Lâkin ihtiyarlığı insanların kendi vücutlarında duyarak tanımamak istedikleri ve başkalarının görerek kendilerine zorla duyurdukları bir şahsî inhitattan ibaret addetmemelidir. ihtiyarlık sadece vücutla birlikte ruhun ihtiyarlamasından ibaret de değildir. Fakat yaşlanan, ihtiyarlayan adam böyle, kendi vücudiyle ve ruhiyle birlikte, içinde yaşadığı bütün âlemin, bildiği tekmil kâinatın da ihtiyarladığını ve göçtüğünü duyar. Vaktiyle sevdiği, inandığı, güzel ve sağlam bulduğu şekillerin, itikadların ve bir kıymet verdiği herşeyin de zevalini görür.
Vaktiyle içinde çocukluğunu, yani cennet zamanını geçirmiş olduğu ve kendisine tarih’i mukaddesten kalma gibi görünen aile evi yavaş yavaş dökülür, yıkılır ve şimdi ya oturulmaz bir harabedir, yahut yanmış veya satılmıştır. Bu evin vaktiyle daracık ve şiir dolu sokağı şimdi genişlemiş, soğumuş ve bütün vitaminlerini kaybetmiştir. Vaktiyle zengin ve zarif bildiği binalar, yollar, mahalleler şimdi şekillerini değiştirmiş, köhneleşmiş, hımbıllaşmış, hastalanmış, çürümüş, tanınmaz olmuştur. Bunların yanında daha süslü, daha büyük binalarla daha kalabalık, daha aydınlık mahalleler türemiştir; fakat kendisi bunlarda o eski halâveti bulamaz.
Vaktiyle kuvvetli ve mes’ut gördüğü insanlar ve talihler de şimdi çökmüş, bozulmuştur. Vaktiyle bir mahalle halkını barındıran hanların, bir çaqı teşkil eden dükkânların sahibi, şimdi yersiz, yurtsuz kalmıştır. Ağarmış saçları sakalı, o kadar uzamış, birbirine karışmıştır ki, sokaklarda yalnızca söylenerek geçtiğini görenler ürkerler: "Bu kimdir? Bir deli midir? Dilenci midir?" derler. Vaktiyle zarafetin bir timsali olan ve zamanını, parasını, İradesini hep güzel giyinmeye, iyi eğlenmeye hasreden bir eski genç, şimdi üstü başı perişan bir ihtiyar olmuştur. Yakası samur kürklü paltosu eskiden bir şıklık nümunesiyken, şimdi bunamış bir
âşinâmız gibi rikkatimize dokunur. Evvelce şehrin en mûtena beş on dükkânından maadasına girmeyi kendine yaraştırmazken şimdi mahalle kahvesinde pinekler. Vaktiyle memleketin iktisadiyatında en mühim rolü oynayan bankanın direktörü tekaüde sev-kolunduğu gün yüzünü kaplamış olan hayreti şimdi hâlâ yüzünde bir maske gibi taşır. İnkâr edilen ehemmiyetinin ve lüzumunun bir gün kendini arattırmasını gözetleyen bakışlarıysa yavaş yavaş gittikçe unutulduğunu görmenin hüznüne dalar. Vaktiyle büyük bir şöhret sahibi olan şimdi meçhul bir adam olur; kimse onun evvelce bir memur mu, bir asker mi, bir politikacı mı, bir tacir mi olduğunu bilemez. Her neslin yaptığı heykeller yıkılır ve bulundukları caddeler bir mezarlık yoluna döner. İnsanların muhakemeleri zayıf, ahlâkları zayıf, fakat hafızaları bunlardan daha zayıftır. Kalblerden evvel beyinler işlemez olur. Gönüllerden evvel hâfızalar bozulur. Bunlardan dolayıdır ki, insanlar kısacık ömürlerinde muhabbetlerini de, kinlerini de, nice defalar değiştirirler. Size fenalık etmiş olan bir adam, zaman ile, yapmış olduğu bu fenalığı unutur ve sizi affetmek ister. Siz ona darılmış olduğunuz halde, o gelir size barışıklığını bir lütuf gibi izhar eder.
Zaman her şeyle aramızı açar. Zamanın mezarına bir zaman daha gömülür. Tarihî vak’alar bile, ilk anlarda ebedî zannolunan kıymetlerini zaman ile büsbütün kaybeder. Ve her şey karışmağa başlar. Birinci Meşrutiyet, Tanzimat devriyle ve İkinci Meşrutiyet birincisiyle karıştırılır. Fahim Beyin kendisi bile, ihtiyar babasının Sultan Aziz’in hal’ olunmasına verdiği ehemmiyeti atfedemiyor, bu vak’a karşısında onun duyduğu heyecanı duyamı-yordu. Fakat 1897 Yunan muharebesi esnasındaki İstanbul’a dair hâtıralarının, kıymetlerini daima muhafaza edeceğini sanmıştı. Halbuki bunların da, İtalyan ve Balkan harblerinden sonra eski ehemmiyetlerinin azalmış olduğunu ve hele Umumî Harb ve İstikbâl Harbi de olunca artık hiç kimsede hiçbir alâka uyandırmadıklarını görmüştü.
