ve sisleri arkasından görmeye alışmıştım.
Çamlıca’daki eniştem, Fahim Beyi, haremi Saffet Hanımı da halam tanıyorlar ve onlar bu ailenin hususiyetleri hakkında daha başka tafsilat veriyorlardı.
Halam, Saffet Hanımı çok saffetli bir kadın diye severdi. Arada bir evine giderek kendisiyle uzun uzun görüşürdü. Ancak bir ev olunca onda serzeniş ve niza da tabiî büsbütün eksik olmazmış. Fahim Bey hazan Saffet Hanımın sevgili mangalına: "Hanım! Yine kömür kokuyor!" diye itiraz edermiş. Saffet Hanım da Fahim Beyin bilhassa sevdiği bazı alafranga peynirlerin kokularından huylanır, onların bulunduğu dolaptan uzaklara kaçarmış. Bu gavur peyniri kokuları için halama: "Vallahi, hemşire! Bu kokuları alınca bana içim çürümüş, dünya ekşiyerek kokmuş gibi geliyor da tahammül edemiyorum!" dermiş. Mangalına kocasının böyle itiraz ettiğini duyunca Saffet Hanım ateşlenir: "Bey, bey! Bu evde asıl kokan senin peynirlerin! Vallahi, bu kokmuş şeyleri nasıl yiyorsun, şaşıyorum!" diye cevap verirmiş. O zaman Fahim Bey de: "Onları sen yemiyorsun ama, alem yiyor, Hanım! Sen asıl şu mangalındaki marsıklara bak! Vallahi bir gün zehirleneceksin, bizi de zehirleyeceksin!" dermiş ve gazetelerin eskidenbe-ri yazmış olduğu bütün mangal kömürü yüzünden zehirlenip ölme hadesilerini ta senelerdenberi geçmiş olanlarından başlıyarak birer birer sayarmış ve o zaman Saffet Hanım da içini çeker: "Acaba gazetelerindeki işaretler böyle şeyler için midir?" diye düşünmeye dalarmış.
Evet, Saffet Hanımın da, ne yapsın, kadınlık hali, bazı sinirli günleri olur, onun da, elden ne gelir, her zaman günü gününe uymazmış ve böyle vakitlerinde o büyük ve asılı saatlerin işlemesini uzak hülyalarının tath birtakım vaidlerle mırıldanışları gibi duyacağı yerde, beynine vurulan çekiç ve tokmak darbeleri gibi duyarmış. Saffet Hanım, bazı günler ekseriyetle o kadar hoşuna gi-
den bu evinden, yaşıyacağı zamanın en çoğunu içinde geçirdiği bu küçük evde hiç değişmeden geçen saatlerden, hiç değiştırile-meden gittikçe eskiyen eşyalardan, dünyanın hiçbir zaman dinmeyen, hep dinmeden bir sel gibi akan felaketlerinden, onları tes-bit eden ve kocasının odasında üstüste insan boyuna yığılan gazete kolleksiyonlarından, bu yoksul hayatı yaldızlayan ve hep yarına kalan biraz zengin olmak hülyasından, bu kokan alafranga peynirlerden, hülâsa hiçbir vakit gönlünün istediği bir zamana vasıl olmadan hangi mevsimde açılırsa açılsın, ve ha güneş, ha ay ziyasıyla aydınlansın, hep fani olan saatlerin birer birer ve tatsızca geçtiklerini haber veren saatlerden, evet, bazı günler, Saffet Hanım artık büyük bir yorgunluk ve bıkkınlık duyarmış. O zaman, başka günler ayar edip kurmaya o kadar İtina ettiği bütün saatlerini, o sofadaki kuyruklu saati, o duvarda asılı çalar saatleri, o aynanın önündeki münebbihli saati, ve hatta çok kere hırkasının üst mendil cebinde duran mineli, kıymetli, hususî saatini, güya onlara bir ceza vermek ve onlardan intikam almak ister gibi kurmaz, onları durmuş oldukları meyûs bir saniyede bırakırmış ve zamanlar göze görünmez bir süratle gene geçer, fakat nefesleri bu durmuş saatleri işletemezmiş.
Saffet Hanımın neşesinin yerinde olup olmadığı bu kah sallanarak safalı seslerle işleyen, kâh somurtarak sükûtla duran saatlerden belli olurmuş. Fakat Saffet Hanımın komşuları ve ahbapları olan bütün hanımlar, onun bu saatlere verdiği ehemmiyeti fazla ve gülünç bulurlarmış. Zira bir nevi ebediyet içinde yaşadıklarını duyanlara fâni günün geçici saatleriyle bu kadar meşgul olmak cidden abes görünebilir. Diğer taraftan birbiriyle daima İyi geçinen bu karı-koca, arada bir ancak bu meseleden dolayı hafif tertip bozuşurlar; birbirlerine, bir iki saat kadar, kırgın ve kızgın kalırlarmış. Her işini vaktinde görmeye ve her sabah işine vaktinde yetişmeye pek meraklı olan Fahim Bey, bir gün, mesela: "Hanım yine saatleri kurmamışsın!" diye şikâyet edermiş, "Bak, bir buçuk olmuş!" Saffet Hanımsa: "Hayır, daha saat bir!" diye iddia edermiş. Kavga bir müddet devam eder, ikisi de kendi saatlerinin doğruluğunda ısrar ederlermiş. Fakat ikisi de birbirlerine o kadar inanırlar, herbiri ötekinin sözünün doğru olacağında o kadar şüphe etmezlermiş ki, sonra ikisi de, birbirinden gizlice; saatlerini biri çeyrek geçeye ayar ederlermiş! İşte bu yüzdendir ki, ha
büsbütün dursunlar, ha işleyedursunlar, bu evdeki saatlerin doğruluğuna pek de inan olmazmış!
