x

Rüya

Aradan zaman, bir hayli zaman geçti.

Nihayet, bir gece... bunu, hanımların hikayeleriyle, biz de duyduk ki nihayet, Fahim Bey, bir gece hayırlı bir rüya görmüş. Bu rüyayı o zamanlarda ağızdan ağıza yayılmış, türlü türlü hikaye ve tefsir edilmiş ve manası karışmış olarak duymuştuk.

Bu rüyayı başkalarına söylediğim zaman, bazıları: "Bir insan için bu, bir hadise midir ki? Nihayet bir rüya görmüş!" diye bir tenkidde bulundular. Halbuki, hadisesiz, muvaffakiyetsiz, bomboş, bir nevi mübhem hayal ve intizarla geçen hayatı içinde, zavallı Fahim Beyin kendisi de, kendi kendine inşa ettiği rüyaları tercih eden, gündüzki İşlerini, gece rüyalarına hazırlamak içinmiş gibi gören bir insan değil miydi? Bu yüzden, etrafındakilerin hepsi de, nihayet hayırlı bir rüya görmüş olmasını bir hadise, bir vak’a telakki etmeğe hazır ve taraftar değiller miydi?

Diyebilirim ki, aslı Fahim Beyde kalan bu rüyadan ilk önce hanımların çıkarmış oldukları acemi, soluk, solgun kopyeleri görmüştüm. Sonra bunu halamın, Saffet Hanımdan duyarak, uzun uzun anneme anlatışını dinledim. En sonra da, suallerime cevaben, biraz isteksiz olarak, bunu bana Fahim Beyin kendisi de anlattı, ve şüphe yok ki bu, rüyanın aslı değilse de, ona daha yakın bir kopyesiydi. Şimdiyse bilemiyorum ki bütün bu rüyayı vaktiyle duymuş olduğum gibi mi, yoksa hayalimle değiştirerek mi hatırlıyorum. Bunlar ilk önce Fahim Beyin, Saffet Hanıma anlattıklarından ve onun bize gelen hanımlara naklettiklerinden ve bunların halamla anneme söylediklerinden ve benim onlardan duyup kendime göre çıkardığım ahkamla bilhassa Fahim Beye irad ettiğim suallere aldığım cevaplardan şimdi bütün bunları az çok birbirine karıştırarak hatırlayabildiklerimdir.

59

Bu rüya Fahim Beyin ihtimal ki biraz çorak ruhunda yavaş yavaş birikmiş şiirin taşmasiyle belki artık kurumaya yüz tutan muhayyilesinde sonuncu bir çiçek gibi açılmış. Bu, görülürken son derece tatlı bir his veren, fakat uçuk benizli ve kenarlarını tutuşturan renklerin bir şafaktan mı, bir gurupdan mı geldiği pek de belli olmayan ve her duyana da: "Hayırdır İnşaallah!" dedirten bir rüya imiş.

Bu rüya ilk önce hafif bir haşyet hissi vermekle başlamış. Zira ay, yahut güneş tutulmuş gibi havada ve ziyada değişikliğe benzer bir hal olmuş. Lakin bu his yerleşmeden Fahim Beyin eline pek parlak renkli, adeta ışıklı bir takım İskambil kağıtları geçmiş ve o, bu kağıtların aydınlığında, bunlarla yapabileceği oyunları zihninde tam bir vuzuhla görüyormuş. İçinden memnun olarak bilinmez kimlere: "Siz hayatın zahirî şekillerini görüyorsunuz; ben batınî şekillerini!" diyormuş ve o, havayı demin ürpertmiş olan tereddüt hissi büsbütün geçerek, ta çocukluk zamanlarında sabahları yatağında lezzetten gönlünü bayıltan bir eski dakikasına kavuşmuş. Kendinin hiç yadırgamadığı bir yerde bulunduğumu büyük bir emniyet hissiyle duymuş.

Uzaktan, heybetli bir çanın sesleri havaya teker teker, birer altın damlası gibi dökülmüş. Sonra, bu uzak ve münferit sesler toplaşmış, birleşmiş. Meğer bunlar altın bir çandan birer birer dökülen sesler değilmiş. Bunlar meğer bir musikî faslına hazırlanan muhtelif aletlerin tellerinden çıkan ilk heceler, onların bir fasıl içinde hep beraber uçarak karışmak üzere şimdiden ayrı ayrı yoklanmaları, kanat çırpmaları imiş. Uzaktan gelen bir yağmur gibi, bir saz faslının derinden belirdiği, yaklaştığı, hızlaştığı duyulmuş ve Fahim Bey, vecd içinde, bir nevi musikî dinler gibi olmuş. Bu sesler coşmuş muhiti doldurmuş ve kendisini her tarafından sarmış ve Fahim Bey, vecd içinde, ruhunun en son hudutlarını aşan bir hazla duyduğu bu sesleri ayrı ayrı tanımış. Meğer bunlar, yabancı bir musikînin alelade sesleri değilmiş. Bunlar, meğer vaktiyle gençliğinin eşiğinden, her sabah kemaniyle hayata, saadete, kimbilir hangi muvaffakiyetlere ve hangi vuslatlara doğru saldığı ısrarlı, uzun davetleriymiş! Bu dualar vaktiyle gönlünden uçurduğu bir takım güvercinler şeklinde dönüp şimdi etrafını sarmışlar ve Fahim Bey, vecd içinde, ruhunun en son hudutlarını aşan bir hazla duyduğu bu sesleri birer birer tanımış.

60

Meğer bunlar çalgı dalgaları gibi manası hisle duyulan uğultulardan ibaret değilmiş. Bunlar meğer zihinlerde birer kördüğüm halinde kalan bilmecelere verilen felsefî cevaplarmış. Bu rüzgarlar Fahim Beyin geçmiş günlerinin başakları ve gecelerinin sazlıkları içinden geçtikçe onların hepsini dile getirerek sırlarını söyletiyor, onlar, başlarını eğiyorlar, sallıyorlar ve içlerindeki halledilmemiş sırlar, birer ses halinde canlanıyor, havalanıyormuş ve Fahim Bey, vecd içinde, bir nevi felsefî mev’ıza dinler gibi olmuş.

Fahim Beyin zihnindeki nice vesveseler ve endişeler şimdi çözülerek dağılıyor ve o nice şeylerin sebeplerini şimdi anlıyor ve bu akıl ziyafetinde öyle nimetlere konduğunu duyuyor ki, bunların bir zerresini kaçırmaya kıyamıyormuş. Hayaletler ve ruhlar kendisiyle kafa kafaya gelerek samimî bir hasbihale koyulmuşlar ve o, hayatta ne kadar ciddî olmak lazım geldiğine rüyasında bir daha kanmış: Şimdi etrafında herkes kudsî birtakım düsturlara yükseliyor ve kendisine hak veriyormuş. Hayatımızda bize her. adımda refakat eden fuzulî düşmanlar ordusunun artık nadim ve mahçup olduğunu duyuyormuş. İhtiyar babası İstanbul’a geldiği zamanki dualarının neticesi nasıl tahakkuk etmiş olduğunu görüyor, onu bağrına basıyormuş. Saffet Hanım alışkın oldukları bir mangal başı sohbetiyle: "Hakkın varmış, iyi oldu o geçen zamanlar!" diyormuş. Kendisi: "Ya? İyi mi oldu? İyi oldu, değil mi?" diye soruyor, Saffet Hanım: "Evet, iyi oldu!" diye tekrar ediyor ve Fahim Beyin vicdanının sesi lezzetli bir aksi sadâ gibi: "Oyle değil mi, iyi oldu!" diye tasdik ediyormuş.

O zaman Fahim Bey affedilmiş, yıkanmış ve gözleri yeni açılmış gibi, büyük bir zihin küşayişiyle etrafına bakınmış: Dünya yeni, sema saf, hava temiz, hayat ilk defa olarak, asıl gönlünün istediği gibi çiçek açmış, zaman kanat germiş, sanki uçmuyor, bek-liyormuş ve o bir mucizeye şahit oluyormuş:

Hayatında, ta eski zamanlardan beri, ne kadar emeli olduysa, hatta, en geçmişte kalmış ve kendisinin unutmuş olduğu en küçük isteklerin bile, en eski zamanlarından beri, mektep arkadaşlarından başlıyarak, ne kadar adam tanıdıysa onların şekillerine girerek ve onların hüviyetlerini takınarak, bir düğün evine kafile halinde gelen misafirler gibi, yanyana, sıra sıra, elele bu mübarek gün şerefine kendisini tebrike geldiklerini görüyormuş ve Fahim Bey, evinin içinde bu asîl, iyi kalbli, dost yüzlü ahbaplar ve akra-

61

balar gibi gelen arzularını istikbal ediyor, ve bazan bu emellerini onların kalıbını almış oldukları insanlarla karıştırıyormuş. Fakat onlar o kadar arkası kesilmez bir sürü halinde geliyorlarmış ki, hepsi bu evin içine sığamıyarak bir kısmı kapının önünde, yolda birikmişler ve o kapsmın eşiğinden bu arzularının aşina yüzlerle sokaktan kendisine selamlar vererek bekleştiklerine bakıyormuş. Fakat bütün bu ziyaretçilerin kibar ahlaklarından o kadar eminmiş ki: "Bu halimi görüyorlar, beni elbette mâzur sayarlar!" diye onların hepsini evinin içine alamadığına fazla telaş etmiyor, üzülmüyor ve, memnun memnun, içeride, hamarat bir ev sahibi gibi, misafirlerinin arasında dolaşıyormuş!