Zaman heqeyi unutturarak her malûmattan yeni cehaletler doğurur. Hemen herkesçe malûm olan bir şey, hemen herkesçe meçhul bir şey olur. Nice adamların gözleri önünde geçen vak’alar; şahitleri kalmayınca bir roman mevzuu olur, "Deli miydi, değil miydi?" derler ve "Öldürüldü mü, intihar mı etti?" diye
sorarlar. Bilen söyler, bilmeyen söyler. Kimin sesi kuvvetliyse onunki duyulur.
Şöhretler dağılarak isimler biribirine karışır. Abdülhak’ı Abdullah sanırlar. Ahmet değil Mehmed diye iddia ederler. Halbuki onun ismi Mahmud’dur. Hasan’ı Hüseyin’le karıştırırlar. Edhem Pertev Paşa’yı Pertev Paşa ile, Mahmud Celaleddin Beyi, Mah-mud Celaleddin Paşa ile, Tahsin Nahid Beyi Haşim Nahid Beyle, Hacı Adil Beyi Abdurrahman Adil Beyle karıştırırlar. "Baştanbaşa, baştanbaşa hep suitefehhüm" hakimdir. Omrümü ittihat ve Terakki Fırkasiyle mücadele etmekle geçirmiş ve bu yüzden hapishanelere girmiş, menfalara gitmiş bir adamın ismi İttihat ve Terakki'nin şöhretiyle karışır ve şimdi o masumane bir eski gurur ile dolaşırken çokları onu bu fırkanın eski zorbalarından biri zannederler. Ömründe bir kere ata binmemiş bir adamla bu at korkusu yüzünden eğlenmiş olanlardan o adamın atla bir alakası olduğu hatırlarda kalır ve şimdi çokları onu bir mütekait süvari miralayı zannederler. (Halbuki mütekait süvari feriği olan onun amcazadesidir.)
Yeni yetişen gençlerin yaşlılarla bir seviyede olmaları mümkün değildir. Zira onlar, vak’alara karşı aynı yaşta değillerdir. Bu ehemmiyetsiz bir fark değil, bilakis her şeydir.
Yeni yetişen gençler, ihtiyarların sözlerini bugünkü hayat ile alakası olmayan bir tarih kitabını okur gibi, mazi hakkında malûmat edinmek bakımından dinlerler. Yeni nesiller artık başka modalarla giyinirler (ötekiler unutulmuştu), başka gazeteler okurlar (ötekiler kapanmıştır), başka üstâdlar duyarlar (ötekiler ölmüştür), başka kitaplara inanırlar (ötekiler anlaşılmaz olmuştur), başka ışıklarla aydınlanırlar (ötekiler sönmüştür), ve bütün bunlarla, en tabiî bir tarzda, başka türlü hisseder, düşünür ve söylerler. Her yeni nesil maziyi vaki olmamış, hayatı kendisiyle başlamış telakki eder ve kendisinden evvelki nesilleri ikiye, üçe ayırmış olan kanlı mücadelelerden onun kitaplarında yanlış veya güzel, ancak bir iki cümle kalır. Eski Atina’yı yırtan dahilî mücadelelerden bugün ancak Aristofan’ın kahkahası kalmıştır!
Yaşlanan, ihtiyarlayan adam kalabalık içinde hasıl olan yalnızlığını, kendi mahallesinde peyda olan yabancılığını duymaya başlar. Artık şehrinde hemen kimseyi tanımaz olur. Daha hazini,
şahsan tanımadıkları hakkında gördükleriyle artık hiçbir fikir edinemez. Evvelce bir kılıktan, bir sesten, bir şiveden, bir telâffuz farkından, bir bakıştan bir adamın mevkiini, vaziyetini, hususiyetini teşhis ettiği halde şimdi gördüğü yüzlerin, kıyafetlerin, edâların, duyduğu seslerin ve sözlerin neye delâlet ettiklerini artık anlıyamaz. Sokakta yeni binalar ona artık eskiler gibi ruhlarını anlatmaz olur. Sokakta eski tanıdığı satıcıları, ve memurları bile göremez. Artık ne işaret memurlarını tanır, ne verdikleri işaretleri anlar; ne taharri memurlarını bilir, ne de neleri taharri ettiklerine akıl erdirebilir. Borsayı anlamak kolay değilken karaborsayı anlamak daha güç olur. Basit cümleleri bile anlamak güç olurken istihza bir bilmeceye döner. İşitilen sözler eski mânalarından boşalır, aykırı mânalar alır. Eskiden, işgüzar diye medhe-dilen adam, bu kelime ile zemmedilmiş olur. Her şey gülmek yerine ağlamağa lâyık görünür. Sadaka verilen dilenciden "Allah razı olsun" kabilinden bir duâ beklenilir. Sadaka olan dilenciler bile duâ bilmezler ve etmezler.
