Hepimizin talih ve talihsizlik dediğimiz şeyler biribiriyle o kadar karışıktır ki bunları kendimiz bile birbirinden ayırd edemeyiz. Kader bize, aynı kayıdsız ellerle, yemekle zehri beraber verir. Bazan hayatımızda en büyük zarara girmemizle hayatımızı kurtarmamız aynı saate İsabet eder. En mühim menfaatimizin bozulmasiyle yeise düşer: "Ne talihsizmişim!" diye söyleniriz. Lâkin yarım saat geçmez, yanımızdakileri yaralıyan ve öldüren bir kazadan biz sağ ve salim kurtuluruz: "Ne talihim varmış!" deriz. Talih nedir, talihsizlik nedir? Pek de bilemeyiz.
Lâkin talihli veya talihsiz bütün İnsanlara biraz dikkat edilse iç içe yaşadıkları iki ömürleri olduğu görülür.
Bunların biri herkesin gözleri önünde geçen zevahir hayatlarıdır. Bu zahirî hayatımıza hariçten bakanların çok kere rikkatlerine dokunacak kadar kara olan bahtımız bizi ekseriya onların bile tasavvur edemiyecekleri kadar aldatır, kanatır ve ağlatır. Fakat yabancılar bu gizli dertlerimizi değil, ancak zevahir hayatımızın sathını görürler ve hakkımızda ekseriyetle onun bu haricî manzaralarına göre hüküm verirler. Halbuki çok kere bütün bunlar aldatıcıdır ve gizlenen hakikat hazan bu görünüşlerin tam aksinedir. Yabancılar evimizin yandığını, işimizin bozulduğunu, büyük bir haksızlığa dûçar olduğumuzu duyarlar ve bize acıdıklarını söylerler. Halbuki biz biliriz ki onlar tarafından acındığımız bu uğursuz sanılan zamanımız, bilâkis, hayatımızın en bahtiyar devresi ve yaşadığımız zamanın bizce en uğurlusudur. San’atkârız, en iyi eserimizi bitiririz. Kolleksiyoncuyuz, bütün emeklerimizi mükâfatlandıran bir hazine keşfederiz. Münkiriz, dinin vecdine ereriz. Hastamız, sıhhatimiz düzelir. Aşığız, sevgilime kavuşuruz. Sonsuz bir lezzet ruhumuzda çağlar. "Bu saadet bana yetişir! Ar-
tık ölümden bile korkmam!" deriz. Lâkin yabancılar ömrümüzün mahremiyetinde çağlıyan bu bahtiyarlığımızı duyamazlar. Onlar -bazan bizim bunlardan haberimiz bile olmazken- ancak bizi saadetten uzakta tuttuklarını sandıkları mahrumiyetlerimizi görürler. Yabancılar bazan bizi yaralamış olduklarını sanırlar ve bizi saran hayalimiz 6 kadar kuvvetlidir ki gönlümüze dokunmuş bile olamazlar. Bazan en hain ve acı hakikat ruhumuzun kalın zırhlarını o kadar az delebilir ki onun gelişinden, onun geçişinden haberimiz bile olmaz. Yabancılar bizi ezilmiş sanırlar ve biz kendimizi bir hayal içinden sıyrılmış duyarız. Hakikatin hakikatinden bile şüpheleniriz. Acaba hakikat miydi? deriz. Hayal nedir, hakikat nedir? Pek de bilemeyiz.