Evet, herkesçe "deli" diye anılan Çamlıca’daki enişteme tahammül etmek sabrını gösteren halam, bazan da: "Hiç Fahim Bey gibi delişmen bir adamla beraber yaşamak kolay olur mu?" derdi ve Saffet Hanımda gördüğü bazı garip huyları kocasının tesirine hamlederdi. Onun küçük, süslü, münebbihli bir orta saati varmış. "Lâkırdıya dalıyorum da geç kalıyorum," diye herkes gibi cebindeki sessiz saatiyle iktifa etmiyerek, misafirliğe gidince, onu kurar, beraber götürür ve bu saat çalınca lâkırdısını keser, kalkar, evine dönermiş. Bir gün görüşmeye halama gelmiş. Orta masasının üstüne bir eski gazete parçasına sarılı, ufak, tümsekçe bir paket bırakmış. Buna tabiî kimse ehemmiyet vermemiş. Fakat herkes tatlı tatlı konuşurken odanın içinde birdenbire bir "kızılca kıyamet" kopmasın mı? Zavallı halamın yüreği yerinden oynamış! Meğer bu, Saffet Hanımın kurulu getirdiği münebbihli saatiymiş! Onu duyunca Saffet Hanım birşey olmamış gibi kalkmış, "Vakit gelmiş, hemşire!" diye paketini eline almış, çıkıp gitmiş!
Halamın Saffet Hanım hakkında anlattığı şeyler bütün bir muhabbet cilasıyla parlardı. Fakat Fahim Beye hiç tahammül edemeyen Çamlıca’daki eniştem, bu ailenin hususiyetleri hakkında en ağır ithamlarda bulunmaktan çekinmezdi. Eniştem, Fahim Beyin bütün âdet ve tabiatlerini tezyif ediyordu. Kendisi deli gibi tanınmışken ona: "Delinin biri!" diyordu. Kendisi etrafına hep bir allâme tesiri yapmak isterken, onun için: "Malûmat paralamadan konuşamaz. Elfünûnu cünûn!" diyordu. Kendisi Arabistan’dan getirdiği şanjan renkli birtakım ipekler, canfesler ve kumaşlarla giyinirken, onun esvaplarını fazla alafranga bularak: "Züppeliği kıyafetinden belli!" diyordu. Kendisi türlü türlü birçok yemeklere pek ziyade düşkünken, onun sadece kokulu birtakım peynirleri sevmesini gizli ve günah bazı temayüllere, maksatlara atfediyordu. Kendisinin en hatır ve hayale gelmez hizmetçilerle birçok münasebetsiz münasebetleri duyulduğu ve bunlar ikide bir zavallı halamı çileden çıkardığı halde, onun her akşam Fransızca gazeteleri okumak bahanesiyle Beyoğlu’ndaki Gambri-nüs birahanesine gitmekteki maksadının orada hizmet eden bir kıza "kur yapmak" olduğunu söylüyordu.
Onun bu münafereti, bu iki adamdan birinin Şark kültüründen hiç ayrılmamış, ötekininse Garp kültürüne bağlanmış olmalarına atfedilebilirdi. Filhakika çocukluğumda ve ilk gençliğimde gördüğüm bütün evler, mahalleler, mesireler ve buralarda rastgel-diğim çocuk, kadın ve erkek bütün insanlar benim daima -bir salıncağın verdiği lezzetle- birinden ötekine gidip gelmeye alışık olduğum Şark ve Garp alemlerinden birinde kendiliklerinden birer yer alırlardı. Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme’ye gitmiş hacı eniştem ve Çamlıca’daki yeşil köşkü şarkın garpten en uzak olan bir köşesinde kalıyorlar; Fahim Beyse, şarklı bir çok adetlerine rağmen, bu iki dünyayı birbirinden daima ayıran hudutların ötesinde, garplı bir tesir yapacak bir mevkide kalıyordu. Bunun için ben de bu anlaşmamazlıklarını uzun müddet bu sebebe, bu terbiye farklarına hamletmiştim. Ekseriyetle hep şahsî hesaplarda gizlenen bu sebepleri nafile yere böyle yükseklerde ararız. Hayattaki bunca tecrübelerimiz çok kere en doğru teşhis olan en adi teşhisi koymamıza kafi gelmiyor ve işte bunun içindir ki hemen daima göstermiş olduğumuz saffete sonradan acımaya mahkûm oluruz. Nasıl ki, -bunu kendisi hiçbir zaman itiraf etmemiş olduğu halde* Çamlıca’daki eniştemin de Fahim Beye karşı münaferetinin mahrem sebebi ve hiç durmadan taşan kininin menbaı büsbütün şahsîydi: Evvelce defterdar, sonra mutasarrıf, nihayet vali olarak hemen her gittiği yerde bazan rüşvet almak, bazan ihtilas etmekle itham edilen eniştemin bu yüzden bir hayli servet biriktirmiş olduğu rivayet edilirdi. Halbuki bizim yabancıların hiç duymamalarını istediğimiz şeyleri onlar çok kere mübalağayla bilirler ve onların hakkımızda yanılmaları bizim istediğimiz noksandan değil, ancak bunun aksine bir fazladan ileri gelir. Eniştem kendisine atfedilen bu şeylerin mikyas ve miktarı yanlış, fakat esası doğru olduğunu, ve aleyhinde söyleyenlerin ancak hesaplardaki mübalağadan dolayı hataya düştüklerini herkesten iyi bilmesi lazım gelirdi. Fakat Fahim Beyin bir mecliste kendisinden güya muhtelis diye bahsetmemiş olmasını bir türlü hazmedemiyordu ve onun bu günahını artık ömrünün sonuna kadar affetmiyecekti.
Çamlıca’daki eniştem, Fahim Beyin bu hareketini babama karşı da bir ihanet diye telakki ederdi ve babamla eniştemin aralarında Fahim Bey yüzünden için için münakaşalar hiç eksik ol-
mazdı. Gayet bunaltıcı bir Temmuz günü, babam, ben ve dışı beyaz, içi yeşil ipek şemsiyesiyle eniştem, Köprünün üstünden, sanki kapısı açık bir fırının önünden geçiyor gibi, yana, terliye, geçiyorduk. Yeryüzüne güneşten ışık değil de ateş dökülmüş gibi, güya yalnız insanlar değil, hava ve herşey yanıyor, sanki yalnız insanlar değil, bacalar, dumanlar ve sesler bile terliyor, camilerin kurşunlarını bile eritiyor gibiydi. Uzaktan Fahim Bey görününce eniştem: "Neyse, Fahim Bey sökün etti. Memuldür ki adeti veçhile gelir, bir soğukluk yapar!" dedi ve bize, sözünün beğenilmesini bekleyen müşfik bir tebessümle baktı. Babamsa: "A birader! Soğukluk istiyorsanız neye başkasından beklersiniz? İnsan kendi işini kendi yapmalı!" diye ters bir cevap vermişti.