Fahim Bey böylece o kadar saadetle olgunlaşmış bir ruh ve öyle tekemmül etmiş bir zihinle uyanmış ki, eriştiği yüksek hakikatin onunla aynı ayarda olamamak yüzünden mahvolmasından çekinerek, rüyasına inanılmazsa belki tılsımı bozulur diye endişe ederek, binbir hesap ile Saffet Hanımı da bu seviyeye nasıl yükseltmek kabil olabileceğini düşünmüş. Onun abdest almasını, namaz kılmasını ve kendisini sonra dinlemesini istemiş ve ona bir sır ifşa eder gibi, büyük bir îman ile bakan gözlerle ve tamamiyle mutekid bir sesle bu uzun rüyayı, hususiyet ve ehemmiyetini belirterek, anlatmış ve: "Hanım! Gözlerimiz aydın! Yakında mukadderatımız büsbütün değişecek! Bak, görürsün, inşaallah!” diye müjde vermiş.

Bir mucizeye belki senelerden beri susamış olan Saffet Hanımın da kendisine bu kadar îmanla anlatılan bu rüyaya İnanacağı tutmuş ve o da bunu kendi gönlünün süzgecinden geçirerek ve yeni beşaret alametleriyle süsleyerek başkalarına anlatmış. Fahim Beyin etrafında ona çok yakın olan bir iki akrabasiyle birkaç ahbabı ve işlerinin düzelmesinde menfaatleri olan üç beş eşi, dostu ve tanıdığı bazı dükkancılar da bu rüyaya gaipten gelen bir haber ve bir vaid kıymeti vererek sevinmişler. Zira Fahim Bey bu kadar itinalı ve hesaplı olduğu halde, meğer kendisine pek hürmet ettikleri için, uzun müddet veresiye alış-veriş etmesine razı olan esnaftan birkaçının ondan bir hayli alacakları varmış.

Fahim Beyin yakınında bulunanların bu rüyaya böyle bir ehemmiyet vermemelerine imkan yoktu. Biliriz ki, insanların çoğu hala karanlıktan gelecek haberleri dinler ve ömürlerini kurtaracak mucizeyi beklerler. Düşünsek, beşeriyetin tarihi malûm ol-

62

duğundan, şimdiye kadar böyle kaç rüya, tarihin de seyrini değiştirmiş, nice milyonlarca insanın ömürleri, hatta kendilerinin bile değil de başkalarının gördükleri bir rüya yüzünden ve onun tabiriyle kurtulmuş, düzelmiş, yahut bozulmuş ve mahvolmuştur! Esasen nice insanın ömürleri güya ezelde gördükleri bir rüyanın tesiri altında kalarak, o rüyayı yerine getirmek için gibi geçer ve zaten belki yeryüzünde her tahakkuk eden şey de ancak evvelce görmüş olduğumuz, yahut başkalarının görmüş oldukları rüyaların gerçekleşmesinden ibarettir.

İşte bu küçük evin alakadarlarının bunca ehemmiyet verdikleri bu rüyanın müsait tefsiri de, heyecanlı ruhları vasıtasiyle, mahalleleri aşarak ta bize kadar gelmişti. Zira biz, bu küçük evden, bu yaşlı adamla onun solgun hareminden ve üstümüze hiç taallûku olmayan hadiselerden arada sırada mutlaka böyle haberler alırdık. Birçok kadınlar, ruh tahlillerini seven romancılar gibi, ömürlerin kuruluşunu ve bozuluşunu takip eder ve bunları kendi aralarında binbir gevezelikle hikaye ve tefsir ederler. Esasen yaşayanın görüp duyduğunu söylemesini tabiî bulmalı ve bunu kabul etmeliyiz. Peki, vefa yerine ihanet görmeye, hakikati bulmak yerine iftiraya uğramaya, haksızlığın kurbanı olmaya razıyız. Fakat derdimizi dökecek bir dert ortağı, başımıza gelenlerden şikayetimizi dinleyecek bir can kulağı bulunsun. Kuruluşlarına göre geçen hadiselerin bir nevi kefarete benzeyen aleyhimizdeki tecellilerine bu şartla razıyız. Madem ki söyledikçe içimiz açılıyor, biz kendimize hak verelim de ağyar haksızlık ededursun! Saffetimiz o nisbettedir ki, söyledikçe zehrimizi dökmüş oluruz. En büyük teselli dinlenilmek ve anlaşılmış gibi cevap almaktır. Bu hikayeler, bu hükümler sıcak ömürlerimizin tüten dumanı, dağılan buğusu gibi bir şeydir ve edebiyatın bir kısmı da bu türlü meraklardan hasıl olur. Fahim Bey suallerime cevaben bana bu rüyasını hikaye ettikten sonra ben onu artık hep "bu rüyayı görmüş olan adam" diye tanımıştım ve onun bu rüyasını işitmekle bazı romantik fikirlerini duymuş, yahut şiirlerini okumuş gibi olmuştum.

63

XI

Rüya Tâbiri

Ben, o zamanlar, san’atın san’at için olması tarzında, hulyanm da hulya için olduğuna kani değildim. Fikrimi nice yıllardan sonra değiştirdim. O zamanlar, bence, Fahim Beyin bu rüyasında bile, yine zamanı hesaba katmamak gibi, mühim bir yanlışlık vardı. Zira genç Fahim Beyin bütün hulyaları şimdi tahakkuk etse, hepsinin de zamanı geçmiş olması yüzünden, bugünkü Fahim Bey bunların nimetinden yine mahrum kalacak değil miydi? O, ancak hatırasiyle bağlı bulunduğu bir takım arzularının kamını aldığını şimdi ancak akliyle anlıyacaktı. Fakat genç kalbinin aşkı hani neredeydi? "Aşkın humması olmayınca da vuslatın manası nedir?" diyordum. Daha diyordum ki: "Aşkın humması olmayınca bütün vuslatlar ancak birer hayaletden ibaret değil midir?" Ve daha diyordum ki: "Ellerimize geçen nimetler böyle çok kere bizim artık layık olmadıklarımızdır!" Fakat bu rüyayı benden başka istihfaf eden kimse olmadı. Bilakis herkes onun verdiği vaidle-re inanıyordu.

Eniştem Hacı Vamık Beyse, Fahim Beyin rüyasını kendisinin ve hanımların böyle müsait tefsir etmelerine sinirleniyor, itiraz ediyor, onların bu cehaletlerine öfkeleniyordu. Fahim Bey hakkında: "Her şey için bilgiçlik taslar da, bak, asıl lazım olan şeyi bilmiyor, asıl kendisine yarayacak olan rüya tabirinden haberi yok!" diyordu. Eniştem zaten bizim terbiye ve tahsilimizi birçok bakımdan noksan bulurdu. Şimdi, babamla anlaşmamasını mucip olmuş bu mevzuu bu münasebetle kurcalamak istemiyordu ama, sözünde ben için için serzenişler, kinayeler sezmiyor değildim. İnsanın rûya tabirine ehemmiyet vermemesi nasıl olurdu? Halbuki bundan sanki bizim de haberimiz mi vardı? Biz de, frenk kafasına uyarak, bu hakikatleri inkar ediyor değil miydik? Eniştem bize meçhul kalan atimizin, tıpkı daha tamamını okumamış olduğumuz bir kitabın buna rağmen nıabadinin de evvelinden ya-

64

zılmış bulunması tarzında, önceden mürettep olduğuna kani idi. Iş bunu keşfedebilmekti.

Halamdan ayrıldıktan sonra, eniştem, son senelerinde, Çamlıca’daki o bir tekye, bir türbe gibi yeşile boyalı köşkünü hemen hemen bir sefahethaneye çevirmişti. Bir takım simsarlar vasıtasiy-le bir sürü genç kızları hizmetçi diye evine toplar, yemek pişirmek gibi bahanelerle, bunlarla düşüp kalkar, günlerce sokağa çıkmaz, bir fuhuş hayatı yaşarmış. Komşular bu hali anlarlar, ayıplarlar, huylanırlarmış ve köşkün etrafını bir rezalet havası sararmış.