Her zamanda ve her yerde sokakları, meydanları, nakil vasıtalarını genç saçlariyle hep ayakta görünen yeni bir nesil kaplar. Yaşlanan, ihtiyarlayan adam uzakta başları açık birkaç gencin aralarında konuştuklarını görür. Onlar İptidai ve maddî menfaatleri hakkında görüştükleri halde, kendisi gûya fikirlerine muarız bir kafile görmüş gibi huylanır ve hemen kendi sevdiği şeyler aleyhine bir suikast olduğunu sanır. Bundan daha hazini, kendisine selâm verirler ve o, artık bu kendisine selâm verenlerin bile bir kısmının kimler olduklarını hatırlayıp bilemez. Bazan zihni bir simaya takılır ve günlerce: "Bu kimdi? Tanıyorum ama, kimdi?" diyen bir hisle kalır. Nice zaman sonra. "Ha! Bana selâm veren filâncıymış!" der, "nasıl oldu da hatırlayamadım!"
Fakat yaşlanan, ihtiyarlayan adam için bütün bu gördüklerinden daha acı gelen başka dersler de vardır: Gençler ihtiyarlara rastgeldikçe onları evveldenberi ihtiyar sanırlar. Fakat yaşlılar nazarında her ihtiyar eski gençliğinin viranesi ve her kadın eski güzelliğinin harabesidir. Vaktiyle, kendisi de, bütün gençler gibi, kadın güzelliğinin artık son tekâmülüne vardığını, modaların son ve kat’î şekillerini aldığını, medeniyetin bir olgunluğu demek olan bu zerafetlerin artık ebediyen erişilmiş hakikatler gibi bâkî kalacağını ummuştur. Şimdi zamanın herşeyi bozan zehirli nefe-
sine güzelliğin bile mukavemet edemediğini, onun da her şey gibi geçici, fânî olduğunu görür. Vaktiyle kat’î şekillerini aldığını sandığı eski modalar şimdi gülünç birer korkuluk olmuştur. Vaktiyle, kadınların, güzelliklerine ait hususlarda pek zekî oldukları, vücutlarının en güzel kısmı da saçları olduğundan, dünya yerinden oynasa saçlarına dokundurtmıyacakları hakkında nazariyeler serdetmiştir. Şimdi kadınların saçlarını kestirdiklerini hayretle görür. Bütün bu kesilmiş saçların yanyana teşkil edecekleri sarı, kumral ve siyah üç nehri hayattan çıkararak ademe doğru akmış gibi hayal eder. Gözleri yaşarır. "Hiç bunlara kıyılır mıydı?" diye sorar. Fakat kesik saçlı ve sanki kesik bakışlı kıvrak kızlar ve kadınlar onun bu sözlerine gülerler.
Vaktiyle sevilen güzellik şekillerinin şimdi çirkin bulunduğunu görür. Güzellik mefhumu o kadar değişmiştir ki, artık güzelle çirkini ayıramaz, biribirine karıştırır. Lâyığından fazla zayıf, doğru duramıyacak kadar uzun, esmer, teni yanmış, iri kemikli, ağzı çarpık, saçları garip, bir Acem kızına benzettiği bir kız için: "Zavallı! Ne kadar da çirkin!" diye söylenir. "Aman, ne diyorsunuz? Harikulade güzel!" diye cevap verirler. Vaktiyle, bütün beğendiği, sevdiği kadınların kendisine hep böyle genç ve güzel kalmak hususunda gûya zımnen vermiş bulundukları va’di hiçbiri tutmı-yarak hepsinin solduklarını, yıprandıklarını, ihtiyarladıklarını görür. Vaktiyle bir bahar halinde genç ve güzel bir kadından şimdi bir sonbahar halinde bir harabe kaldığını seyreder. Vaktiyle güzelliğine hayran olduğu bir kadını hatırlatan ağır tavırlı, durgun bakışlı, beyaz saçlı bir kadına rastgelir. "Leylâ Hanımın annesi midir?" diye sorar. Ona: "Hayır, annesi değil, kendisi!" derler. Vaktiyle kendine zulmetmiş kadınların bu ihtiyar hallerini görmeyi ba’de harâb-il Basra bir nevi intikama benzetir. Eski kelebekler şimdi birer tırtıl olmuş, eski melekler şimdi birer ifrit kesilmiştir. Onlar kaybettikleri güzelliklerinin tesellisini bir türlü bulamaz, ve eskiden kendi olduklarını andıran kendi kızlarının güzelliklerini kıskanırlar.