Çamlıca’daki eniştemin Fahim Beye karşı insafsızlığının derecesini sonraları kaç kere görmüştüm. Öyle ki, o, artık bu kinle bu zavallı evin herşeyine, hatta Saffet Hanımın elleriyle kurulan bütün saatlerine, işleseler de, işlemeseler de, toptan itiraz ediyor ve: "Esasen içinde namaz kılınmayan bir evin saatlerine itimad etmek caiz değildir!" diyordu. Zira herkes gizlice hiyanet ettiği bir ahlaka hürmetini başkalarına ithamla ispat etmek ister. Belki samimî, belki müraî bir taassupla eniştem, Fahim Beyin bütün hareketlerini kusurlu bulur ve tenkid ederdi, ama velveleli bir öfke içinde ona karşı sert bir yüzle serdettiği en büyük itham, onun bir münkir, bir kafir olmasıydı!
Bu, herşeyin ciddîye alındığı, biraz bilgi ve bir hayli malûmatlı geçinildiği ve biraz malûmatfüruşluğun da insana muhitinde bir alim şöhreti temin ettiği zamanlardı. Bir neslin nasıl konuştuğu tamamiyle tesbit olunabilse kıymet ve ehemmiyet verdiği sözlerin, sevdiği ve beğendiği üslûbun diğer nesillere ne kadar tatsız ve manasız görünmeye mahkûm olduğuna şaşılır. Fahim Beyin, malümatından memnun ve hakkından emin insanların tok sesiyle söylediği bazı cümlelerini hatırlıyorum. Babamın ona dair sözü kuru iddia değildi. Sonraları buna ben de şahit olmuştum. Fahim Bey, müsahabeleri esnasında ilmî üstünlüğünü yanındakilere her zaman isbat eder, ve malûmatı muasırların gözlerine çarpardı. Söyliyenin lüzumundan fazla bir kıymet verdiği sesinden belli olan bu basit sözlerin o zaman yaptığı tesiri görüyordum. Bu sözler ona adeta her şeyi bilen bir "hezarfen" şöhreti temin etmişti. Onu dinleyenler: "O her dereden su getirir ama sözleri sudan sayılmaz!" derlerdi.
Fahim Bey her şeyin müşkülatını gören ve her şeyin kıymetini sezen bir adam tesiri yapardı. Bir insan ömrüne nasip olan zamanın kısalığı, öğrenilecek ilmin güç ve yavaş istihsal olunur bir mahsul olması, kitap okumanın bizde layıkiyle takdir edilemiyen değeri, İnsanlardaki kitabî malûmatın hudut ve eb’adı hakkında derdi ki: "Bir insanın fikrî rüşdüne yirmi yaşında erdiği kabul edilse ve bu adam yirmi yaşından itibaren cehd ve sebat etse de her on beş günde bir kitap okuyup bitirse... Ki bunu hiç azımsa-mamalıdır, zira, malûm ya, herkesin işi, derdi yahut eğlencesi arasında kitap okumaya tahsis edebileceği zaman bittabi mahduttur. Kitapların hepsi de şiir, hikaye ve roman gibi eserler değildir, hoş, bunların iyileri bile, iyice anlaşılmak için öyle kolay kolay okunup geçilmez ya, neyse! Mesela büyük bir şairin divanı eş'arını iyice anlayarak okuyup hatmetmek için bir ömür lazım
gelebilir, o da başka! Lâkin asıl okunacak olan ilmi, felsefî, tarihî eserlerin çoğu büyük kıt’adadır, on beş günde bile bitirilemez. Ancak bu adam, azmini gevşetmese, yaz kış demese, hele hiç hasta olmasa, hiç seyahat etmese, tatil nedir bilmese, hulâsa hiç bir manii çıkmasa da nadir görülür bir sadakatle mütalâasına bu minval üzere devam edebilse, irili ufaklı, üstüste on beş günde bir kitap, ayda iki kitap, senede yirmi dört kitap hatmetse, böyle arka arkaya tam kırk sene okumakta devam edip kendisi de altmış yaşını ikmal ettikden sonra, bu kırkıncı mütalâa senesinin sonunda kaç kitap okumuş olur bilir misiniz? Bin tane bile değil, ancak 960 kitap! Hakikaten şaşılacak kadar çok okuyanlar dünyaya okumak ve yazmak için gelmiş olan halis meraklılar, ilim ve yazı adamlarıdır. Yoksa kütüphanelerine yalnız sahifelerini kestikleri kitapları dolduran gösteriş meraklılariyle binlerce kitap okumuş olduklarını söyleyen cahiller bertaraf, mutedil bir okuma tarziyle vasati bir ömür içinde okunulan kitapların adedi bine varmaz! .960 tanesi okursak yine bize ne mutlu! Bu da herkese nasip olur nimet değildir!" Esasen, çok kere, nice dostlarımızın zengin kütüphanelerindeki, sırayla dizilmiş yaldızlı ciltli kitaplarını görünce: "Sahi, bunların hepsini okudunuz mu?" diyeceğimiz gelir. Ve onlar: "Evet" deseler bile, bizim, yine: "Ne yazık! Zira ne kadar az istifade etmişsiniz!" diyeceğimiz gelir. Victor Hugo, yalnız Paris'teki "Millî Kütüphane’de bulunan ve yalnız tarihe dair olan eserleri, günde on dört saatini okumaya ayırabilen bir adamın okuyabilmesi için dahi sekiz yüz sene lâzım geleceğinin hesap edilmiş olduğunu yazıyor. Victor Hugo’nun bunu yazdığı zamandan bugüne kadarki farkı da hesab ederseniz, en aşağıdan, bin seneden fazla lâzım gelecek demektir."
Oyuncularımız, bezik, poker, briç gibi o zaman alafranga sayılan oyunların bazı kaidelerini Fahim Beyden sorarlar, aralarındaki ihtilâflar için onu hakem addederler; politikacılarımız onun "düveli muazzama" hükümdarlarının, başvekillerinin, hariciye nazırlarının ve Türkiye sefirlerinin isimlerini ezberden bilmesine gıpta ederler, teceddütperverlerimiz Avrupa’yı nasıl taklîd ile mütehassıslardan ne biçim İstifade olunması lâzım geldiği hakkında onun fikirlerine iştirak ederlerdi.