Adam yaşadıkça, yaşlandıkça görüyor ki insanlar bu zahirî hayatlarının muvaffakiyetleri için ne kadar üzülseler bile, bütün bu hayatlarının tekmil vakaları ve faciaları yine hep sathî kalıyor ve ruhlarının selâmetine ancak hafif ve gevşek bağlarla bağlanıyor. Bu şeyler bizim maddî mevcudiyetimizi sarsarken daha derin ve mahrem bir tabakamız bunları sanki duymuyor. Çoğumuzun ruhu hayat için kurduğumuz ümitlere bile yabancı kalıyor ve böylece, insan, denilebilir ki, kendi talihine de lâkayt kalabiliyor. insanın kendi talihi de kendisine pek ehemmiyeti olmıyan bir şey diye gözüküyor. Zira -her ne kadar garip olsa da- mahrum olmak muhtaç olmak değil ve mahzun olmak mes’ud olmamak değildir. Şüphe yok ki aydınlık veya karanlık zamanlarımız olabilir. Lâkin neş’emizin ve hüznümüzün mayası asıl vücudümü-zün ve ruhumuzun bir usaresidir. Aynı şartlar içinde memnun veya mahzun olabiliyoruz. insanlar başlarına hariçten gelen felâketlerden ve saadetlerden ziyade bu halleri duyuş ve hazmediş kabiliyetleriyle, dünya ile ve kendi nefisleriyle mücadele tarzlariyle-dir ki biribirlerinden ayrılırlar. Yani bunları yener, bahtiyar; yahut bunlara yenilir, bedbaht olurlar. Bazı tabiatların bedbahtlıkla, ve bazılarınınsa bahtiyarlıkla imtizaçları mümkün değildir. Bazılarının hayatında tesadüflerin bütün lezzetleri dinmiyen bir rahmet gibi yağsa onlar kendi kendilerinden intikam almaya başladılar mı, eyvah! artık hayatın bütün nimetleri kendi duydukları tabiî acıyı ve felâketi bir türlü söndüremiyecektir!
Her insanın zevahir hayatının altında bir de gizli kalan ve sırf kendi hilkati ve ruhiyle yaşadığı büsbütün mahrem bir ömrü var-
dır ki bu hayat içimizde kendi üstüne kapanmış olan bir âlemin mahsulüdür. Yabancılar bunu seçemez ve göremezler ve, talihin bütün engellerine rağmen, bu gizli ve mahrem hayatın insanı kısmen olsun tatmin etmesi mukadderdir. Çünkü günlerle gecelerimizin her saniyesinde bizi durmadan usul ile şiddetle kaderimize doğru iten, sürükleyen kuvvet kendi kendimiziz. Bu kör talihimizi nasıl hiç sevmemiş olabilir ve ondan nasıl hiç kâm almamış olabiliriz ki onu kısmen de yaratan kendi zevkimizdir. Talihimiz demek kısmen kendimiz demek ve kaderimizin tahakkuku demek de benliğimizin inkişafı demektir. Etrafımızda gördüğümüz dünya ve yaşadığımız hayat şahsî telâkkimizin birer mahsulüdür. Dünyamız bize göre olduğu gibi hayatımız da kısmen tabiatimi-zin yarattığı bir şeydir ve hilkatimiz neyi istiyorsa odur. Yaşadıkça kendi kabuğunu yetiştiren sümüklü böcek gibi talihimizi biz kendimiz öreriz. Talihimiz bizi tamamlıyan kendi varlığımız, kendi kurduğumuz bir ikinci vücudumuzdur ki herkese küserek bunun içine çekilmeyi severiz.
Talihimizin yoksulluğu ne olursa olsun ruhun kendini kurtaran gınaları ve istiğnaları, mest ve mağrur bırakan hulyaları ve rüyaları vardır. Talihin yükü altında ezilen insan bu yükle ezil-miyen bir ruha sahiptir. Bize tabiatımızı mukadder kılan ve her şeye rağmen de kudretini muhafaza eden işte bu ruhtur. Bu insan ruhu şahsî talihin fevkine çıkan, fâniliğinin içinden başını yükselterek kısmen de gökleri koklıyan, göklerin sonsuzluğuna karışan, ebediyetin lezzetini tadan ve onun mukadderatına iştirak eden bir ilâhdır ve bunun içindir ki yaşamakta daima hayvani -ilâhî bir lezzet, bir tat duyulur. Saadet bilhassa fiziyolojik bir şeydir. Her mahlûk için dünya bir cennet, her can için hayat bir vuslattır. O kadar ki din ve iman dediğimiz şeyin esası bile ahrette yine hayata kavuşmak hulyası, yine yaşamak rüyasıdır ve bundan dolayıdır ki bir insan ömrünün semanın uzak mesafeleri kadar nakıs ve noksan gördüğümüz genişliği yine insanın ruhuna sonsuz bir hayret verir.