Yavaş yavaş, kendi neslinin de bozuluşunun ve azalışının farkına varmağa başlar. Arkadaşlariyle grup halinde çektirdiği bir fotoğrafa bakıp: "Bu ne fena çıkmış resim! Bu ihtiyar adam ben miyim?" diye şaşar. Kırk yıllık bir dostunun yeni kullanmağa başladığı gözlükler ona birden bir ihtiyarlık maskesi gibi görü-
nür. Camlar atında kalan gözler, bir bıçağın madenî şefkatsizliğiyle parıldar, bir kurd kıskançlığiyle yanar olmuşlardır. Devam ettiği kahvehanede her gün aldığı haberlerden çekinmeğe başlar. Hep iyi haberler isterken, ne münasebet! Hep korkunç haberler duyar.
Fakat yaşlanan, ihtiyarlayan adam, bunlardan daha acı dersler de alır: Herkes gökte yıldız arayan müneccimler gibi yaşar. Halbuki herkes yolunda açılan bir çukura düşecektir. Kendi neslinin adamlarının sarsılan bir ağaçtan kopan meyvalar gibi, birer birer yere düştüklerini görür. "Mukbil Bey pek ihtiyarladı. Kaç kere sokaklarda düştü. Ailesi artık evden dışarı bırakmıyor!" derler. Dostlarından birine de nüzul isabet ettiği haberini verirler. Ona "yıldırım isabet etti!" demişler gibi gelir. Yaşlanan, ihtiyarlayan adam, şehrin meşhur bir doktoruna ne zamandır kendini muayene ettirmek istemektedir. Bugün, yarın derken bir sabah bir de gazeteyi açar ki, sıhhati için kendine nasihatler verecek doktor ölmüş! Birkaç arkadaş, mekteplerinin bir toplantısında bir araya gelirler. Ve ne kadar azalmış olduklarının farkına varırlar. içlerinden, gidecekler gitmiş, biri hastaneye kaldırılmış, öbürü tama-miyle bunamıştır. Kendisi, tanıdıklarının adreslerini ve telefon numaralarını yazdığı bir küçük defteri vardır. Bu defter, şimdiden, adlarına fatiha okunacakların listesi haline gelmiştir.
Yaşlanan, ihtiyarlayan adamın hafızasında, böylece, bir mezarlık halkı toplanır. Mektep arkadaşları, gençlik sırdaşları, orta yaş yoldaşları, bizimle yaşlanmış akrabalarımız, hislerimizin ortakları kadınlar, hulâsa, bir ömrün en sağlam, en halis şahitleri, yeryüzünden birer birer çekilirler.
Yaşlanan, ihtiyarlayan adam, böylece, kendi dünyasının da yokluğa karışmakta olduğunu görür ve sıranın kendisine geldiğini düşünmeye başlar. Dahası: Başkalarının ölümünün herkes indinde ne kadar az ehemmiyeti olduğunu da anlar. Olüm vaktiyle taşıdığı müthiş facia hüviyetini artık kaybetmiştir. Olümün ilk zamanlarında sanmış olduğu gibi istisnaî değil, tabiî ve harikulade değil âdî birşey olduğunu öğrenir. Bu ilmi herkeste görmeye de alışır. "Falanca nezle olmuş!" der gibi. "Falanca ölmüş!" derler. Tramvaya binerken kendisine: "Aman, yakında bir gün görüşelim!" demiş olan birisinin çoktandır niçin görünmediğini sorar: "A, haberiniz yok muydu? O, çoktandır sizlere ömür..." derler.
Ve: "Yazık! Son mektubuna daha cevap yazamamıştım!" Yahut: "Onunla görülecek küçük bir işim vardı!" diyecek olurken kendini tutar, artık mektup yazmış, yahut yazmamış, o küçük İşi görmüş yahut görmemiş olmasının nasıl tamamen müsavi şeyler olduğunu düşünmeğe koyulur. Bazan bir dostun ölüm haberini veren telgraftan sonra onun evvelce postaya bırakmış olduğu mektubu verirler. Fakat artık onun bütün mânası kaybolmuştur. Biri gelip: "Ayol duydun mu? Bizim zavallı Baki de ölmüş!" der. Bu sözleri söyleyen adamla dinleyen kendisi, ölen zarafet meraklısı Baki’nin son kalmış gençlik arkadaşlarıdır. Kendileri de gidince Baki’nin yeryüzündeki hâtırasından bu kubbede bir hoş sad.â bile kalmıyacaktır.