Bu evde eniştemi görmeye gittiğim son günü hatırlıyorum. O, üst katın arka tarafında, bahçedeki yüksek çam ağaçlarına bakan büyük bir odada yatıyordu. Pencereden bu ağaçlar bana münzevî ve ulvî bir takım şairler, filozoflar gibi, yahut bunların his ve mana taşan eserleri gibi görünüyordu. Onlar, sükûnuna imrendiğim yüksek ve tabiî bir iklimin asîl ve gamsız mahlûklarıydı. Onlardan ayrılmış olan bizler, bu zavallı odanın sefaleti içindeydik. Gerçi bu pencereleri kapanmış oda, her vakit olduğu gibi, beni hatıralarımın evvel zamanlarına ait tabakalarına indiriyordu. Zira onun, hayat için tanzim edilmiş olmaktan ziyade, bir göç manzarası gösteren karmakarışık eşyasını, eniştemin muhtelif Arabistan seyahatlerinden gelme birer köle, birer lala, birer ahbap, yahut, birer akraba gibi tanırdım ve gerçi bugün ta ortasındaki -o, Yılanlı Sütun’un koparılmış bir parçasına benzeyen- burma burma mangalına atılmış öd ağacı kokusiyle birlikte eski aşina kokuları, bu eşyaların halâ yaydıkları çöl, kum ve Hac kokularını da duyuyor, yahut hatırlıyordum. Fakat bütün o zamanlarda kendimi yakında ölecek bir hasta sandığım için, genç, fakat yaralı bir hayvan gibi, bunlara karıştığını sezdiğim bir eczahane, ilaç ve ölüm kokusundan huylanarak, bu odanın ağır havasında daha 'çok durmak istemiyor, kaçmak istiyordum.

Eniştem sarı pirinç karyolasında yatıyordu. Çoktandır kestirmediği ve boyamadığı sakalı uzamış ve ağarmış, benzi son derece uçarak teni adeta şeffaflaşmış, gözbebeklerinin etrafı ihtiyarlıkla halelenmiş, fakat siyah nazarları hala parlak; ince, zayıf ve hasta vücudu hala çevik ve tetik; yattığı yerde, ihtiyar bir hastadan beklenmiyecek bir sür’atli hareketle, bir yandan bir" yana dönüyordu. Arkasında Arabistan, yahut Hindistan’dan kopup gelmiş

65

bir parça gibi, Hind renkleri ve çizgileri içinde şal örneği gecelik entarisi; üstünde pamuklu Şam hırkası; daha üstünde yorganlar ve battaniyeler; başında deve tüyü, kocaman, takyeden ziyade bir külâha benzeyen ve başı sarılı ve sarıklı gibi gösteren bir başlık; eniştemin giydiği, taşıdığı bütün bu şeylerle duyduğu ve söylediği bütün hisler ve fikirlerin menşe birlikleri ve aynı cins birer mahsul oldukları görülüyordu ve eniştem bu ölüm döşeğinde de bütün hayatında yaşamış olduğu gibi yaşıyordu. Sakalı muhterem, gözleri mâsum, yüzünde ve dudaklarında bütün ailesinin maddî ve manevî menfaatlerini sıyanete şâmil bir iyiliğin tebessümü, ağzında -şefkati kendi gönlünü rikkate getirip kendi gözlerini yaşartan- iyiliğinin sözleri ve kalbinde ateşi hiç sönmeyen bir kin, haset, ihtiras ve fesat.

Ya sevdiği yemeklerini hatırladığı, yahut, beni yanında daha fazla tutmak istediği için olacak: "Sana yemek verdiler mi?" diye sordu. "Vermedilerse, haydi biraz birşey ye, karnını doyur!" Ben: "Verdiler!" diyor, bir an evvel gitmek istiyordum ve o, bana Fahim Beyin rüyasından haber soruyor, onun aleyhinde hâlâ galeyana geliyordu. Ruhu gayz içinde çalkanarak ecdadın mağaralarında esmiş kinlerden artakalan bir sesle:

- İş anlaşıldı! dedi, herif nalları dikecek! Herif geberecek de, bak! Hâlâ haberi yok! Böyle akıllının aklına şaşmalı! Ne anlattılar sana, evlâdım, sen çocuk musun? Hiç rüyada çalgı duymak hayra alâmet olur muymuş? Fakat, dur bakalım, daha alt tarafı da var!

Rüyanın diğer kısımlarını da hatırlıyor, tekrar ediyor, yoruluyor ve güya başkaları kendisini fuzulî bir zahmete sokuyorlarmış gibi: "Oof! Bu da ne karışık bir rüya imiş!" diye söyleniyordu. Ben ikide bir gitmek istiyordum. O ikide bir: "Dur bakalım!" diyerek yatağında, sağında bulmadığı rahatı solunda bulmak ister gibi, bir yandan bir yana dönüyor, ve hep Fahim Beyin rüyasının tefsiriyle meşgul oluyordu. Birdenbire bu rüyanın hatırladığı bazı müphem kısımlariyle tereddüde mi düştü, yoksa beni büsbütün ilzam edecek bir vesikanın eli altında bulunduğunu mu hatırladı, bilmem ne oldu, yatağında biraz doğrularak kendisine bakmak için birkaç zamandır yanında bulunan kızına ve -evin içinde kalın çoraplariyle terliksiz dolaşması ayrıca sinirime dokunan-hizmetçisine istediğini anlattı ve odadaki kitap dolabından ciltli

66

ve kocaman bir kitap getirtti. Bu, Eşşeyh Abdülgani-i Nablu-sî’nin Mısır’da basılmış olan "Tatîr-ül-enam fî tabîr-ül-menam" unvanlı Arapça eseriymiş. Tabirnamelerin en makbulü, en meşhuru olduğunu söylüyordu. Fakat kalın kitabın iri sayfalarını uzun uzun karıştırdığı halde saz, musikî kelimelerine tekabül edecek tarab, nağme gibi hatırladığı kelimelerin hiçbirinde bir tefsir bulamıyarak bazı bakışlariyle hala çocuğumsu bir mana taşıyan çehresi İstediği oyuncağını bulamıyan bir çocuk yüzünün hüznüne daldı. Gözleri mahçup görünecek kadar mahzun oldu. Ya Fahim Beyin rüyasının umduğu kadar meş’um olmaması endişesi, ya kani bulunduğu bir hakikate beni ikna edememek aczi, yahut geldiğimden beri ve hele bu ağır kitabı tutmak ve okumak için çektiği zahmet yüzünden hastalığının yorgunluğu büsbütün arttı. Kitabın sayfalarını çeviremez oldu. Kocaman kitabı yanından alıp götürdüler. Artık gözleri kapanıyor, dalıyor, uyumak istiyordu. Bana izin vermek lüzumunu duydu ve bu esnada yorgun zihninde bir karışıklık oldu. Beni -o günler sabah akşam gelip gitmekte olan, fakat o esnada odada bulunmayan- doktoruyla karıştırarak bana hitaben: "Peki, doktor, madem ki gitmek İstiyorsun hadi sen şimdi git de, hiç üzülme! Bu rüyanın aslını yarın buluruz!" dedi.

Bu, eniştemi sonuncu görüşüm olmuştu. Onu son olarak rüya için kitaptaki tabiri aramanın abes olduğunu söylediğimi hatırlıyorum. Onun da bana son söylediği cümle, doktoruna hitap ettiğini sandığı bu zavallı sözler oldu. Halbuki rüyamızın aslını, yarın değil, hiçbir gün bulamıyacağız! Bu odadan, ölümün eşiğindeki bu dindar adamın ruhunda hala sönmemiş olan eski kin ateşinin -ışığını bir an kırpmayan bir yıldız gibi- daima sabit parıltısını hayretle görerek ayrılmıştım. Eniştem Fahim Beyden evvel öleceğini rüyasında bile görmemişti. Halbuki bir daha kalkmamak üzere yattığı ölüm döşeğindeymiş ve ondan senelerce evvel ölecekmiş! Işte daima böyle, bize istikbalimizden haber verenlerin kendi atilerinden habersiz kaldıklarını, herkesin istikbaldeki ikbal ve idbarını bildiren falcıların yarın yiyecek ekmek bulup bulamıyacaklarmı bilemediklerini, herkese muvaffakiyet muskaları dağıtan biçarelerin kendi sefaletlerini gidermeye muvaffak olamadıklarını göre göre, istesek de istemesek de, rüyaya ve fala da hiçbir itimadımız kalmıyor!

67

XII

Fahim Bey Hakkında İlk Hislerim

Ben de, uzun bir zaman içinde, Fahim Beyi arada sırada görerek veya ona dair söylenenleri işiterek hakkında birtakım kanaatler edinmiştim. Ancak bu hislerim geçen günlerle değişmekten hali kalmadı. Onu en evvel hemen çocuk, sonra genç, sonra orta yaşlı gözlerimle görmüştüm. Esasen herşeyi muttasıl yoğuran zamanla o da değişiyordu. Gördüğümüz insanların ruhları değişir, şekilleri değişir ve biz değişir, onları değişmiş görürüz.

Fahim Bey bir insan değil de, mesela Beyazıt Kulesi, Galata Kulesi, veya Kız Kulesi’nden biri olsa, onun hakkındaki fikrim yine değişecekti. Zira fikrimiz şehrimizdeki kuleler hakkında bile sabit değildir ve bu müddet zarfında ben başkalaştığım için, onu elbette başka başka görecektim. O, hayatta değil, tarihte bulunsa, kendisi değil de ikinci Selim olsa, hakkındaki fikrimi ben yine değiştirecektim.