Musikişinaslarımız, onun keman çalışını beğenmezlerdi ama musikinin felsefesi hakkında izahatına meftun ve hayran olurlar
ve kendilerinin adeta tabiî olarak yaptıkları bir şeyin yani çalgı çalmanın onun sayesinde öğrendikleri harikulade ehemmiyetinden bir iftihar duyarak kendilerine bu hissi telkin etmiş olduğu için ona müteşekkir kalırlardı.
Lisancılarımız sözlerine alaka duyarlardı. O mesela: "Beni pek kızdıran bir yanlış varsa o da kuduz illeti mukabilinde "daül-kelp" demekti, gûya kuduz köpek hastalığı demekmiş, yahut yalnız köpekten geçer bir hastalık demekmiş gibi! Halbuki kediden geçen kuduz, mesela, daha tehlikelidir. Kelimenin aslı "daülkelep-tir!" derdi.
Iştikakçılarımız, kelimenin nasıl mana doğurduğuna bir misal olmak üzre söylediği fıkrayı dinlerlerdi: "İtalya’da NaP.oli şehrinin yanında Mori adlı güzel bir köy vardır" derdi, "Italyanlar Napoli’yi ziyaret edenlerin gidip bu köyü de görmelerini istiye-rek 'Napoli ile Mori’yi görmeli!’ derlermiş. İşte bu ismi Fransız kulakları bir r harfi ilavesiyle kendilerinin Mourir kelimesi gibi duyarak 'Voir Naples et mourir’ diye bir darbımesel icad etmişlerdir ki 'Napoli’yi görmeli ve ölmeli’ manasına gelen bu darbımeselin tabiî hiç bir manası olamaz. Zira bütün dünyada ölmeden görülmek için neden Napoli’yi intihab etmeli? Bizim İstanbul, mesela, bu şehirden elbette kat kat daha güzeldir. Halbuki 'İstanbul’u görmek ve ölmek!’ demek kimsenin hatırına gelmemiştir. Görülüyor ki burada mana kelimenin iltibasından doğuyor. Hatırda kalan ekser cümleler ifade ettikleri manayı kafiye, seci hatırı için, hazan da sadece ahenk için ifade ederler. Böyle sümmettedarik icad edilmiş, yanlış fakat ahenkli bir cümle insan hafızasında yer etti mi artık bir hakikatin ifadesi zannolunur. Napoli civarında Mori köyünün bulunması Napoli’nin şöhretine bütün güzelliğinden daha fazla yaramış ve bu yanlış cümle de Napoli’ye beynelmilel bir lisan olan fransızca sayesinde dünya güzeli bir şehir olmak şöhretini kazandırmıştır. Daha garibi zavallı köy bu hızmeti ifa ederken kendisi ortadan silinmiştir. Zira dikkat edin ki fransızca cümlede Mori tamamiyle ihmal ve inkar edilmiş oluyor!"
Edebiyatçılarımız, zaten onun, mesela, "Ölüm" yerine "hab-ı ebedî" gibi bir tabiriyle edebî zevkinin küşayişini ve kendileriyle müşareketini duymuşlarken bir de kendine mahsus edasiyle son bir tesir darbesi yaparak: "Hulasa, birader! Abdülhak Hamid’in
daha tabolunmamış bir eserinde söylemiş olduğu gibi: 'Bir büyük hiç! Hiç-i bîpayan!’ dedi mi kendi üzerlerindeki tesirini "dübala" etmiş olurdu.
Fahim Bey, yine, mesela, "Feylesof Rıza Tevfik'1 imzası hakkında "Sofos akıllı, hakîm demektir" derdi, "muhtelif mektepler ve mezhepler bu kelimeyi kendilerine göre tefsir etmişlerdi. Fakat bir adamın kendi kendine akıllı demesinden ala delilik nişanesi olur mu? İşte bu itibarla Pythagore(?) tevazu için, kendisine sofos dememiş, fakat "muhib" mânasına gelen "filos" kelimesinin ilavesiyle "muhibb-i hakîm" manasına olmak üzre filosofos demişti. Bizim filozof da bu iddiada bulunabilirse de bu mazeret merduttur. Zira artık o kelimede bu mana kalmamış ve "filosofos" kelimesi sadece "sofos" manasını vermekte bulunmuştur.
Milattan beri geçen 1900 sene zarfında daha bir milyar dakika geçmemiş olduğunu söylediği zaman bir taşla bir kaç kuş vurmuş olurdu. Tarihşinaslarımız, bu uzun zamanın bu kadar dakika ihtiva edemeyişine hayret ederler; hesapçılarımız, rakam, adet denilen şeyin ehemmiyet ve azametini ispat eden bu müşahedesinden dolayı onur takdir ederler; maliyecilerimiz de, para denilen ve bizde kıymetinin layıkiyle takdir edilemediğini söyledikleri şeyin ehemmiyetini telmih eden bu cümleyi tasvib ederler ve Fahim Bey sözünü: "Halbuki dünyanın yaşına nisbetle 1900 sene nedir? 1900 dakika bile değil!" diye bitirince filozoflarımız da onu "Ne doğru!" diye tahsin ederlerdi.
Yine tarihşinasların alakadar olacakları bir fıkra diye, Fahim Bey, tarihî bir vakıanın hayata nasıl girdiğine ve onun uzun müddet nüfuzu altında tuttuğuna bir misal olarak, mesela: "Avrupa’nın bütün payitahtlarında ve hatta başlıca şehirlerinde Bristol ismini taşıyan birer otel vardır" derdi, "şehrimizde de Tepebaşı bahçesi karşısında, böyle bir Bristol oteli bulunduğu malûmdur. Bu otel isimleriyle İngilteredeki Bristol şehri arasında bir münasebet bulunduğunu farzetmemeli. Fakat on sekizinci asrın sonunda o kadar debdebe ve darat ile yaşıyan bir Kont dö Bristol vardı ki Ingiltere’den Avrupa’ya geçerek seyahat eden harikulade yüksek bahşişler dağıtan bu Kontun ismi alayiş meraklısı, garip tabi-atli, müsrif bir Ingiliz asılzadesi remzi olarak kalmış ve oteller de gûya onun bile İntihabına layık bir mertebede bulunduklarını ilan etmek için isimlerini onunkine izafe etmeye başlamışlardır.