Benim, Fahim Beyin eski bir rüyasını, zamanı geçtikten sonra gelen vuslatların beyhudeliği yüzünden, tenkid etmiş olduğum mağrur gençlik senelerimden beri tecrübem artmıştı. O zamanlardan beri görmüştüm ki asıl sevgilerimiz gönlümüzde yaşıyan hulyalarımız ve asıl sevgililerimiz hayat çölünde ufuklarımızı her
an süsleyen kendi ruhumuz ve kendi gözlerimizle yaratılmış se-raplarımızdır. Hulâsa ancak kendi gönlümüzde ve hayalimizde yaşattıklarımızdır ve bize nasib olan vuslatlarsa onların vücutlarına nisbetle ancak gölgeleri gibi kalır. Her zaman hakikat içimizde kalan arzu, hayal ise elimize geçen vuslattır. Zira hayalin vardığı mesafeler dünyevî hiç bir hakikatte bulunamaz, mademki onlar bu yeryüzü hakikatinin dar ölçülerine uymaz ve dünyaya sığmaz. En samimî dostlarımız gibi en büyük hamilerimiz içimizdeki emellerimiz ve hulyalarımızdır. En büyük saadetimiz onların gölgesinde yaşıyarak, onların kevserine kanarak, onlarla anlaşmamız ve kaynaşmamızdır. Mahrum veya muhteşem işte bize miras olan talih budur!
Talihimiz, geceler ve günlerimizin zamaniyle, içimizde hulya ve arzularımızı dokudukça biz onlara varmış oluruz ve böylece bütün ömrümüzde beklediğimiz saadet gönlümüzü aşkiyle o kadar doldurur ki biz daha hasretini çekerken bile, çok kere bu mahrumiyetimizi duyamaz, kendimizi onun cennetinde sanırız. Zavallı Fahim Bey! Kim bilir o nâşad gönlünüz bile, bu yoksul günler ve gecelerinizin ezelî şiirinde, size kaç kere böyle şâd görünmüştür!
119
XXI
Bir Gün Olur...
Hattâ, kim bilir, belki bir gün olur, biz ölüm döşelindeyken, talihimizin bu lütfu hastalığımızın za’fiyle birleşerek, bize belki bütün ömrümüz boyunca beslediğimiz hulya ve arzularımızın olgun salkımlarını sunar. Zavallı Fahim Bey! Kim bilir, belki siz de, son gününüz veya gecenizde, bütün o mahrum hayatınızı, hattâ sizi aidatmış olan çünkü hiç bir va’di tahakkuk etmiyen o ilk rüyanızı unutmuş, kim bilir, belki bu defa da size bütün isteklerinizin vuslatını nasib ederek sizi ölümün kucağına doymuş ve tok götüren tatlı bir rüya görmüşsünüzdür. Hayatın başlangıcı gibi sonu da bir ninni, masal ve uyku ihtiyacını duyuyor, Belki, yanınızda Saffet Hanımın şefkatini bir ninni gibi duyduğunuz o sonuncu gün veya gece, bütün ömrünüz boyunca susamış olduğunuz nimetler, kim bilir, belki sizin olmuştu. Kim bilir, belki ömrünüzün bütün nahoş mevsimlerini, yoksul ve felâketli senelerini yorgun zihninizden silerek, ancak kuvvetlerinizin taze bulunduğu, ruhunuzu hulya ile dolduran ilk zamanlarınızın emellerini, konağınızın boş odaları içinden ve gençliğinizin eşiğinden her sabah kemanınızla hayata, saadete, kim bilir hangi muvaffakiyetlere ve hangi vuslatlara doğru saldığınız ısrarlı, uzun dâvetleri-nizi hatırladınız. Kim bilir, belki de, siz, yatağınızda, ıztırapları-nıza merhemler gibi sürünen bir rahatlık hissiyle duydunuz ki artık işiniz muradınıza göre bir hakikat oldu. O kurak ve çorak hayatınıza bir altın yağmuru, bol bol ve çoktan beklediğiniz bir rahmet gibi yağdı. Saffet Hanımın harap gönlüyle Bursa’daki harap evinizi tamir ettiniz. Hayatımızda bize her adımda refakat eden fuzulî düşmanlarımızın ordusunu nadim ve mahcup gördünüz ve size bütün ömrünüzde hem gülmüş hem hased etmiş olanları siz ancak tebessüm eden bakışlarla süzmeyi kâfi buldunuz. Nihayet hayatın ve insanların artık umduğunuz gibi insaf ettiklerini görerek, kendinize hak verdiniz, ve böylece, kim bilir, belki
işinizi yoluna koymuş, talihinizi ikmal etmiş olduğunuza kanaatle memnun, müsterih ve rahat ölmüşsünüzdür.