Hatıralarıma şimdi dikkat edince anlıyorum ki, çocukluğumda ve ilk gençliğimde tanıdığım İnsanları adeta uzak akrabalarım gibi telakki edermişim. Onların tabiatleriyle tabiî bir tarzda ala-kalanırmışım. Bu da gençliğin his cömertliğinden gelirmiş. O zamanlarda tercih ettiğim insanlar ya neş’e, gevezelik ve güzelliklerinden dolayı sevdiklerim, yahut bir nevi medeniyet müritliğini beğendiklerim olurmuş. İşte Fahim Beyde bu hasletlerin ikisi de vardı. Fakat sonraları benim bütün insanlar hakkındaki telakkilerim değişti. Düşüncem hususileşti ve rabıtalarım gevşedi. O da başkalaşan bu duygularım içinde bir yer alıyordu. Onun hakkında ilk önce, şüphesiz muhabbetli hisler, sonra, galiba, bir meraklı alaka duymuştum. En sonunda da belki, istihfaftan geçerek, bezginliğe, kayıtsızlığa vardım. Fakat bu hislerim birbirlerinden muntazam fasılalarla ayrılmadı. O kadar çapraz zikzaklarla gelip geçerek birbirlerine öyle karıştı ki, başlı başına yalnız kendimin bütün o Fahim Bey hakkında ittifak edemiyerek hep başka başka

68

hisler ve fikirler besleyenlerin cümlesi kadar muhtelif kanaat ve duygu beslemiş olduğumu zannediyorum.

Fahim Bey her zaman ciddî olmakla beraber, sevimli ve gösterişsiz olmakla beraber, temiz giyimli idi. Esvapları, yüzünün kehrüba sarısına yaraşan sarımtrak renklerin birindeydi. Üstünde daima saz rengi, hardal rengi, bal rengi, kaz sarısı, deve tüyü, kavun içi, kestane, krem, bej turuncu, samani, nohudî renklerde veya bunları andıran bir renkte bir esvabı, pelerini, pardösüsü, yahut paltosu vardı. Onu senelerle o kadar hep bu birbirlerine yaklaşan renklere bürünmüş gördüm ki, bunların hulâsasından hasıl olma bir nevi silik ve sarımtrak renk hatırımda onun âdeta hüviyetinin, vücudunun, teninin sanki mevsimlere göre ancak biraz açıklaşıp koyulaşan tüylerinin rengi gibi kalmış. Üzun zamanlar üstünde önce eskitememiş, sonra, eskitmesine rağmen değiştirememiş olduğu o lep birden gelmiş her renkteki esvaplarını nihayet yeniletince sanırdınız ki ona bu defa da bütün sarımtrak renklerde bir alay esvap daha gelmişti de artık bunlardan birini çıkarıp ötekini giyiyordu. Onun giydiği bu sarı renkli şeylere akraba olan kehrüba gibi sararmış bir benzi, kalbinin iyiliğine şahadet ediyor gibi bir yüzü vardı. Dudaklarını uçlarına kadar kaplayan kesik, sert bıyıkları zaman ile gayet temiz bir beyaza bürünmüştü. Hep iyiye çekerek anlattığı şeylerde sesini hakikatleri örtmek İsteyen bir perdeden duyardım. Yaşlılar, tecrübeleri arttıkça, herşeyin abes olduğunu göre anlaya, artık büyük bir lâübalili-ğe düştükleri ve sözlerinin arasında en açık saçık kelimeleri bile kullanmaktan çekinmedikleri halde ihtiyarların bu bozgun hali ona sirayet etmemişti. O, hâlâ muntazam, teşrifatlı, nezaketliydi. Sözleriyle herkese iltifat ve âtiye itimad ederdi. Onu, memleketin geçirdiği çeşitli günlerinde hep, akıntıya kaqı emniyetle kürek çeker gibi, vekarlı, mütevekkil görürdüm. Onun başkalarının huylarına benzemediğini gördüğümüz hususiyeti dudaklarında ve sözlerinde devam eden bu sükûn ve şefkatti. Ekseriyetle olduğu gibi, yaşlanmak, yüzünün asaletini arttırmıştı.

Vaktiyle nesiller birbiriyle galiba daha çok anlaşırdı. Fahim Beyin babamınkine yakın bir yaşta olması lâzım geldiği halde ona rastgeldikçe görüşmekten memnun olurdum. Mûnis ve hep bir edâdaki sesiyle, hiçbir vakit belâgate ermeden, eski kelimelerini daima arıyarak, bazan da bulamıyarak, bakışlarının ve edâları-

69

nın yardımiyle konuştuğu zamanlar hep vakitlerin, gönüllerin, keselerin bol olduğu kendi gençlik zamanlarından bahseder ve, böyle konuşurken, o zamanların hala gönlünde kalmış tadına sanki gülümser, o tatlı alemin yadı içinde belki de biraz sayıklar gibi bir hal alır ve beni de o sıcak ve samimî muhitin neş’elerine ve latifelerine teşrik etmek İster gibi olurdu. O, bu anlattığı şeylerle, gençlik zamanının şiirine dalıyor, bu melali tadıyordu. Böylece sözleri işine ve istikbaline ait olmadığı zamanlar hep maziye ait olurdu. Üstlerinde eski gevezeliklerin daha büsbütün uçmamış tadı hafif bir güzel koku gibi duyulan bu sözlerinde ekseriyetle: "dün", "evvelki gün", "geçen gün" der gibi: "bundan yirmi beş sene evvel", "bundan otuz sene evvel", "otuz beş sene evvel", "kırk sene evvel" dediği olurdu. Cümleleri zaten hep eski renkleri solmuş, eski tesirleri uçuksamış bir takım kelimelere ve şekillere bürünüyordu. Sözüne çok kere: "bir'tün olur...", "gönül isterdi ki... ", "Hudâ bilir... ", "neyliyeyim" yahut: "inan olsun ki..." diye başlardı. Gûya, annemiz veya büyük annemizin açtığı bir eski zaman sandığı içinden nasıl gönüllerin derinden sezdiği ve hafif hafif bayıltıcı bulduğu bir ıtır duyulursa ekseriyetle bu sözleriyle sanki eski rayihaları biraz saklamış bir takım kurumuş çiçekler, lâvanta çiçeği torbaları, kekik, öd ağacı, buhur, gül suyu, çiçek suyu, anber çiçeği, kil, el sabunları, günlük ve tütsü gibi eski zamanın hemen rahmani kokularını duyurmuş oluyordu. Bir gülün kokusunda nasıl birçok eski mevsimlerimizin baygın gönüllerini duyarsak öylece o bana eski zamanından bahsederken ben kendi geçmiş zamanlarıma kavuşurdum ve nasıl ki yine bu sandık içinden, unutmuş olduğumuz, fakat görür görmez bizi ta çocukluk zamanımızın sularına indiren, zira o zamandan aşinası olduğumuz çalgılı bir kırık oyuncak, bir köşk taklidi bir küçük kutu, edalı bir manşon, alayişli bir yelpaze çıkar da biz bunları çalmaya, seyretmeye, koklamaya, ve açmaya başlayınca ruhumuzda nasıl bütün bir eski zaman açılmış ve yayılmış olursa İşte böylece Fahim Beyi dinlerken bir zaman ve mekan değiştirmiş olur ve bunun hahına doyamazdım. Onun 1897 Yunan muharebesi sırasında İstanbul hayatına, ahalinin asker sevkine gösterdiği, alakaya, gönüllü gidenlere mahalle arkadaşlarının tertip ettikleri merasime, Sirkeci lokantalarında ve Şehzadebaşı tiyatrolarındaki

70

tezahürlere dair canlı bir takım hatıraları vardı ki, bunları anlatmayı pek severdi.

Bazan bir şeyi evvelce de hikaye etmiş olduğunu unutarak bildiğim o fıkrayı sanki bir daha mahfazasından çıkarır gibi, o kadar aynı eda, aynı kalıp, aynı ölçü, aynı kelimelerle tekrar ederdi ki, anlattığı vak’aya ne kadar sadık kaldığını lezzetle görürdüm. Ben onu dinleye dinleye artık o hadisenin bir şahidi olmuş gibi olmaz mıydım? Evvelce duyduklarıma fazla bir şey ilave etse ona hakikatin hududunu hatırlatamıyacak mıydım? O kadar ki, cümlesinin baş tarafını duyarak sonunda gelecek kelimeleri evvelinden bilirdim. Sanki garip bir haletle bunları söylenilmesinden daha önce duymuş, yahut, duyduğum bu sözleri ben söylemiş gibi olurdum. Yeni açılmış Bomonti Bahçesi’nde Abdülhak Hamid ve babamla birlikte bir akşamdan gece yarısına kadar güle eğlene iki küçük bira fıçısını nasıl içerek bitirmiş ve sonra buna nasıl gülmekten katılmış olduklarını hikaye ederdi. Bunu daha evvel de söylemiş olduğunu unutarak iki üç defa tekrar etti.

Bu zamanlarda onu görür görmez yanına gitmeyi ve kendisini dinlemeyi pek severdim. Bu sözlerle ben -o zaman çok kullanılan bir tabir ve ilaç olan- bir nevi kordiyal içmiş oluyordum. Gençler kendilerini daha yormayan hafızalarını doldurmaya meraklıdırlar. Sorarlar, dinlerler. Onunla görüştüğümü gören bir arkadaşım, bana gülerek: "Sen Fahim Beyi bir ders alır gibi dinliyorsun!" demişti.