Bugün belki artık bu adetin sebebi unutulduğu halde, beşerî işlerde görülegeldiği üzere, yine ona tebaiyet edilmekde devam olunmuştur. Bugün otel Bristollerin çoklarına bu ismi sanki ne diye taşıdıkları sorulsa belki bir cevap veremezler. Halbuki ehli merak her şeyin ledünniyatını tahkik ile bir adete künhünü bilmeden tebaiyet edenlere de onun esbâbı mucibesini öğretmelidirler."
Yine tarihşinaslarımızın alakalanacakları bir bahis olarak, Fahim Bey, mesela: Rumeli’ne bizim sal ile geçmiş olduğumuzun bir masaldan ibaret olduğunu söylerdi. Evet, vakıa, Süleyman Dedenin yahut Mevlid sahibi Süleyman Çelebi’nin büyük babası Şeyh Mahmud Efendinin meşhuz manzumesi vardı: "Velayet gösterip halka suya seccade salmışsın, - Yakasın Rumeli’nin dest-i takva ile almışsın!" ''Ama, böyle kerameti ben de gösteririm!" derdi, "çünkü biz denize o tarihten kırk sene evvel varmıştık ve karşı yakaya geçmek için sala ihtiyacımız yoktu, zira kırk yıldan beridir ki kadırgalarımız, kalyonlarımız, kayıklarımız vardı! Bu ancak bir şiirdir!"
Bunları duyan ve yaşadıkları hayatın mana ve gayesi pek de anlaşılmayan bir şiir olduğunu bilmeyen ilim meraklılarının hepsi de onun ilmini kendilerininkinden üstün buluyorlardı. O böylece hususî edasiyle başını sallayarak, yalnız bir "filosofos" değil, hakikî bir "sofos" gibi konuştukça, ağırbaşlı, mütefennin ve mantıkî olmakla iyi bir tesir icra ettiğini her zaman görüyordum. Malûmatından memnun ve hakkında emin insanların tok sesiyle söylediği bu gibi cümlelerin ahengini de kulaklarımda hala duyuyorum.
Bu, meşrutiyetin ikinci ilaniyle bulamış bir "teşebbüsi şahsî" modasının devam ettiği, o vakte kadar devlet kapısına bağlanıp bir maaşla geçinmeyi dileyen bir çoklarının bu havaya uydukları ve artık refahlarını devlet kapılarının dışında aramaya heves ettikleri zamanlardı.
Halbuki Fahim Bey, daha ne kadar önce, ta meşrutiyetin ikinci ilanından evvel, bir nevi kahraman gibi meydana çıkarak, bu "teşebbüsi şahsî" alemine ilk girmek istiyenlerden biri olmuştu. Onun, hayatının ehemmiyetli bir hadisesini teşkil eden, bu ikinci defa Londra’ya gidişinin hatırası babamda canlı olarak kalmıştı. Fahim Bey, Londra’da sefaret katibi bulunduğu zamanlarda tanıştığı, maliye muhitinde nüfuz sahibi bir zatın kıymetli tavsiyesini teminle bir İngiliz malî müessesesine mühim bir iş teklifinde bulunmuş. Günün birinde de, gelip projesini anlatmak üzere davet edilmiş. Bu daveti alınca Fahim Bey talihinin değiştiğine kanaat getirerek gayet heyecanlı günler geçirmeğe başlamış. Programı şu olmuş: Bütün dostlarının himayeleriyle Londra’ya gidiş iznini koparmak, seyahat masraflarını tedarik etmek, İstanbul’dan seyahat masraflarını tedarik etmek, İstanbul’dan Ori-ent-Express’le Paris’e, tekrar şimendiferle ve sonra vapurla nihayet Londra’ya randevusundan bir gün evvel varmak. Bu yolda her şeyi düşünmüş, her şeyi hesabetmiş! Ancak, işte aksi gibi, hep hatır ve hayale gelmiyen birer kaçar saatlik teehhürlerle tam bir gün kaybolunmuş, Manş denizinin meşhur fırtınalarından birine de tutuldukdan sonra nihayet Londra’ya varınca, randevusuna, bir gün yerine ancak bir saat evvel muvasalat edebildiğini görmüş. Ve Fahim Bey yine de: "Oh, kurtuldum!" demek üzereyken, her işi bir aksi tesadüf olan bu günde hiç akla gelmiyen bir vaziyet hasıl olmuş: Her zaman hazır odası bulunan Hyde Park Oteli’nde o sabah tek bir boş oda bulunmamasına ne dersiniz?
Kendisine, ancak akşam bir oda verilebileceğini bildirmişler. Fahim Bey aklını kaçıracak gibi olmuş. Bir başka otel arasın ama derhal bulunmazsa? Ve hele, kaybedilecek zaman yüzünden ya tıraş olmağa ve temizlenmeğe vakit kalmazsa? İnsan, tır^ olmadan, Ingilizlerin karşısına çıkamaz. Bu Ingilizler, tıraş olmamış bir adamla görüşmektense onunla yapacakları işten vazgeçmeyi tercih ederler. Randevularına geç kalınmasını ise hiç affetmezler. Bu işlerin ehemmiyetini düşünerek Fahim Bey o kadar rica ve ısrar etmiş ki, bu bildik otelde kendisine bir banyo odası vermişler. O da, çabuk çabuk tıraş olmağa, çabucak gömleğini ve yakalığını değiştirmeğe muvaffak olmuş.
Fahim Bey telaşla giyinirken aklına bir takım düşünceler gelirmiş: Kendisi için hayatî olan bu işini, randevusunu kaçırmak ihtimali yüzünden tehlikeye koyduğu bu sırada bir nezafet ve medeniyet vazifesini yapmakta olduğunu bilmekle eğer randevusuna yetişememesi yüzünden işi reddolunursa kendisi yine de bir medeniyet vazifesini kahramancasına yapmış olacağından, takdir edilmelidir. Insan, hayatta, bazen medenî bir vazifeyi vakti olmadığı halde dahi yapmak zorunda kalabilir. O zaman, görülecek iş değil de, feda edilmiyecek medeniyet icabı yerine getirilmelidir. Ne olsa, insan, hayatında yine başka bir fırsat bulabilir. İşte Fahim Bey böyle düşünür ve işini tehlikeye düşürmek bahasına da olsa vazifesini yapmakla memnun olurmuş.