Fakat kim bilir, bu belki de, size acıyan kalbimle, ancak benim görebildiğim bir rüyadır. Kim bilir, belki de yaşıyanlar hulya ve rüyalarına daha hâlâ doymamışlarken, ölecek olanlar, belki artık rüya göremezler. Akşamın vahim rüzgârı esmeye, gölgeler ürpertmeye başlayınca, hulyası içindeki ruh huylanarak bütün vücudünde bir titreme duyar. Ademin kendisini soğuk kucağı içine çekmeye başladığını hisseder. Ademin karanlığı gönlüne işler, fakat bunu duyan hiç kimse geçmiş zamanına ve rüyasına doğru geri dönemez. Herkes kendini ümit ve hayal âlemlerinde uçuran kanatların kapanmak sırası geldiğini, herkes önündeki gölgeye yıkılmaya mahkûm olduğunu anlar. Kim bilir, ölecek olanların belki gözleri artık açılır ve onlar yalnız kuru hakikati görürler. Öleceği sırada aklı başına gelmiş olan Don Kişot gibi, onlar da, saffet ve gafletleriyle, ömürlerinde neye kıymet verdiler, nelere fedakârlık ettilerse bunların hepsinin boş olduğunu, kimleri sevdiler ve kimlere ehemmiyet verdilerse onların kendilerini aldatmış olduklarını, ve kendilerinin ömürleri boyunca, bütün aldanmakla ve kendi kendilerini aldatmakla delicesine yaşamış olduklarını anlarlar. Kim bilir, belki de insanların çoğu böylece artık aldanmadıkları, artık ummadıkları, artık ümid edemedikleri, artık hayal kuramadıkları için ölürler ve gözler belki açıldığı içindir ki ilelebet kapanmaya mahkûm olur. Hayatın hulyası içinde yaşıyanların ölmeden önce böyle bir an için gafletlerinden uyanarak bütün ömürlerinin iflâsını görmeleri elbette fecî olacak. Ölümün geldiği bu anın ye’si o kadar vahşi olacak ki onu tasavvur ederken bile, ruh, haşyetle titriyor!