Fakat bazı günler ona tesadüflerimde ruhunu büsbütün durgun ve gözlerinin sabit ve siyah bakışlarını büsbütün koyulaşmış gördüğüm olurdu. Onun bu haline adeta çarptığım anlarda, Fahim Beyi -duyurmayı bana gûya zımnen vadetmiş bulunduğu-maziyi bile unutmuş, uyuşmuş ve adeta uyumuş bulurdum ve bu günler ona karşı için için kızardım: "Niçin mazi içinden artık, beni memnun edecek bir şey hatırlayıp söylemiyor?" diyen bir hisse kapılırdım. Zira bize birçok çalgılar duyurmuş olan bir sazendeyi, her zamanki hodgamlığımızla, hüviyetinin karıştığı bu havaları bize artık daima dinletmek vazifesiyle mükellef sayarız. Şarkısı devam etmeyen şarkıcı itibardan düşer. Bir gün onun yorularak çalmamıya inad ettiğini görsek hem bize karşı vazifesini yapmadığını, hem onun havasından böyle ayrılınca manasız ve tatsız kaldığını duyarız. Ölüm korkusuyla masalına binbir gece

71

devam eden Şehrazad gibi, tutturmuş olduğu hikayesine herkesin devam etmesi lazım gelir!

Pek kısa kestirdiği için yan taraflarında hiç görünmeyen beyaz saçlarına ve ak bıyıklarına rağmen Fahim Beyin, ne kadar gariptir, bazı insanlarda görüldüğü gibi, yaşıyor değil de, hala bir yaşamaya hazırlanma devresinde bulunuyor hali vardır. Yahut ben onu eskiden böyle görmeye alışık olduğum için hala öyle görmeye devam ediyordum. Bu, Fahim Beyde optimizm felsefesinin hakim olduğu ve onun işine bir sermayedar bulmak ümidiyle yine birçok müesseselere başvurduğu zamanlardı.

Duyardım ki, önceleri kendisini nezaketle karşılayanlar bu silik ihtiyarın hep aynı imkansız işi sayıkladığını görerek, artık kendisini, boş vakitleri olmayınca, kabul etmezler de saatlerce bekletirlermiş. Onun böylece bir bekleme odasının, hatta bir sofanın tahta kanapesine oturarak bir saat, iki saat, üç saat, dört saat beklediği olurmuş. O kadar ki, bu ticarethane sahipleri içinde Yahudinin biri bu garip ihtiyarın yumuşak inadiyle bir iki kerç yenildikten ve onu kabul ederek dinledikten sonra: "Yolladığımız yere öyle takılır ki, canı çıkar da parayı almadan çıkmaz!" fikriyle onu yazıhanesinde tahsildar olarak bağlamak sevdasına düşmüş. Ona: "Gel, manasız işini bırakma bizim paraları tahsil et, bu hesapta sen daha karlı çıkarsın!" diyormuş. İnadına mağlûp olanlar, Fahim Beyi nihayet kabul ettiler mi, o yanlarına memnun bir yüzle girer, söylenen mübhem ve hatta menfi sözlerden ümit verici ve hatta müsbet manalar çıkarır ve onların yanlarından müteselli ve hatta beşaretli bir yüzle ayrılırmış.

Yine o sırada yabancı büyük bir ticarethanenin İstanbul’daki mümessili bana,ı.onun hakkında fikrimi sormuştu. "Çünkü, filhakika bana iyi bir tesir yapıyor ama, kendisiyle pek garip bir tarzda tanıştık. Bana evvelce takdim edilmiş olduğunu ve benim bunu unutmuş olacağımı iddia ediyorsa da, bunun doğru olmadığından eminim. Belki kendi hâfızası bozulmuş da yanlışlıkla böyle zannediyor ve yahut bir başkası ite karıştırıyor. Bunun için soruyorum: Ciddi bir adam mıdır?" dedi. Fahim Bey görüşmesinde fayda beklediği bir kimseyle tanışmayı kolaylaştırmak için bu hileyi irtikap etmiş, bu çocukluğa mı düşmüştü? "Ciddiyetine iti-mad olunabilir. Takip ettiği işlerdeki kabiliyetini iyice bilemiyorum!" diye cevap verdim. Zira bence, Fahim Beyin birçok işlere

72

verdiği lâfzî ehemmiyete rağmen, bilmem neden, bu alakası hep gevşek ve sathî kalıyordu. Onun kendinden emin ve mütevazı bir gurur içinde kuş bakışlı nazarlarının sebatı altında sanki için için olduğundan memnun kalan, başka birşey aramayan ve hep biraz uyuklayan bir hali vardı.

Ben, Fahim Beyle görüşürken ve hatta bazan onu düşünürken tuhaf bir hisse kapılıyordum: Bana onun hayat ve maneviyatında, belki tembellik, belki muhabbetsizlik, belki beceriksizlik ve belki talihsizlik yüzünden, kiralık konağının vaktiyle boş bırakmış olduğu odaları tarzında büsbütün ihmal edilmiş hücreler var gibi geliyordu. O, gûya bunlarla meşgul olmamış veya buna vakit ve imkan bulamamış ve bunları döşeyememiş, süsleyememişti. O, galiba hayatı pek de ciddiye almıyordu. Yahut da onun kalbinde veya zekasında durmuş, hani, Saffet Hanımın saatlerinin kurulmamış oldukları vakit artık ileri gitmedikleri gibi işlemi-yen, duran bir hal vardı.

Bu hissime kapıldığım zamanlar Fahim Beyin gözlerinin bildiğim o sert ve aşınmamış cevherini görünce gizli bir istiğna ile yer değiştiren şikayetli bakışlarının bu hali canlı bir manaya delalet etmekten ziyade, eskiden beri aşinası bulundukları bir adete uyduklarını sanırdım. Onun ciddî ve sabit bakışlariyle meymenetsiz şeyleri görmemek hususunda aynı inad ile baktığı zamanlar istediği belki hiçbir hakikati görmek değil, sadece ruhunun sükûnetini muhafaza etmekten ibaret olabilirdi. ihtimal ki Fahim Bey, muhayyelesinde bazı kıymetli emeller beslemekle beraber, hayatta bunları tahakkuk ettirmek için ihtiyar olunacak fedakarlıkları ve gayreti kabul etmiyor, yahut benimsemiyor ve böylece onları sade hayalinde yaşatmayı tercih ediyordu. İhtimal ki, onun hayali pek geniş ve kendi hulyasına inanmak kabiliyeti de pek kuvvetliydi. Lakin belki hayatın hakikat ve muvaffakiyet çerçevelerine uymayan ve sığmayan bu hulya ve hesap ile o hep hakikatin haricinde, ancak bir efsane aleminde kalmaya mahkûmdu. Gönlümüzde yaşayan hulyalara onların hakikate inkılap etmesiyle alakamız kalmıyacak kadar inandığımız zamanlar bizim içinde yaşadığımız hayal aleminin başkalarının gördükleri hakikat dünyasiyle hiçbir münasebeti kalmaz. Bizi bu dünyaya bağlayan her türlü muhakemeden, yani zincirlerimizden kurtuluruz. Hayalimiz bizi başka bir iklime çıkarır. Hayalperestin ayak-

73

lan yerden kesilmiştir. Artık o, bir hulya aleminde uçar. Bir gün Mevlânâ’nın dönerken yavaş yavaş yerden ayrılarak uçmaya koyulduğunu gören müridlerinin kendisini, başı tavana çarpmadan, uyandırmak için hafif bir gürültü yapmış oldukları rivayeti doğruysa bu hadisenin an’anevî hatırasına uyarak, Mevleviler, dervişlerine, döne döne uçmasınlar diye, yeryüzünden bir ses duyurmak için musikî çalarlarmış. İşte Fahim Beyi evliya telakki eden eski Reji odacısının belki bu bakımdan hakkı vardı. Zira evliyalar, bizim içinde yaşıyamıyacağımız bir kainata yükselenlerdir.

Böyle, Fahim Beyin sözlerinden zevk alamadığım ve onu biraz gaiplere karışmış sandığım zamanlarda bile, eski hayatımın menbalarından gelen bir alaka ve gittikçe çoğalan bir taaccüp beni, hayatı, herkesin hayatı gibi, muammaya benzeyen bu adama bağlardı. Bazan da Fahim Beyin, gûya herşeyden uzakta, belki yarı uykuda, yarı sonsuz bir hesap içinde, mülayim mülayim geçtiğini görürdüm de, o bundan tamamen habersiz kaldığı halde, ona adeta isyan ederdim. içimde birçok suallerin canlandığını duyardım ve, değişen hislerime tabi olarak, içimden ona uzun uzun söylenir, günlerime göre derdim ki:

"Fahim Bey! Uzun yıllardır sizi sabahları aynı iman ile yürüten ve akşamları aynı itikad ile döndüren, sizi yolunuzun hatta kaldırımından bile şaşırtmayan maksat ve gayeniz nedir ki bunlar sizin adımlarınızın hiç gevşemiyen sebatını temin ediyor! Işte zaman ile her şeyden önüne geçilmez bir bıkkınlık duyarak hiçbir yol üstünde iki üç seneden fazla ilerliyemiyen, yürümiyen bana asıl bu haliniz hayret veriyor. Size ne kadar şaştığımızı bilemezsiniz!