Nihayet Fahim Bey o gün randevusuna tam vaktinde yetişmiş. Onun çektiği müşkülattan hiç bir haberi olmayan müessese katibi, vaktinde gelmesini pek tabiî bulmuş. Kendisini büyük bir nezaketle kabul ederek, müessese erkanının toplantı halinde bulunduklarını, projesinin ise, daha evvelden görüşülmemesine karar verilmiş bulunduğundan, kendisinin de izahat vermesine lüzum kalmadığım söylemiş. Öyle ki, bütün bu hikayenin zaten lüzumsuz ve manasız gözüken, bir randevuya vaktinde yetişebilme halecanı içinde İstanbul’dan Londra’ya nihayet vaktinde varılıp gelir gelmez de bütün seyahatin nafile yapılmış olduğunun aynı zamanda anlaşılmasına ve hep aksi tesadüflerle başlıyarak bu en mühimmi olan sonuncu aksi tesadüfle bitmesine rağmen, asıl şaşılacak ciheti şu oluyordu ki, Fahim Bey böyle birçok halecan-lar geçirdiği halde işinin reddolunmasından büyük bir sukutu hayale uğrıyarak ümidini kaybetmiyor ve hep aynı yerde, hep vazi-
fesini yapmış, tecrübesini çoğaltmış, hep aynı vaziyette kendini takdir etmiş kalıyordu.
Babamın Fahim Beyden bahsettiği bu senelerden nice sonra ben de, altın madenleri keşfetmek İster gibi, temsil ettiği sermayeye yüksek karlı işler arıyan bir Fransız iş adamının yanında çalışıyordum ve şimdi, kimbilir, kaç sene geçtikten sonra Fahim Beyin de takibettiği -o zaman herkesin dilinde dolaşmaya başlı-yan- mühim bir iş varmış: Bursa ovasında pamuk zeriyatı işi!
Babam bana bir akşam, itina ettiği şeyleri söylemek için kullandığı, üslûbiyle, gözlerini aça aça, herhangi bir teşebbüsün sağlamlığının iki şarta bağlı olduğunu söylemişti: "Evvela iş sahibinin ciddiyetine, sonra da işin ciddiyetine!" ve işte bu itibarla bana başka tekliflere ehemmiyet vermemek lazım geldiğini, fakat münasebette bulunduğum sermayedara dünyanın en ciddî adamı olan Fahim Beyin bu mühim işini tavsiye etmeyi tenbih etti. Zira bu yalnız kar bakımından kıymetli değil, fakat memleketin hayrı namına da en evvel ileri sürülecek bir işti!
Fahim Beyi, sermayedar Baron de Lormais ile görüştürmek üzere davet ettik. O, sarı renkte kalın İngiliz kumaşlı bir esvap giymiş, berberden henüz çıkmış, memnun, Perapalas’ın gıcırdayan parkeleri üstünde seke seke yürüyen ümitli bir kuş haliyle geldi. Kırk yıllık bir dost, hele bu işte yıllanmış bir şerik gibi konuşuyordu. Tasavvur ettiği, yalnız müteşebbislerine büyük bir servet kazandıracak bir iş değil, aynı zamanda oranın fakir halkını ihya edecek, içtima! faydası mühim olan bir iyilikti.
Bu musahabemizden bir kaç gün evvel ben garip bir yat gezintisine davet edilmiştim. Bir çok hevesli davetlilerin doldurduğu bu motörlü ve gösterişli yat Tarabya’dan büyük bir neş’eyle açılmış ve doğruca karşı sahile geçerek, bütün maksadı bundan ibaretmiş gibi, büyük bir gürültüyle karaya oturmuştu. Ben, İster istemez, tuhaflığı daha üzerimden geçmemiş olan bu hadiseyi hatırlıyordum. Zira bu defa da aynen böyle sanki pupa yelken açılan müsahabemiz de çok geçmeden sanki bir kumluğa saplandı: Fahim Beyin elinde bir imtiyazı yoktu. Toprakların sahipleri ayrı ayrı kimseler ve çok yerde köylülerdi. Pamuk ekmek serbest bir teşebbüstü. Bütün o adamlar toplanmış, kendisini vekil tayin etmiş değillerdi. Onlara bu fikir nasıl kabul ettirilecek, hangi te-
minata mukabil sermaye dağıtılacak ve müşterek pamuk zeriyatı nasıl tanzim ve idare edilebilecekti. Kendisinin bu işte sermayedara ne getirdiği anlaşılamıyordu. Hulasa bir fikir vermiş oluyordu. Fakat daha kolay ve sağlam görünen işler pek çok değil miydi? O, bu tereddütler, bu sualler karşısında derdini anlatamıyan bîr insan gibi, ilk önce hayli üzüldü, çırpındı. Esmer yüzüne kan sıçradı. Fakat nazik bir adam olan bu Baron, mahza tadı bir tarzda ayrılmak için, ona yeni bir randevu tayin edeceğini söyleyince, tasavvurunu o zaman anlatabileceği kanaati yerine geldi. Ümidinden hiçbir şey zail olmamışa döndü ve ayrılırken, halinde muvaf-fakiyetsizlikten eser kalmadığı gibi, gariptir, onu belki bizim teselli etmemiz lazım gelirken sanki kendisi bize, "Gönül isterdi ki daha işgüzar ve malûmatlı olasınız da işimi derhal kabul edesiniz. Fakat zarar yok, hiç üzülmeyin, işimi gelecek defa anlar ve kabul edersiniz!" diye ümit vermek istiyen bir tavır almıştı. Sanki o bize teselli veriyor gibiydi. Bu mağlûp, bir muzaffere benziyordu.
Halbuki o gider gitmez Baron bana: "Bu kadar methettiğiniz bu Beyle yapılabilecek hiç bir şey yok! Kendisi nazik bir adam ama, bir İş adamı değil ki, hayalperestin biri!" dedi.
Aradan zaman, bir hayli zaman geçti.