İşte, yaşlanan, ihtiyarlayan adam bunları göre göre, bunları görerek her gün bir yaşına daha gire gire en sağlam sandığı maddiyatın da, en ebedî sandığı mâneviyatın da hep zaman denilen ve içinde yaşayan -yani, içinden geçen- her şeyin şekillerini değiştiren, vücutlarını eriten, hüviyetlerini başkalaştıran, hâtıralarını unutturan dehşetli bir unsurun mevcudiyetini anlar. Öğrenir ki, bu müthiş madde, bu gözlere görünmez ve ele geçmez zaman içinde yalnız fertler ve onların şahsî talihleri değil, yalnız binalar ve şehirler gibi maddî şeyler değil, fakat maddî ve mânevi, kudsî ve ebedî sandığımız ne varsa, telâkkilerle zevkler, âdetlerle usuller, servetlerle şöhretler, ilimlerle heyetler, dinlerle felsefeler, kıymetlerle medeniyetler, milletlerle devletler, hastalıklarla ilâçlar, ölçülerle ayarlar, kanunlar, hudutlar ve lisanlar, hepsi ve her şey gözlerimize sabit şekillerde göründükleri halde bir kasırganın savurduğu tozlar halinde havalanır, döner, döner, mütemadiyen şekil değiştirirler. Nasıl ki biz dünyayı da sabit duyarız, halbuki müthiş bir hızla dünya döner. Bütün bunlar birtakım nebatlar gibidir ki, zaman içinde kök salmaları, büyümeleri, solmaları ve kurumaları kendi hayatları iktizasındadır. Zira hayat ancak hali bozmakla devam eder. Nasıl ki bir İnsanın kendi de, ömrü ile, mazisinden ayrılır, uzaklaşır ve ona ihanet etmiş olur. Hayat dediğimiz şey bütün bunların zaman ile değişerek, karışarak meydana getirdikleri daima değişici, mutlaka muvakkat bir manzaradır.
Yaşlanan, ihtiyarlayan adam bütün bunların da zamanın zehri içinde hep bizim gibi zehirlenmeye, bizim gibi göçmeye mah-
kûm fânilerden ibaret olduklarını düşünmeye alışır. O kadar ki, bir İnsan hayatının bunların bazısının müddetinden daha uzun sürdüğünü, insanın kısa ömrü içinde onların kaçının devirlerini bitirip göçtüklerini görür. Fâni bir insan hayatının nice içtimai usûl ve kaidelerden fazla devam ettiğine; hele meselâ bir timsahın, yahut bir çınarın tabii ömürleri bunların çoğunun müddetinden ne kadar daha uzun sürdüğüne hayret eder. Öyle ki, biri çocukluğunda ötekinin ihtiyarlığını görmüş yedi asırdîde adamın ömürleri kadar zaman geçmeden evvel koca Osmanlı imparatorluğu kurulmuş, yayılmış, kısılmış ve yıkılmıştır! Öyle ki, onun bu şeylerin hiçbirine artık mücerret bir ehemmiyet vermesi, bunları değişmez mefhumlar gibi telâkki etmesi imkânı kalmaz. Bu zamandan sonra, kendisi için artık bir rahat ve saadet yoktur. Gittikçe sönen kandillere dönen gözleri bütün mukaddesatının da söndüklerini görür.
Yaşlanan, ihtiyarlayan adam, vücudunun daha yıllarca evvel çökmüş olmasına rağmen, büsbütün harap olmamış ruhiyle, daha hâlâ güzellik, aşk, vuslat gibi sihirli kelimelerin ezeli ve ebedi tesirlerine inanıp bilinmez daha hangi hatânın tashihini umarak, gündüz nice hulyaları, gece nice rüyaları gizlice bekler. Böylece ruh için her mantık dışında, hulyalariyle ve rûyalariyle gizli bir diyar kalır. Ve orada bir yâr kalır ki, hayali cihan değer. Ve senelerden sonra, yârla tekrar buluşulsa bile, o da ihtiyarlamış, bozulmuş, biçareleşmiştir.
Yaşlanan, ihtiyarlayan adam, aşkı da kaybedince, hulyaları ve rüyaları da sona erip eyvâh! ne yer, ne yâr kalır!
Yaşlanan, ihtiyarlayan adam, gönlünün, sonbahar içinde çürüyen yaprakların yaydığı bir inhizam kokusuyla dolduğunu duymaya başlar. Vaktiyle bilmediği, tabiî bulduğu bir bahar içindeyken şimdi bir sonbaharın vücuduna sindiğini, ruhuna işlediğini duyar ve böylece kendimizden evvel sanki talihimiz bunar. Bir yaş gelir ki ondan sonra ehemmiyet verdiğimiz şeyler artık tarihe karışmış, yani hayattan çıkmıştır ve bütün duâlarımıza karşı sa-yıklıyan talihten artık hiçbir mâkul cevap almamıza imkân, yani bizim imkânımız kalmamıştır!