Evet, bir gün, olur, insan, gençken ruhunda parlıyan bütün yıldızların birer birer söndüğünü görür. Ruhumuzu içtiğimiz su ve yediğimiz ekmek gibi besliyen emeller ve ümitlerimiz birer birer bizi terkeder. Fakat bir gün olur, hayatımızdan kudsî bildiğimiz bu göklerimizi, bu yıldızlarımızı, bu hulyalarımızı zayi etmiş olduğumuza bile lakayt kalırız. Bir gün olur, tılsımı bozulmuş gibi bütün dünyamızın benzi solar. Gönlümüzde bir şafak aydınlığı kararır, karanlığa döner, insan kendinin bütün kâinat içinde yalnızlığını duyar ve garipser, vücudumuzda haz almak imkânı kalmaz, ümitten aç, aşktan susuz, hulyadan havasız kalır,
sonuncu yalnızlığımıza ve çaresizliğimize düştüğümüzü duyarız. Artık bütün hayat boyunca beklediğimiz nimeti istemek bile bize tahammül edilmez bir külfet olur. Bir köşede hâlâ bizi bekler gibi duran babadan kalma ihtiyar evlerimiz, mucize kabilinden ayakta duruşları bize ebediyete kadar sağlam birer mâbet gibi görünen kudsî itikatlarımız, unutmayı canımızla ödemeye razı olduğumuz nedametlerimiz, nefesleri kemiklerimize kadar işliyen yakın ve uzak sevgililerimiz, toprağın içinde çürüdükleri halde ancak biraz hafızamızda yaşadıkları için hâlâ yarın ahrette bulacağımızı umduğumuz ölülerimiz ve ruhumuzun teneffüs ettiği hava gibi duyduğumuz hâtıralarımız, bütün bu sağlı sollu, geceli gündüzlü sıyanet meleklerimiz, bir gün olur, hepsi ve her şey dermansız ruhumuzun kararan güneşiyle birlikte eriyerek, sönerek, ve dermansız vücudumuzun kanı gibi dökülerek, gözlerimizden düşerek, yerlere düşerek, bir gün olur hepsi ve her şey isimsiz bir çöküntü ve silinti içinde ezilir, birleşir, kararır ve biz artık bunları biribirinden ayıramayız. Biz artık ruhumuzun bin bir his, endişe, sual ve hayalini unutarak, tam bir kayıtsızlığa düşer, ne umduğumuzu, ne olduğumuzu, ve ne aramış ve ne yapmış olduğumuzu kendimiz bile hatırlıyamaz ve bilemeyiz!
Ey kendisini gören herkesin türlü türlü bulduğu, başka başka bildiği Fahim Bey! Size, belki kendisinden tevarüs ettiğiniz fikirleri ağzınızdan işittikçe "benim akıllı oğlum!" diye hitabeden babanızın, ve, vaktiyle "dünyanın en iyi adamlarındandır" diye sizi göklere çıkaran babamın mı hakları vardı. Halbuki eniştemize göre, sadece bir frenk mukallidi, dolayısiyle dinsiz ve tehlikeli bir adamdınız. Kendisine bahşiş veremediğiniz han kapıcısı sizi "na-letin biri" sayar, eski gazetelerinizin ince kâğıt parçalariyle işaretli yerlerini karıştırdığı için kendisine ifrit kesildiğinizi gören hizmetçi size bir nevi deli diye bakar, daha edeceğiniz nice iyilikleri bekliyen Reji hademesi sizi evliya bilir, bense sizi, hisler ve fikirlerim yavaş- yavaş ve parça parça değiştikçe, geçmiş zamanın hoş görünüşlü, hoş sözlü, bir hayli vakit kaybettirici ve biraz safdil bir ihtiyarı bulurken, siz, hakikaten bütün za’fı ancak iyiliğinden gelen bir adam mıydınız? Hakh olanlar bizler miydik? Yoksa, Saffet Hanıma sizin karınız olmuş diye acıyan o hanımlar mıydı? Ve siz, za’fınızla bedbaht olup bedbaht eden akılsız ve uğursuz bir insan mıydınız? Hayatı ve dünyayı kendi iyiliğinize göre duyduğunuz için hep aldandınız mıydı? Aldanışınız kendinizi aldatmak mıydı, başkalarını mı aldatmaya yaradı? Sizi kendinize zengin bir iş sahibi farzettiren hulyalarınızı, hayatınızı tedavi için, bir ilâç gibi mi aldınız, yoksa bunları hayat