Bir gün, o vakitki Müşterekülmenfaa Tütün Reji idaresinde umumî katip olan bir arkadaşımı görmeye gitmiştim. O, bu esnada Tercüme Kaleminden birini çağırtmıştı. Koltuğunda dosyasiy-le, mahçup, içeri giren ve amirinin masasının önünde duran Fahim Bey oldu ve sonra benim onun yanında oturduğumu görünce mahcubiyeti arttı. Arkadaşımın: "Ya? Tanışır mısınız?" demesi üzerine kendisi için gûya daha müsait bir fikir vermek arzusiyle: "Nasıl tanışmayız? Pederi benim aziz dostumdur!" diye başlıya-rak öyle muhabbetli ve kısmen de tesahüpkar olmak istiyen sözlerle devam etmeye koyuldu ki, bir aralık karşımızda hala ayakta duran bu adamın bize iltifat ettiği zahir oluyordu. içimden hem ona merbutiyet, hem bu halinden mahcubiyet duyuyor ve onu nasıl tatmin edebileceğimde, nasıl susturabileceğimde tereddüde, acze düşüyordum.
Fahim Bey dışarı çıkınca arkadaşım bana ondan bahsetti:
Meğer, "ışime bir sermayedar bulacağım!" diyerek senelerden beri mensup bulunduğu Harıciyeden ayrılmış. Sonra: "Muvakka-
ten, işim düzelinceye kadar" kaydiyle ve cüz’î bir maaşla bu idarede Tercüme Kalemine girmiş. Sayılır meziyetleri varmış: Muhakemesi yerinde, malûmatı geniş, halinde göze çarpan bir kibarlığı var. Nazik ve herkesin hayrını İstiyen bir adam. Arkadaşım onu, ciddiyeti, en küçük teferruata kadar inen dikkati için methediyor ve bilhassa tercümelerine itimad olunabileceğini söyliye-rek: "Cümleleri o kadar olduğu gibi tercüme eder ki, hatta kısa veya uzun, boylarını bile değiştirmez, hatta bir virgül kaçırmaz!" diyordu, "fakat kör değneğini bellemiş gibi hep tercüme eder, durur. Bütün hayatında mütercim kalacak! O Fahim Bey değil, mütercim Bey!" ve ilave ediyordu: "İnsanda biraz da yüksekten muhakeme etmek kudreti, bir parça da atisiyle iştigal eden hayal kuvveti olmalı!" İşte Fahim Beyde bu yokmuş! O, bu dairenin içinde, hiç bir yerde, velevki ay sonlarında veznenin önünde bile gözükmezmiş, ve hatta çokları onun burada bulunduğunu da bilmezlermiş. O iyi, ciddî, sebatlı bakışlariyle buraya kimseye gö-rünmeksizin herkesten evvel gelir, burada kimseye görünmeden çalışır ve yine hiç kimseye gözükmeksizin, herkesten sonra, bir gölge gibi, çıkar, gidermiş. Belli ki Fahim Bey kendisini içlerinde ömrünü çürüttüğü bu idarehanelerin tabiî fertlerinden biri addetmiyordu.
Bu sırada, arkadaşım, Fahim Beyle aralarında geçmiş bir konuşmasını da anlattı. Uzun zamanlardan beri paraca sıkıntıda bulunduğunu pek iyi bildiğinden, bir gün, ona: "Fahim Bey", demiş, "siz vaktiyle Hariciyede bulunmuş olduğunuza göre, keşki orada kalmış olsaydınız. Ne ise, şimdi hayli yaşlandınız. Harici-yeye avdet etseniz de, mesela bir konsolosluğa tayin edilseniz daha iyi olmaz mı? Size daha muvafık bir memuriyet olurdu sanırım!" Arkadaşım hiç beklemediği halde, Fahim Bey, konsol0slu-ğa layık görülmesinden bir hayli müteessir görünerek ve verdiği: "Ben kimseden memuriyet talebinde bulunmadım!" cevabiyle bu tekliften bir hayli de alınmış olduğunu göstermiş.
Arkadaşımla Fahim Beyden bahsettiğimizi duyan odacı da kendini tutamadı. Ondan halkın velilerden, nebilerden bahsedişi tarzında bahsetmeye ve ona dair bildiklerini söylemeye başladı:
Fahim Bey her gün evinden üstü paket kağıdiyle sarılı alafranga bir sefertası getirir, öğleyin herkesin çekilmesini bekler ve yemeklerin soğuk yenecekleriyle başlıyarak, ötekilerini de kalorife-
rin üstünde ısıtarak, masasının başında, kendi kendine yemeğini ve sonunda pek sevdiği bir parça peynirini yermiş. Sonra da, başkaları daha dönmeden evvel, bir çeyrek saat kadar uyuklarmış. Odacı: "O, evliya gibidir. Artık bütün gün akşama kadar bir fincan çay, kahve veya bir bardak su bile içmez!" diyordu.
Dahası, hademenin şimdi mektepte bulunan oğlunu, yakında kendi işini yoluna koyar koymaz teşkil edeceği şirkete almayı ve şimdilik çok küçük olan diğer çocuğunu da mektepte okutmayı vadettiğini de öğrendik. Zaten o esnada Fahim Beyin kendi küçük kardeşlerinin çocuklariyle de alakadar olduğunu ve onların da tahsillerine yardım ettiğini duyuyordum.
Aradan zaman, bir hayli zaman geçti.
Bir gün yolda Fahim Beye rastgeldim. O aralık Rejiden ayrılmış ve bir idarehane tutmuştu. İşine bir sermayedar bulmak için benimle tekrar görüşmek istediğini söyledi ve bir gün ona gittim. Galata’da içerlek bir yerde, ancak dört beş kat, kargir bir han. Fakat etrafını kaplıyan bir iki katlı bo^ mz binaların yanında sivrilerek yüksek gözüküyor. Mermer ve nispeten temiz merdivenlerden çıkarak odasına vardım. Ancak kapıcıdan sorup orada bulunduğunu öğrenmiş olduğum halde içerden hiç bir ses çıkmadı. Ben de geriye dönerken kapıcıya: "Neden burada diyorsun? Odada hiç kimse yok!" diye çıkışacak oldum. Meğer kapıcının kendisine pek az bahşiş veren, hiç bir gün misafiri gelmiyen, ve ne çay, ne kahve, ne su ısmarlamıyarak hanın bir odasının getireceği kârdan kendisini büsbütün mahrum bırakan bu kiracıya bir hayli kızgınlığı varmış. Bana: "Beyim, onu bir Allah kulunun gelip aradığı yok ki! Ona mektup bile gelmez! Zaten bir işi de yok; o da, odasında boyuna uyur! Kapısını iyice vurmalı, o zaman uyanır, açar!" diye başlıyarak bir hayli dırlandı. Bir daha yukarı çıkıp kapıyı daha hızlı vurdum. Hakikaten bu defa Fahim Bey uykulu gözlerle gelip kapısını açtı.