Şimdi onun teşkil olunan resmî bir dairede yine mütercim olarak yevmiye ile çalıştığmı biliyordum. Bu müessesenin Fahim Beyi yeni tanıyan genç müdürü, onun odasında ve masasının ba-şmda, arasıra biraz uyuklayarak, saatlerce, hiçbir şey yapmadan ve hiç sıkılmıyormuş gibi bir ciddiyetle oturup beklemek kabiliyetine şaştığını söylermiş. Fakat o, sanki bütün hayatında böyle beklemiş değil miydi? Onu ikide bir, belki tramvaya bile bineme-diği için, yürüyerek geçtiği uzun tramvay yolunda, aynı edâ ve aynı mâna ile ve aynı taraftaki kaldırım üstünde görüyordum. Onun böyle geçtiğini o kadar görmüşüm ki, sanki hâlâ görür gibi oluyorum. '
Fahim Bey, kâh o sarımtrak renkli esvaplariyle, kâh sarım-trak paltosuyla ciddî, silik, tevazulu, nazik, "bir ya§ıma daha girdim!" diye tecrübesini arttırdıkça ruhu kurumuş ihtiyar, içinde belki işinin projelerini, belki gönlünün eseflerini, belki de sadece alafranga sefertasmı sakladığı çantası kolunda, geçip gidiyor! Ona yanından ıslık çalarak geçenler kendisine ıslık çalıyorlarmış gibi geliyor. Fakat o, ayıp ve yersiz şeyleri görmemeğe itina eden azim ve ihtiyat dolu nazarlariyle, onları gûya kuşkulandırmamak için, görmemezliğe gelmeyi tercih ediyor. Her zaman hep karşısındaki istikamete bakan ve gûya tâ uzaklar içinden gelen bakışla-riyle sanki hâlâ daha gülümsüyor ve yolunda kendisini ite kaka gidenlere o, sanki sürünmeden geçiyor. Geçtiği bu kalabalık yolun kargaşalığında yaşayan, kaynaşan, kabaran hakikatle, aralarında didiştiği hakikatlerle şimdi artık hakikaten hiçbir alâkası kalmamış gibi yürüyor! Bir haber vermeye, belki de imdat istemeye mecbur olmaktan çekinen, korkan bir hali var. Bir gün geçen birinin yanındakine: "Gençler için çiçeği burnunda diyoruz.
İhtiyarlar için de sümüğü burnunda diyebiliriz!" dediğini işitmiş. Bir an: "Acaba benim için mi söylüyor?" demek bir şimşek hıziy-le hatırına gelmiş. Sonra, esmayi üstüme sıçratmayım, hastalığı kendime kondurmayım der gibi, bunu işitmemezliğe, düşünme-mezliğe gelerek, kendini bir şey duymamış olmaya cebrederek, yürümüş, geçmiş. Bu uzun yolda böyle nice uzun senelerden beri yürüdüğünü hatırlayarak, gittikçe artan yalnızlığını duyuyor. Zira kendisini tanıyanlar azaldıkça yalnızlığı çoğalıyor. Onu böyle, kendi vücudünü bir yük imişçesine yorgun bir edâ ile sürükler gibi geçerken gördüğüm zamanlar, sırtındaki görünmez hâtıraların, arzuların, acıların ağırlığı altında iki büklüm olmuş sanırdım. Onun, insanların hep hüsnüniyet sahibi oldukları hakkındaki kanaatini düşünür, fakat bütün bu itimad ettiklerinden birinin olsun, kendisine bir küçük faydası olmuş muydu, ufak bir yardımı dokunmuş muydu, hatırlayamazdım. Hakikatle alâkaları kalmı-yanlar, yollarında ancak kendileri gibi hayaletlere rastgelirler. Fahim Bey eğer etrafında gördüğü oynak ve şakrak adamları böyle değil de, kendisi kadar mütevekkil ve mütehayyil görse bile hepsi kendi gönüllerine uyan hayalperestlerden yine ürkecek, onlardan bile kaçınmak isteyecekti. Gençken insanın akrabaları, arkadaşları, ahbapları, ortakları, aşkları, hazları, tadları, sazları vardır. Fakat ihtiyarladıkça bunların hâtıralarından ve hulyalarından başka bir şey kalmaz. Hakikatle hiç bir alâkaları kalmıyan ihtiyarlara yoldaş olarak, ancak kendi gönüllerinde yaşayan hâtıralar ve nedametler kalır. İhtiyarlar ancak kendi ölmüşleriyle beraber dolaşırlar. Fahim Bey de içinden geçtiği bu pmatalı kalabalıktan ziyade kendi hususî âlemindeki yalnızlığına çekilmiş, orada yaşıyor! Hattâ hazan kendi kendine söylendiğine bile şahit oluyordum! Görülüyor ki, onda artık pesimizm hâkimdir!