"Fahim Bey! Siz hiç hastalanmaz mısınız? Yani, her günkü hayatınızla zehirlenip bazı günler herşeyin rağmına olarak yatağınızda kalmak istemez misiniz? Bazı geceler her günkü yatağınızın hatıralarına artık tahammül edemediğinizi duyup da başınızı almaz ve içinde bir tek hatıranız bulunmıyan bir bakir odaya vararak içinde hiçbir rûya görmemiş olduğumuz bir yatakta uyumak ve yepyeni rüyaların kucağına sığınmak istemez misiniz? Vapurların, trenlerin, otel odalarının verdikleri rüyaların ihtiyacını siz hiç duymaz mısınız? Bu kadar yürüyorsunuz da hala bir inkılaba, bir infilaka varamadınız mı? Yahut, hala kendinizi arıyorsunuz da, kendinizi hala bulamadınız mı?

74

"Fahim Bey! Bilmez misiniz ki bütün vuslatlar halecansız bir sabır ve itinanın değil, ancak galeyanlı bir i§tiyakın mükafatıdır. Bizim olacak §eyleri ancak kalbimizin a§kı cezbedebilir. Tadacağımız lezzetler kalbimizin yorgunlukları sayesinde elimize geçer. Her vuslat buhranlı bir a§kın mahsulüdür. insan talihinin bu kanununu kabul etmez misiniz? Para, mevki, §öhret, elde edilen bütün zevklerin nasıl ödendiğini bilmez misiniz? Bilmez misiniz ki insanlar bunları sıhhatleri, rahatları, huzurları bahasına öderler. Bunları hatta §erefleri, haysiyetleri ve hayatlariyle ödeyenler vardır. Bütün kuvvetlerini harcıyarak tekmil ruhlariyle oynıyan oyuncular arasında, siz, soğukkanlılığınızla, ve hiç deği§meyen hulyalarınızla, mızıkçılık eden bir oyuncu gibi kalıyorsunuz! Uykuda mısınız? Hala mı uyuyorsunuz? Yoksa, a§klarını ruhlarımıza salan bütün dünya nimetlerine siz lâkayt mı kalıyorsunuz? Bütün bu §eylerden ziyade, siz, yalnızca, hodgam ruhunuzun râ-kitliğini mi seviyor ve ancak onu mu arıyorsunuz?

"Fahim Bey! Münzevînin daimî dü§üncelerinde her zaman eriştiği yüksek kabiliyetle ve kendi ikliminde geçen §eyleri sezmekte ve her zaman gösterdiği maharetiyle siz bir karar vermiş ve bir hayalden ibaret olan emelinizi intihap etmiş misiniz? Siz, bu hayal ülkesine varırken, bizi hayata bağlayan ve makbulümüz olduğu için kabul ettiğimiz rabıtalardan hiçbiri gönlünüzü geri çekmiyor, topraktan gelen hiçbir musikinin davetini duymak size artık müyesser olmuyor mu? Hülasa, semanızdan yere inmeniz için lazım gelen büyük sarsıntılardan hiçbiri sizi hala uyandırmadı mı?

Bütün bunları bilmek isterdim. Fakat insanlar arasında carî olan ve hiç birisinin riayette kusur etmediği anlaşmamak, hiç kimseye kendi mukadderatını alakadar edebilecek bir sözü söylememek ve bunu nafile yere ancak içimizden düşünmek kaidesine uyarak ne ben size bu vazıh suallerimi irad etmiştim, ne de siz bu meraklanma canlı bir cevap vermiştiniz. Bütün bunlar kendi kendimde kalan faraziyeler ve tahminlerimin karanlık sahasını geçmem!ştı.

ipinin üstünde yürüyen cambaz düşecek mi, düşmiyecek mi? Bu kadar ince bir yol üstünde nasıl tutunuyor, nasıl yürüyor? Ona muhabbetimiz çok olmasa da bir merak ve alaka ile bağlandığımız muhakkak! Size râbıtamın bir kısmını bendeki bu taac-

75

cüp ve tecessüs teşkil ediyordu. Siz bunu duymadınız, çünkü ben sizi gördükçe kendi kendime yalnız içimden derdim ki: Fahim Bey kurulmuş bir eski saat gibi, maşallah, tıkır tıkır işliyor, yürüyor. Fakat merak ediyorum: Kuvveti acaba insanlara ve kendi talihine karşı beslediği zavallı, ezelî bir muhabbet ve merhamet midir, yoksa, duyduğu, ezelî ve daimî bir nevi hiddet ve nefret midir?

76

XIII

Fahim Bey Hakkında Deği§en Hislerim

Fahim Beyin, tabiatine göre, cömert bir adam olması, hep muhabbetiyle ve nezaketiyle harekete geçerek vaktini ve parasını hiç esirgememesi, hatta bunları israf ve heba etmesi lazım gelirdi. Fakat hayat bizi bazan tabiatimizin aksine tadil veya sevkediyor. Fahim Bey o kadar muntazam vakitsiz ve parasızdı ki, belki haksız ve yanlış olarak, ömrünün bu mütemadi yoksulluklariyle pek hasis görünüyordu. Daima her türlü masraftan kaçınmaya mahkûmdu. Mevsimin, çalgının, yahut sahnede seyrettiğimiz artistin güzelliği asabımızı biraz teskin ettiği için hayatı belki daha mûnis bularak biribirimiz hakkında biraz daha müsamahalı, hatta belki biraz muhabbetli olduğumuz o eğlence yerlerinin, bahçe ve kahvelerin, tiyatro ve sinemaların hiç birinde ona rastgelinmezdi. Böyle yerlerde belki biraz da içkinin yardımiyle biribirimiz hakkında biraz vefakar, hatta belki bir parça fedakar olduğumuz zamanlarda kalblerimizde çoğalan muhabbetimizden, iyiliğimizden onun hiç istifade ettiği yoktu. Ona İstanbul’un o bir şehirden başka bir şehire geçer gibi gittiğimiz uzak ve dağınık seyir ve yazlık mahallelerinde bile tesadüf edilmezdi. Onu hiç bir yaz günü, bir neş’e yükü taşır gibi keyifle Boğaziçi’ne, yahut Adalar’a doğru yollanan bir vapurda, veya çocukluğumuzdan bir hava getirmek için haykırarak koşar gibi giden bir trende görmedim.

O, bilakis hep kalabalık ve kargaşalık arasında, hep kar, rüzgar, yağmur ve çamur gibi tabiatın nezaketsizlikleri, kabalıkları, gazapları içinde görünürdü. Hep otomobil, tramvay, otobüs gibi kendinden cüsseli olan ve kendi ehemmiyetsizliğini, cılızlığını daha ziyade meydana koyan rakipler arasında ve hep kendisine ayıracak kadar vaktimiz bulunmadığı bir anda meydana çıkardı.

Fahim Beyin İstanbul’un uzak bir semtindeki evine de gitmiş değildim. Ona hep şehrin sokaklarında; üstlerinde geçirdiğimiz senelere rağmen çok kere bizi hala tanımaz gibi lakayt kalan ve

77

gayelerimize lakaytmışlar gibi bizi hiç bir zaman istediğimiz noktalara çıkarmıyan sokaklarda; o bizi kah çocuk neş’esiyle, kah genç adam hevesiyle, kah aşk hırsiyle, kah bedbinlik hüzniyle saran; bize kah bir harem gibi açılan, kah bir gurbet gibi somurtan sokaklarda; o, kah neş’emizle bir bayram alayı, kah matemimizle bir türbe diyarı gibi duyduğumuz; kah perişan olunca taştan yüzlerine bakarak hayran kaldığımız, kah mahzun olunca eski ve mütevekkil hallerini his ve seyrederek dinlediğimiz; kah evimizin bahçesi gibi telakki ettiğimiz; kah maneviyatımıza batan dikenleriyle Kerbela yollarına döndüğünü gördüğümüz ve içlerini dışlarını kendimiz kadar bildiğimiz sokaklarda rastgelirdim.

insanların hazin ve tahammül edilmez bir huyları ve adetleri vardır, bilirsiniz: Ne kadar akıllı, ne kadar duygulu olurlarsa olsunlar ve ne kadar mühim mevkilerde bulunurlarsa bulunsunlar, biribirlerine rastgeldiler mi, gûya beşerî görünmemeğe hepsi de ahdetmişler gibi, ve gûya bir türlü aynı lisanı konuşamıyacakları-nı hepsi de biliyorlarmış gibi, herşeyin hiç bir ehemmiyeti olmı-yan en dış tabakasında kalmakla ve biribirlerine muntazaman yalnız en iptidaî, en sathî, hatta en manasız sözleri söylemekle iktifa ederler. insanların çoğu daima konuşurlar. Söz fırsatını hiç bir gün kaybetmezler. Fakat asıl sözleri söylemek fırsatını hiç bir gün bulamazlar. Bütün bir ömür içinde, mühim sözleri ya bir iki kere söylemiş olur, yahut hiç bir defa söylememiş olurlar. Mantıkî olmak için, tesadüf ettiğiniz herkes size mahrem, zatî hususiyetlerinin ve ilminin sözlerini dinletmeli, şair size belki son mısraları okumalı, filozof son kanaatlerini tefsir etmeli, tacir son vaziyetten bahsetmeli, memur son alınan kararları anlatmalı, ve gazeteci son haberleri vermeliydi. Her sahada ancak mütehassıs bulunanların sözlerinde nisbî bir kıymet olabilir. Fakat bu küçük ihtisas sahipleri de yanyana geldiler mi, ayrı ayrı lisanlar konuşuyorlarmış gibi biribirleriyle bir türlü anlaşamıyorlar. Bari sussalar, bari hiç bir şey demeseler de, ahbaplarımızla sadece dost nazarlarla görüşsek, güzel kadınlarla gülümseyerek bakışsak, sevdiklerimizle âşina tebessümler teati etsek, hulasa, hep manalı bir sükût içinde kalsak da manasız sözlere hiç düşmesek! Fakat hayır, kime olursa olsun tesadüfümüzde lüzumsuz sözlerin uzun kafileleri aramızdan mutlaka geçmeye başlıyacaktır. Bize mutlaka

78

kalp akçeler gibi sözler dinletecekler ve biz de duyduklarımıza aynı suretde mukabele etmeye mecbur olacağız!