içinde kalp akçalar gibi mi harcadınız? Bütün ömrünüz ciddî ve masum bir bekleyişle mi geçti, bu intizarı siz hodgâmlığınızı örten bir perde gibi mi kullandınız? Varmak istediği diyarı gönlünde taşıyan bir sairfil-menam gibi âdeta haberiniz olmadan mı geziyor, uyuyor gibi mi yaşıyordunuz/ Arzunuzla iradenizi telif edebilmiş ve azminizi arzularınıza göre tahrik edebilmiş miydiniz? Yoksa iradenizin emirlerini hareketlerinizde zahmetle mi tatbik ediyordunuz? Başkalarını düşünmekten kendinizi düşünemediniz miydi? Yoksa
kendinizi düşünmekten başkalarını mı düşünemedinizdi? Yabancıların gözlerini boyayan feragatiniz arkasında siz rahatına düşkün bir hodgâm mıydınız? İçinizde, hepimizde olduğu gibi yaşı-yan muhtelif şahsiyetleri telif edebilmiş miydiniz? Bunları kim bilir? Kim söyliyebilir? Hattâ siz bilebilir misiniz? Kendimizi biz bilebilir miyiz? Bizim hakkımızda kendimizin mi, kimin şahadeti makbuldür, kimin şahadeti makul olabilir? Kim bilir, kim diyebilir ki kendi kendimiz hakkında ilmimiz nerde biter, cehlimiz nerde başlar? Ve başkalarının cehli nerde biter, ilmi nerde başlar?
Kendimiz ve gördüklerimiz o kadar sarih tezadlarla vücude gelmişizdir ki kendimiz ve gördüklerimiz hakkında bir fikir edinmekte biz de müşkülât çekeriz. Zamanın içinde her hayatın çizdiği dairenin genişliği buna dışarıdan bakanların bütün tahminlerini aşar. Her insan ömrünün hudutları zamanın sularında halkalar gibi genişliye genişliye silinir. Bunlardan biz sanki ne duyarız? Bizim yabancı bir hayattan sanki bildiğimiz nedir? Ve başkalarının bizden bilecekleri sanki ne olabilir? Her İnsan münasebette bulunduğu adamı hemen bir tek yüziyle tanır. Kadın kendisini seveni zevc olarak, çocuk kendisine ders vereni hoca olarak, fakir kendisine para vereni iyi olarak tanır. Fakat onların başka yüzleri de vardır! Bir mahlûk, gönliyle yapyalnız kalınca nasıl değişir! Kimse bu değişmiş insanı tanıyamaz, kimse onun yalnızlığına giremez, kimse kimseyi tekmil yüzleriyle, bütün insanlığiyle bilemez? Başkaları bizi nasıl anlıyabilirler ki biz de senelerce zamanımızı bir adamı tetkik etmeye, duymaya ve hakkında hüküm vermeye, tahsis etsek ona dair söyliyebileceğimiz beş on sözün acaba kaçı doğru olabilir? Acaba bir tanesinin hakikate uygunluğu olabilir mi? Bir insanın kendi kendisinin olduğunu sandığı adamla onu başkalarının olduğunu sandıkları adam arasında ne ayrılıklar vardır! O kadar farklar vardır ki bunların arasında hazan bir benzeyiş bile kalmaz! Başka türlü yaşıyan bir adamın kafasında ise hayaliyle yaşadığı başka bir hayat vardır ve o kendini herkesin hakikî dedikleri hayatına değil, bu hayalî hayatına göre muhakeme eder. Halbuki hakikî ve hayalî bu iki hayatı yaşıyan adamlar arasında da ne tezatlar bulunur! Komşularının gördükleri ve bildiklerini sandıkları adam mı, aynasının karşısında görünen yüzüne şaşan ve buna değil ancak kendi içindeki görünmez benliğine inanan adam mı, yoksa bu İnandığı şahsiyetine hayatın-
da daima ihanet ederek kendi inandığı sözlerine uymıyan hareketlere geçen adam mı hangisi hakikîsidir? Bunların hiç biri mi doğru değildir? Bunların hepsinin arasında bir ayrı hakikat, tevazününü bu tezatlardan bulan başka bir adam mı vardır? Kim bilir, kim diyebilir ki bir insanın hakikati ve olduğu nerde biter, rüyası, hulyası, yalanı ve olacağı nerde başlar?