Fahim Bey gittikçe uzamış gibi görünen bu uzun yolunda yürüyor, geçiyor! O, artık bütün tanıdıklarımız zümresinin dışında kalmış! Eskiden onu, babam gibi, sevenlerin ve Çamlıca’daki eniştem gibi, sevmiyenlerin şimdi hemen hepsi ölmüşler, yahut, Ölmüş gibi, hep birer köşeye çekilmişler! O, artık bu dirilerle o ölüleri birbirlerinden iyice ayıramıyor! İhtiyarların böyle, mezarlara düşmeden önce, düştükleri bir "a’râf" hayatı vardır. Olüm, onlar daha hayat içindeyken, böyle yalnızlık, sükût ve inziva ile başlar. Onlar da, ölüler gibi, artık hayat dışında kalmışlardır. Ey-
vah! Şimdi onun en cemaziyelevvelini bilen, ne cemaziyelâhırını soran kimse kalmamış! Artık kimse gelip onunla bezik, poker veya briç gibi vaktiyle alafranga şimdi hemen millî oyunların gizli incelikleri hakkında istişare etmiyor, artık kimse gelip ona Avrupa politikasının esrarını, "Le Temps" gazetesinin yazdıklarını, Ispanya sefirinin, yahut Avusturya hariciye nazırının İsmini sormuyor. Yani, artık dört canibin hiçbirinden hiç kimse gelip onu ciddiye almıyor. O, gençliğinde gazetelerini okurken ve işaretlerken yaptığı gibi her şeyin birbiriyle râbıtası, dünya hayatının vahdeti yolundaki uzun nutuklarını, mev’izelerini artık söyliye-miyor, zira kulakları gittikçe ağırlaşan Saffet Hanımdan başka hiç bir dinleyicisi kalmamış! Gençlik zamanında kendisine ehemmiyet veren arkadaşlarının medh ile göklere çıkardıkları meziyetleri, ilimleri ilkbaharın sonbahar içinde erimiş ışıkları, silinmiş renkleri, uçmuş kokuları gibi izsiz geçerek yalnız kendisinde yaşadığını gördüğü bir hâtıraya dönmüşler. Yani hepsi birer duman haline gelerek zamanın boşlukları içinde dağılmışlar. O mazinin şimdi gönlünü memnun veya mütesselli edecek hiç bir alâmeti, hiç bir nişânesi kalmamış! O kadar ki, nezaket ve merhamet gibi kendi içinde hâlâ yaşadığını duyduğu faziletlerinin kendi kendisinden başka artık hiç bir müşahidi, hiç bir şahidi kalmamış!
Şimdi, gidip gelmesi o kadar kolaylaşan Bursa da ne kadar uzakta kalmış! Oradan hiç bir gelip giden yok! Hattâ bir haber alındığı yok! Vaktiyle -sonradan öğrenmiş olduğuna göre- kardeşlerinin meğer zaten satmak İstedikleri hisselerini kendisine satmaya onları ikna için bin dereden su getirerek, "ekberi evlât" bulunduğunu ileri sürerek: "Ben ölünce yine size, çocuklarınıza kalır!" diyerek ve nihayet onları ikna edince: "Oh, hele şükür, rızalarını aldım!" diyerek sevinerek satın aldığı ve Saffet Hanıma: "Bir gün olur, tamir ettiririz, görürsün, inşaallah!" dediği o Bursa’daki baba yadigârı eski ahşap ev çarpılmış, yan tarafına doğru eğrilmiş, ayakta mucize kabilinden durabiliyor, her an Belediyenin müdahalesiyle yıktırılmasından, yahut kendi kendine yıkılmasından korkuluyormuş. O uzak ve harab ev bu yoksul aile için hep bir endişe mevzuu olurmuş. Fahim Bey hazan: "Aman, Hanım! Bu gece rüyamda Bursa’daki evin yıkıldığını gördüm. Sakın bir felâket olmasın!" dermiş. Fakat kendilerinden başka hiç kimsenin ar-
tık bu felâkete verebildiği bir ehemmiyet bir mâna bile kalmamış!
Fahim Bey eskimiş ve artık kimsenin dinlemediği, duymadığı teranesini kendi kendisine tekrar ediyor ve sözünün bazan İşitilse de anlaşılmadığını görüyor. O artık gençlerle aynı lisanı konuşmuyor. Bir gün, devam ettiği müessesede, adamsızlıktan, hizmetçi bulmanın güçlüğünden bahsolunuyormuş. O, dairenin genç memurlarına, lâtife yollu:
- Bereket versin bizim eski emektarlarımız Mefkud Efendiyle Nabedid Kalfaya! Onlar olmasa, halimiz yamandı! Allah selâmet versin, her İşimizi onlar görürler! demiş.
Ciddî yüzlü genç memurlar, bakışları her türlü istihzadan âri olarak:
- Yâ? İnsanın böyle eskiden kalma adamları bulunması ne iyi şey! Biz her İşimizi kendimiz görmeye mecbur oluyoruz! diye cevap vermişler ve Fahim Beye bu pek dokunmuş. Bu cevapla kendisinin de sanki Mefkud Efendiyle Nabedid Kalfaya döndüğünü, onlar gibi gaiblere karıştığını duymuş!
imtiyaz meselesi büsbütün suya düşmemiş ama, o şimdi: "Bu işle meşgul olmaya hükümet beni tavzif edecek!" gibi büsbütün yeni, başka bir şeyler söylüyor ve, benim, içimden: "Başka bir terane tutturmuş!" diyeceğim geliyor.