Fahim Beyle de böyle buluşuşlarımızda yolun bir kenarında durarak bir müddet ayaküstü görüşürken çok kere en sathî şeylerden ve havadan sudan bahsederdik. Okumağa pek meraklı olduğu gazetelerin verdikleri yeni bir haberden her bahsedişinde, o, hadiseye ancak bir başvekilin devlet işlerinde duyabileceği bir alaka göstererek, olup bitenlerde kendisinin de bir mes’uliyet payı varmışçasına, işi ciddiye alarak, biraz gülünç göründüğü olurdu. O, bazan da bana: "Parasızlık insanı lüzumsuz her türlü sarfiyattan kurtarıyor ve insana parasını ancak lüzumu olan şeylere sar-fetmesini öğretiyor!" diyordu. Ben onda hala bir optimizm mi, yoksa artık bir pesimizm felsefesi mi hakimdir, anlıyamıyordum. Ben çoktandır bu rahatsız sohbetlerimizi biraz dar bulmaya başlamıştım.

İnsan yaşlandıkça kalbi katılaşıyor, adamları göre tanıya haklarında ilk önce duyduğu muhabbet azalıyor, alaka da gevşiyor. Onların nasıl bir mahsul olduklarını öğrendikten sonra, evvelki zamanımda olduğu gibi, hiçbirisinde hakikatin bir cüz’ü bulunabileceğine inanmıyor, ve hepsinin bir iklim, bir devir, bir muhit yetiştirmesi olduğunu görüyordum. Mücerret bir hakikat olmayıp da hakikatin de nisbî, ve mütehavvil bir şey olmasına göre, hayat içinde tesadüfleri en ziyade hoşa gidebilecek olan insanlar, merakımızı en ziyade tahrik edebilenler, bilakis ya sarahaten mahallî olanlar, yahut Fahim Bey gibi, bir nevi anormal olarak halleriyle, muammalariyle bize bir merak telkin edenler olması lazım gelir. Fakat gençken, kalbimin cömertliğinden, ehemmiyet verebildiğim bu nevi ahbaplıkların hepsi de bezgin ruhum için artık eskimiş, tavsamış ve gözümden düşmüştü. Gençlikte içimden duyduğum gibi bu dünyanın bir sahibi değil, fakat bir misafiri olduğumu bir an unutamıyacak kadar anlayınca bunlar gittikçe daha kuvvetle hissettiğim fânilik azabını artık oyalıyamıyor, bu zehirimi yatıştıramıyordu.

Artık tesadüflerimizin her birinde Fahim Beye ancak kendi ruhî halimin tesiri altında kalan bir mana veriyor ve manasını kendinden kabul etmekten ziyade ben ona bahşetmiş oluyordum. Böylece kah onu eski hislerimle bağlandığım bir dost, kah geçmişe ait lakırdıları beni lakayt bırakan bir geveze telakki eder-

79

dim. Biz, saffetimizle sanırız ki bütün tanıdıklarımız her zaman kendimizi olduğumuz gibi görecekler, masûm isek mücrim say-mıyacaklardır. Halbuki aleyhimizde verilen hükümlerin sebepleri çok kere bizim kusurlarımız değil, bize bakanların görüşlerini bulandıran kendi hisleri, acizleri ve öfkeleridir. Zalim size zulüm etmekteki sebebi kendi fena kanında bulur. Sizi ısıran köpek siz ısırılmaya müstahak olduğunuz için değil, kendisi kuduz olduğu için ısırır. Onun için ehemmiyetli olan şey sizin ısırılmanız değil, kendisinin ısırmasıdır. Fahim Bey her zamanki değişmez, uslu ve iyi haliyle bazı tesadüflerimizde beni son görüşüşümüzde bıraktığı noktada bulacağını sanırdı. Halbuki ben bazan bu arada inkılaplar geçirmiş olurdum. Mesela sevdiğim bir mevcudiyeti kaybederek kendimi öksüz duyardım. Bu esnada teselliye, avunmaya ihtiyacım olurdu. Bilhassa çocukça sözler duymak isterdim. Ona rastgelsem kendisini daha fazla dinliyebilmek için elimden geleni yapardım. O memnun olurdu. Yine mesela bir iş takibederek bütün gayretimi bir tek mevzua hasrederdim. Vaktimin ve dikkatimin en ufak bir kırıntısını israf etmek bana haram görünürdü. Ona rastgelsem nazarlarını söndürürdüm. O, mahzun olurdu. Belki manasız bulduğu bu değişmelerime şaşarak beni anlamıyordu. Halbuki bunda anlaşılmıyacak sanki ne vardı? Aynı gün içinde saatten saate değişiriz. Kaygısız bir çocuk, hırslı bir genç, uslanmış bir yaşlı adam, ve biçare, bunayan bir ihtiyar olabiliriz. Aynı yirmi dört saat içinde yalnız kalmaya susar, başkalariyle görüşmeye acıkırız. Mevsimlere göre değişen tabiat kadar hislerimize göre de yüzümüz değişir, biz değişiriz. Memur gündüzki çatık kaşlı amirinin gece yarısı barda vefalı, çoşkun, açılmış yüzünü görse belki onu tanıyamayacağı gelir. Halbuki o aynı adamdır. Biz aynı adamız. Lakin dakikadan dakikaya başkalaşırız. Hele, bir devlet adamiyle, bir vekille görüşen insanların, bukalemunlar gibi, yüzlerinin, gözlerinin renk değiştirdiklerini farkederiz. Konuştukları adamın kanaatleri, zevkleri, duyguları, kendi hüviyetlerine dolmağa başlar. Fahim Bey görüşse -dosyelerinin kerametine evvelinden kani’imiş gibi- vekille o kadar hemayar, ona karşı o kadar hörmetkar muhabbetkar görünecekti ki, yüzünün manası ve çizgileri yepyeni manalar ve şekiller alacaktı.

Zamanlar geçtikçe, ben gitgide yorgun uyuyup gittikçe mahzun uyandıkça ona tesadüflerimin memnuniyetsizlik nisbeti, es-

80

kisinin aksine olarak, memnuniyet nisbetini geçiyordu. Benzini bitmiş bir otomobil gibi, ben bütün tahammül kabiliyetimi tüketmiş olduğum bir anda Fahim Beye rastgelsem o her zamanki halîm ve selim haliyle, benim bu halsizliğimden habersiz, yine eskisi gibi tebessümle bakardı. Bense, şehrin içlerini dışlarını gördüğüm bu anda, Fahim Beyi de, ne yapayım, biraz ahmak ve bunak bulmaktan kendimi alamadığım olurdu.

Bir de, -Fahim Beye açılamamış olan bir mevzu daha- bir de, insan iyi kitaplara kavuştuktan sonra, alelâde kimselerin sözlerine karşı müşkilpesend davranır oluyor. Bir Shakespeare, elbette ki, herkesten daha ziyade alaka çekiyor, o, etrafımızdakilerden pek daha mühim olduğu halde, biz, eserlerini okumayı hala bitiremediğimizi düşünüyor ve hele ecdattan kalma mukaddes mirasın her şubesinden şuuruna payını aldıktan sonra, çok kere kendini bir nevi musikî ile -zengin demek istemiyorum, fakat- tok, olgon dolgun buluyor. Fikrin ve ruhun bu servetini bilhassa duyuran -içinde şiirimizde muhalif hiç bir rüzgarın esmediği- yalnızlık ve sükûn nefîs oluyor. Sükûta erdiğimiz zaman, musikîmizi dinliyoruz. Kitapların iyileri ve ruhumuzda takdis ettiğimiz faziletler, İhsanları daha zor beğenmeğe bizi mecbur ediyor. Insan artık vaktini yabancılara karşı müdafaa etmek sevdasına düşüyor. Tecrübenin bize verdiği olgunluk, yemek, yürümek, dinlenmek ve uyumak gibi mühim işlerden arta kalan bütün vaktimizi ancak aşkımız ve vazife arasında taksim etmeyi amir oluyor. Size kıymet verebileceğiniz bir haberi değil, ancak kendi taşıdığı boşluğu getiren bir insana, yani insanların çoğuna rastgeldiniz mi: "Siz daha ağzınızı açmadan ben ne söyliyebileceğinizi biliyorum!" diyerek kaçmak arzusu duyuyorsunuz.