iptidaî tarzda döşeli odasında bir kanape, bir koltuk, bir iskemle, bir soba, bir yazı masası, üstünde kopye makinesiyle ve kopye defteriyle diğer bir masa ve bunun yanında büyükçe bir etajer vardı. Bu etajerin alt raflarında sıra ile bir düzine kadar ye-
ni kartonlar ve orta rafında birçok şirketlerin nizamnameleri, bilançoları, senelik raporları ve üst rafında da boy sırasiyle dizilmiş siyah kaplı, büyük ve küçük kıt’ada, kalın ve ince birçok yeni defterler bulunduğunu gördüm. Bütün bunlar geveze kapıcının sözlerini tekzib ile bu odada bir hayli muhabereler yapıldığını, bir hayli kayıtlar ve hesaplar tutulduğunu düşündürüyordu.
Fahim Beyle görüşülürken, dosyalarını itina ile tanzim etmiş olduğu ve bir tanesi yerinden oynasa onu derhal düzelttiği görülüyor, sözleri arasına katıştırdığı "Sakla samanı, gelir zamanı!" gibi vecizelerle de, gayet ihtiyatlı bir adam hissini veriyordu.
İşine dair uzun uzun görüştük. Hakikaten şaşmaktan kendimi alamıyordum. O, hem bu meşhur işi izah ettiğini sanıyor, hem, bazı sualleri ve tenkitleri önlemek için, bazı noktaları hiç açmamak istiyordu. Ben bu hassas noktalara dokunmaya yaklaştıkça onun kuşkulandığını duyuyordum. Zihninde kendi kendine kolay kolay hallettiği şeyler hep hayal ve muhalden ibaret tasavvurlar olduğu için mi, nedir? O, bunları maddî şekillere sokmak zarureti karşısında şaşırıyor mu ne oluyor? bilmem, fakat sizden yardım beklerken bile yine bu işin bir kısmını sizden de gizlemek, işini, üstüne bir kuluçkaya yatar gibi, örtmek, bir sır gibi saklamak istiyordu. Nihayet, sorduklarıma cevap veremeyince, müphem taraflardan bir haber beklediğini, mühim bir grubun yardımını umduğunu söyliyerek bana yeni teminat verdi ve: "Bir gün olur, bu işi hep birlikte yoluna koyarız, inşallah! Görürsünüz! Gönül isterdi ki herkes akıllı ve rabıtalı olsun, fakat bu kabil olamıyor! Hayatımda bu iş yüzünden benimle bir çok eğlendiler ama, zarar yok, hani Fransızca, 'Sonuncu gülen iyi güler!’ gibi bir darbımesel vardır. Bu ne doğrudur!" tarzında bir şeyler söyledi ve hakkından ve zaferinden emin bir adam şivesiyle bu sözü zikretti: ''Rira bien qui rira le dernier!"
Bu müsahabemizden birkaç gün evvel ben tuhafça bulduğum bir Ispanyol darbımeseli duymuştum: Adilik öyle sarıdir ve herkes o kadar eski. bir alışkanlıkla her duyduğunu tekrar etmeyi ister ki, eskiden Fahim Beye hitaben söylenmiş olduğunu duyduğum nice cümlelere uyarak, ben de ona hitaben böyle bir söz söylemek hevesinin duyuyor, ve İspanyol darbımeselini zikirle: "ilahi Fahim Bey! demek istiyordum, 'birazdan’ geçidi ve 'yarın’ caddesi insanı 'hiç bir şey’ şatosuna götürür!" Evet, bilmem neye
cevap olarak bu darbımeseli zikretmek arzusunu içimde şiddetle duyuyordum. Fakat kendimi tutabildim. Zaten o zamanlar atiye benim de itimadım vardı. Bu itimat benden ancak sonraları zail oldu. İşte bunu düşünerek diyorum ki, hislerimizde ve kanaatlerimizde nasıl bir isabet olabilir ki vahdet yoktur. Hayatımız bunları daima yoğurur, değiştirir. Bu itibarla biz hayatta hep aynı adam sayılamadığımız gibi hislerimiz ve fikirlerimiz de yaşadıkları anlarda doğru sayılamaz. Zira, hep değişmeye mahkûm olan bunların ancak geçip değişmeleri doğrudur. Hayat o zaman benden daha, atiye itimadımı izale etmemişti. Bunun için Fahim Beye de itimadım vardı. Bütün bu derunî sebeplerden dolayı onun söylediklerine hissen inanıyor gibiyim.
O, ayrılacağımız sırada, benim biraz evvel de gelmiş ve dönmüş olduğumu öğrenince, beklemediğim bir telaş ile: "Aman, benim burada uyuduğumu sakın kapıcıya söylemeyiniz!" dedi. Ben: "Ama o biliyor, bana kendisi söyledi!" diye cevap verdim. Bu sözlerim onda gözle görülür bir merak uyandırdı. Onu ilk, ve son defa olarak böyle biraz halecanlı ve şaşkın gördüm. Fakat kendini topladı, tekrar masasının önüne oturarak gûya büyük bir müessesenin başında mes’uliyetli bir iş için mühim bir karar alıyormuş gibi dikkatli dikkatli bana kapıcı ile aramızda geçen muhavereyi sordu. Onun, hangi cümleme cevap olarak neler söylemiş olduğunu, kullandığı kelimeleri ayrı ayrı tekrar ettirerek, bir müstantik gibi uzun uzun tahkik etti. Odasında muttasıl çalışan bir adam olmak şöhretinin bozulmasından mı çekiniyor, uyuduğu öğrenilince kasasının soyulmak istenilerek bir hücuma maruz kalacağından mı korkuyordu. Yüzüne baktım: Gayet ciddî idi. Sanki adeta kendi ciddiyeti ile dolmuş, mes’uliyetini idrak eden ihtiyatlı bir müdüri umumî, bir amir oluvermişti. Acaba ruhunda hor gördüğü bütün maddiyatın fevkinde nasıl bir kanaat besli-yebiliyordu? Ondan ayrılırken içimde belki çocukça bir sual beliriyordu: Acaba niçin bu mağlûp, arada sırada bir muzaffere benziyordu?