Bu işinden bahsetmesini o kadar dinlemiştim ki buna başladı mı, cümlesinin baş tarafını duyar duymaz, ardından gelecek kelimeler ve diğer cümlelerin hangileri olduğunu, hem ne diyeceğini, hem nasıl diyeceğini evvelinden bilirdim. Gûya kurulmuş bir plâk dinler gibi oluyordum. Artık bir zaman oldu ki hiç bir sözünün açık bir yalan olmadığına emin olduğum bu adam söylerken hakikatin çabuk, sert ve çapraşık seslerinden ziyade kendisine mi, kime hitab ettiği bilinmez bir mev’izenin evvelinden hazırlanmış âhenklerini, ölü dalgalarını, tekerrür eden nakaratını duyar gibi olurdum. Acaba bu sözlerini kaybına alışamadığı bir emelin mateminde bize gûya bir teselli payı çıkarmak için mi söylüyordu? Zira o bunları, biz onun pek yakınları, biz onun zır-ınî şerikleriymişiz gibi, gûya o eski ümitlerimizi hâlâ beslemek istiyen müşfik bir eda ile söylerdi. O gûya yüksek sesle rûya
görenlerin hareketsiz ve solgun sesiyle sayıklıyor gibiydi ve ben sözlerinde bir hülyanın ifadesini dinler gibi olurdum.
Hülyalarından aldıkları kâmla ünsiyet ve iktifa edenler, hakikatin tehditlerinden hiç birini ciddîye almamaları ve asıl dertleriyle meşgul olmamaları yüzünden, bir gün kendilerini büyük bir yoksulluğa düşmüş bulabilirler.
Fahim Bey, halden ziyade istikbalde yaşayan bir adamdı. Bunun için değil mi ki, dışardan bakanlara her şeyden mahrum ve bahtsız görünürken o, tok hattâ gına içinde, hakikatin değil de hayalin ülkesinde kendine göre mesud olabiliyordu. Hiç bir hayal gücü olmıyanların yaptıkları bütün işleri, tahakkuk ettirdikleri bütün servetleri, en ince teferruatına kadar düşünmek ve tahayyül etmekle iktifa etmiş olan bu adam, talihin garip bir cilvesiyle, kucakhyamadığı veya elinden kaçırdığı bütün avların gönlüne sürünen gölgelerini sevip bunları okşamayı tercih ederek, aklında kazanmayı kurduğu bütün servetlerden kendini mahrum da hissetmiyor gibiydi.
Fahim Bey, cidden, kendine mahsus bir hayal âleminde ya§ı-yan bir manyak, bir "mythomane" olmuş değil miydi? O bir ömürdür tahakkuk etmiyen bu işinden hâlâ aynı emniyetle bahsetmeye nasıl kuvvet buluyordu? Kaç seneden, kaç nesilden ve kaç devirden arta kalan bu işten hâlâ onun gibi ciddiyetle bahsetmeye artık imkân mı kalmıştı? Bu işin hikâye ve macerası onun için Ibsen’in dediği gibi bir "hayatî yalan" olmuş değil miydi. Bu halini göre göre Montesquieu’nün Romalılar için söylediğini ben onun için tekrar ile: "Fahim Beyin azamet ve inhitatı" diyebilecektim. Ona bermutat: "Nasılsınız?" diye sorduktan sonra: "İşinizden ne haber?" diyecek olsam kendime rağmen dudaklarımda bir istihza tebessümü beliriyor. Yahut, etrafımda, gözlere görünmez bir takım mahlükatın gülüştüklerini duyar gibi oluyorum. Fakat, o, bunu bile anlamadan, hissedemeden, ne gariptir ki bu işine hâlâ inanıyor, ve aynı âhenkle onu anlatıyor, anlatmakla bitiremiyor, sizi de inanmaya cebretmek istiyen bunamış bir inat ve ısrar ile söylüyor, hâlâ söylüyor!
Ben, çoktan beridir, onun hayattaki günahının kendi gönlünde yaşıyan hulyaları ellerinin tutabileceği hakikatlerden ziyade sevmesi olduğuna inanmıştım. Bunun için bence onun talihinde
114
hayalden ve ölümden başka hakikat olamazdı. Halbuki ben hayatın ne kadar geçici bir şey olduğunu gittikçe daha çok his etmekle çoğalan bir ezâ duyuyordum ve artık tahammül kuvvetlerimi bi-tirdiğimdendir ki merhametimin bile ona bir faydası dokunacağını ummuyor, ve yolun karşıki kaldırımında Fahim Beyin geçtiğini görünce artık onu dinlemek için yanına gitmiyor, artık onu duymamak için, görmemezliğe gelerek, yolunda bırakıyor ve kendi yoluma devam ediyordum.