Dahası var: Gözlerin yavaş yavaş çoğalan ilmî maneviyata gittikçe daha çok nüfuz etmeye sebep oluyor. Bir yaştan sonra zehirlenmiş gözlerimiz artık zahiri görmekle kanmıyor, batını da görüyor. Hakikatlerin temizlenmiş sathında kalmıyor, içlerine, gizlenen yaralarına da nüfuz ediyor. Mütemadiyen yalanlarını söyliyen şeyler bizi artık aldatmıyor. Söyliyeni dinlerken duyduğumuz sözler bize şeffaf görünüyor. Yalnız işittiğimizin yalan olduğunu değil, aynı zamanda söylenmiyen doğruyu da duyuyoruz. Herkes özünü sakladığını umarken aldanır, acemidir, bunu sakhyamaz; fakat karşısındakinin maksatlarını duyarken herkes

81

üstaddır, aldanmaz, gözünden hiç birşey kaçırmaz. Karşımızda söyliyen herşeyi tahrif ederken biz ona içimizden: "Sen dilediğini söyle. Ben İstediğini biliyorum. Yalanı duyarken doğruyu da anlıyorum!" diyoruz.

Fakat dahası da var: Karşımızdakine kendi sözlerimizin de hiç tesir etmediğini görünce içimizden, -ona duyurmadığımız- ikinci bir nutuk daha başlıyor, ve bunu da deminki derunî sözlerimize katıyoruz: "Kalp akçelerin sürüldüğü piyasada ben size samimiyet cevheri halis sözler söylüyorum. Bu altınlarımın ayarı tam, hatta, bunların bazısı, rayiçlerinden bile değerli olan güzel basılmış madalyalar, antikalar gibidir. Halbuki siz bunları tedavül eden diğer kalp sözlerden bile ayıramıyorsunuz. O halde benimle niçin, adet yerini bulsun diye mi görüşüyorsunuz? Duymuyor musunuz ki ben, dünyadaki menfaat hesaplariyle değil, zülfi yar için değil, fisebilillah konuşuyorum! Bunu duyarsanız, sözlerimi beğeneceksiniz; fakat bir de sükûtumu duyabilseniz, daha çok sevecektiniz. Madem ki bunu da takdir edemiyorsunuz, sizinle böyle boş yere yorulup nafile vakit geçireceğime, (güzel olmadığınızı bilirsiniz,) güzel bir yüz seyretsem elbette daha haz duyardım; (bir ilminiz olmadığını bilirsiniz,) iyi bir kitap okusam elbette daha çok istifade ederdim; (lüzumu olsa da hiç bir işime ya-ramıyacağınızı bilirsiniz,) açık havada gezinsem elbette sıhhatim için daha iyi ederdim. Müsaade edin de sizden ayrılayım!"

82

XIV

Fahim Bey ve İstanbul

İstanbul’da yaşıyanlar, biraz his ve fikir adamı olunca, hayatlarına bir lezzet ve kıymet veren iki duygunun ta gençliklerinde gönüllerine dolanarak artık ölümlerine kadar kendilerinden ayrılmadığını görürler. Bunların biri tabiat, diğeri tarih duygusudur ve onlar zaman zaman bu duygulardan birinin kanadiyle, mûtad günlerimizin his seviyesini mutlaka aşarak, yüksek bir iklime varırlar. Fahim Beyin de bu saadetten az çok nasibi olmalıydı.

Onun İstanbul’la arası nasıldı? İstanbul o kadar güzel ve öyle müessirdir ki onu, bir ömür boyunca, bir sevgili gibi tatmamağa imkan yoktur. İstanbul’un öyle esrarlı bir nur ile aydınlık günleri olur ki, bunlarda sanki bir güzellik haznesinin bütün gizli mucizeleri mahfazalarından soyunarak, hayran gözlerimiz karşısında gösterişli bir geçit resmi yapıyor sanılır. Her tarafımızı hisli, canlı bir ışık sarar. Mavi gök bu çıplaklığı hususî bir fanus gibi kaplar. Bu tabiî sükûn içinde semavî bir lezzet gibi güzelliklerin menbalarına çıkarmış gibi olur. Bu seyrine doyulmaz manzara, insana bu musikî tesiri yapar. Paganizmden ruhumuza sızınış hislerle hayvanî - İlahî bir hayat aşkına dalarız. Bu heybetli güzellik kendine çarpmış gibi ruh, gafletinden uyanır. Sanki biraz güneş içmiş gibi sendeleriz ve biraz ilahlaştığımızı duyarız.

İstanbul’un öyle tılsımlı geceleri olur ki, bunlar bizi sessizce bir şefkat gibi sararak ruhumuzun bütün bağlarını, kör düğümlerini çözer, bütün zehirlerini eritir. Bizi hafifleştirir, manevileştirir, yeryüzünden ayırıp bir efsane alemine götürür. Böyle derin bir yaz gecesi İstanbul’un herhangi bir sahilinden ayrılan sandal, mehtaplı sularda yüze yüze semanın yalnızlıklarına çıkar, geçmi-yen bir zaman içinde dolaşır, bir insan talihinin en son hudutlarına varır, rüyalar diyarına ulaşır, ve bize ebedî saatlerimizi sunar. Burada söz söylemek az geleceği için susar, bütün bu mesafelerin ve güzelliklerin bir iz’an ve vicdanı olmuşuz gibi ruhumuzun ta-

83

lihimiz ve kendimizden büyük ve ilahi şeylerle temasa geldiğini, varabileceğimiz en yüksek şiirin kadrine ermiş olduğumuzu anlarız. Kainatın bütün güzelliklerini tarıyarak, mâneviyat aleminin en canlı hislerini avlıyarak ve büyük derinliklerden topladığımız ganimetlerimizi sürükliyerek sandalla döndüğümüz zaman yer-yüzündeki ebedî saatlerimizi yaşamış olduğumuzu ve talihimizin artık bu mehtap ile bulanmış olduğunu duyarız.

İstanbul, dünya güzeli bir kadın gibi, dünya güzeli olan bu şehir, her zaman gönül alıcı İstanbul, değişen her mevsiminde bir kere olsun, Fahim Beyi bu ezelî ziyafetlerinin birine çağırmaz, ruhunu güzelliklerinin büyük hamlelerinden biriyle açmaz, ayini cemlerinden biriyle olan bir kam sunmaz, onu yüksek tepelerinin füsûn ve esatir alemine çıkarmaz, açan bir güle benziyen baharının ve solan bir güle benziyen sonbaharının kokulariyle sarmaz, ona akşamları ufuklarında tutuşan yangınlarla kanıyan bir gurubun faslını duyurmaz, bülbüllerinin ilahilerini onun gönlüne salmaz, hulasa, güzelliğinin ve şiirinin hususi bir dalga ile kabarıp yükseldiği müstesna günlerinin ve gecelerinin birinde, bu emsalsiz tabiat, ilahi renkler, sular ve seslerle bu ruha dolmaz, ve onu taşırmaz mıydı?

Hiç mümkün müdür? Bütün İstanbullular gibi, Fahim Beyin de, mutlak, bir mahallede, bir bucakta, bildiği rahat bir şilte gibi serilen bir ev, gittiği ve gizli buluşmasında kam aldığı bir yer, hatıralarının uzun uzun çektiği tesbihini gizlediği bir köşe olmalıydı. Bunu, vapurda bulunduğunu bilmediğim bir akşam, onun hulyalı bir tavırla Çengelköyü’ne çıktığını görünce düşünmüş ben vapurla giderken onu, bir hayal içinde, uyanmamış, hulya-sında yürüyen bir adam gibi görmüştüm. Doğrusu benim bu Çengelköyü’ndeki aşinalarından Fahim Beyin hesabına bir hayli ümidim vardı...

Diğer taraftan, İstanbul, asıl çehresinin hususi hatlarını teşkil eden Sarayburnu ile, eski bir tarih içinden süzülerek, mazinin uğultulu denizi kenarında durmuş gibidir. Yüzü, sulara akseder gibi, tarihe dalar ve onun içinde yüzer. Her tepesinde bir cami yükselen İstanbul, ihtimal ki, Fahim Beye hulya dolu gönlünün rahim halini yarın ahrette yine nasib edecek bir Cennet vadetmi-yordu. Fakat o, sandığım gibi, bu teselliden mahrum olsa, ve camilerden bir buhar halinde yükselen şiiri ve dinin bütün musiki-

84

lerini duymasa bile, şüphesiz talihinin bağlandığı ve bütün sevdiği şeylerin kök saldığı bir tarihin şefkatini her gün duyan, o medeniyetin sıcak somununu her gün tadan bir mirasyedi olmalıydı. Bütün bu ihtişamlı mazinin devler gibi şahitleri yanında Fahim Bey de elbette İstanbul’u evliyaya benzer bir akraba gibi seven çocuklarından biri olarak ruhunun sıyaneti ve gönlünün lezzeti bakımından, bu iki duygudan bir çok istifade etmiş olacaktı.

85