Sanki ne biliyoruz? Ne kadar az biliyoruz! Hele bildiklerimizin ne kadar azını yapabiliyoruz! Ne olduğumuzu ve ne işlediğimizi hangimiz biliriz? Hele yabancılar nasıl bilsinler? Bir adamın gördüğümüze emin olduğumuz herhangi bir hareketi üzerine onun lehinde veya aleyhinde bir hüküm vermek yanlış ve haksız olabilir. Zira bir insanın kendi hareketleri bile, bazan, kendi aleyhine yalnız şahadet değil, hattâ iftira edebilir. Onun hakikî ahlâkının vasfını bilmek için böyle bir tek hareketi değil, hayatının bütünü hakkında bir fikir edinmelidir. Bir insanın içinde daima saklı kalan hakikî benliğini tanıdığını kim iddia edebilir? Muayyen bir noktasına kadar yaşadığımız bütün bir hayattan sonra biz ancak biraz kendimizi tanıyabildiğimizi zannederiz. Fakat bir an içinde bir hırs, bir kin, bir aşk yahut nefsimizi müdafaa kaygusu bizi sevk ederse nerelere kadar sürüklenebileceğimizi, nelere muvaffak olabileceğimizi biz kendimiz bile evvelinden nasıl idrak edebiliriz? Kimse göründüğü gibi değildir. Fakat kimse görünmediği ve kendi olduğunu sandığı gibi de değildir. Kimse bizi kendimizin olduğumuzu sandığımız gibi göremez. Kimsenin nasıl olduğunu hiç kimse bilmez. Başkalarının gözleri en tabiî mânamızı başka manalara çekerler. Biz sevgiyle gülümseriz ve onlar yüzümüzü kin ile buruşmuş görürler. Yabancı gözler ve izânlar bizi olduğumuzdan büsbütün başka, ya şişman ve kısa, ya zayıf ve uzun gösteren bozucu ve güldürücü aynalardır. Bunların içinde biz kendi kendimizi görebilsek şüphesiz bildiğimiz kendimize benzetemezdik. Fakat bizi gören bu yabancı gözlerin koydukları şekillere girmeye mahkûmuz. Zira kendimizin olduğumuzu sandığımız şekilde görünmemizin ise hiç imkânı yoktur. Biz bile kendimizi en sadık bir aynada görmek istesek nefesimizin buğusu aynamızı bulandırır ve gözlerimizi şaşırtır. Ancak biz kendimizi o kadar kıymetli duyarız, kendi lüzumumuza o kadar kanarız ki başkalarının hakkımızdaki fikirlerini bu sağlam kanaatimize karşı birer ihanet sayarız. Biz usluyken bize deli dediklerini
işitiriz. Lâkin biz de bilmeyiz ki hayat içinde pek uslu olmakla biraz deli olmak aynı yola çıkar mı, çıkmaz mı? Kendi şuurumuz hayatımızın mantığını bir cinnet sayabilir. Fakat hayatımızın mantığı kendi izânımıza her an güler ve onu istihfaf eder. En mâkul adamların bile, en mâkul adamların hele, bazan delilik yapmaya meyilleri, istekleri, ihtiyaçları olmaz mı? Delilik, suların, havanın, bütün tabiatın bir nevi başıboş mantığı değil midir? Bunları nasıl bilelim ki hep buhar gibi kaynaşan hudutlar üstündeyiz! Bu hükmü kim verebilir ve bu işe kim hakem olabilir? Kim bilir, kim diyebilir ki delilikteki usluluk nerde biter, usluluktaki delilik nerde başlar?
Arşimed kendisine bu toprak dışında bir istinat noktası verilse dünyayı kaldıracağını söylermiş. Biz de kendimizi muhakeme, tâdil ve tedavi için kendimizin dışında dayanacak bir nokta bulmaktan aynen bu kadar imkânsızlıkla karılaşırız. Biz en evvel başkalarına kaqı vazifelerle mi bağlıyız? Yoksa en önce kendi ruhumuza kaqı mı mesuliyetlerimiz vardır? En mahrem benliğimizin inkişafını temin etmek yabancılara olan vazifemizden daha az mı ehemmiyetlidir, yoksa daha mühim sayılmaz mı? Başlarımızda fikirlerimiz ve gönüllerimizde hislerimiz göklerde toplanıp bozulan bulutlara benzer. Daima muvakkat bir takım ihtişamlar kurar, sonra dağılırlar. İkide bir yapılıp yıkılan bu kâinatımız-dansa yabancıların haberleri olmaz. Hattâ biz bile, bazan, onların gafili bulunuruz. Biz de, nice defalar, tanımadığımız, hattâ bir başkasının sandığımız bir zihniyetle harekete geçeriz. Bütün günlerimiz için kendimize bir yol çizer, sonra, her gün bunun aksine hareket ederiz. Kendimizi bazan kendimizden bile ne kadar uzak buluruz! Sanki tanımadığımız, yabancı bir kalble hissederiz. Bazan da kendi kendimizle mutabıkken o kadar heqeyden uzak ve yalnız kalırız ki bütün dünyanın kendimize kaqı yabancılığını, yeryüzünün gurbeti içinde bir biykes hayatı yaşadığımızı duyarız. Ancak bütün bunlar o kadar içiçe geçen ve değişen duygulardır ki biz kendimiz de bilemeyiz, herkesle karâbetimiz ve dünya ile dostluğumuz nerde biter, dünyadaki yalnızlığımız ve herkese yabancılığımız nerde başlar?
Gönlümüzün hayal ve muhal iklimlerinde açılmış öyle samimî emelleri vardır ki vücudumuzun nesci kadar bizimken yine en tabiî zaaflarımız bunları bir takım yalanlara çevirir. Ahlâkî,
mânevî öyle meziyetlerimiz vardır ki irademizin ihmalleri bunları bir takım kusurlara döndürür. İçimizde öyle zaaflar vardır ki bunlar kendilerini tehlikede sandı mı, bize insan iradesinin üstünde bir takım kuvvetler verir. Zekâmızın öyle istiğnaları, ancak kendini tatmin eden öyle gururları ve ancak kendi kendisinin şahadetiyle iktifa eden öyle sükûtları olur ki bunlar bazan bizi hayat ve hakikat karşısında zekâdan büsbütün mahrum bir adamın kalacağı mevkide, hattâ onun kalmıyacağı mevkide bırakır. Çok kere, mazide, aklımızın bize yâr olmamış olduğunu, fırsat ve zaman geçtikten sonra farkederiz. Çok kere de kendi kendimize etmiş olduğumuzu bize hiç bir düşmanın yapamıyacağını görürüz. Ömrümüzün yarısı böyle, diğer kısmında işlemiş olduğumuz hatâları tamir ve tashih ile geçer, fakat yazık ki bütün bu tecrübelerimizden istifade etmek içinse önümüzde ikinci bir ömrümüz yoktur. Hayat içinde bunca emeklerimizin verdiği mahsuller bazan korkulu rûya ve kâbuslarda gördüğümüz acayip mahlûkları andırır. Bu çoşkun ejderhaların onları doğurmuş ve beslemiş olan mûnis arzularımıza ne kadar benzemediklerine elbette siz de şaşmışsınızdır. Bazan bir kalbi incitmekden çekiniriz ve sonra o kalbin bizim yıllarca sürmüş bir gafletimizle kırılmış olduğunu öğreniriz. Bazan iyilik yapmak hevesiyle fenalık etmiş olduğumuzu anlarız. Bazan da yaptığımız fena bir şeyden iyi bir netice doğar. Böyle, istemiyerek işlediğimiz fenalıkların ve bilmi-yerek yaptığımız iyiliklerin haddi, hesabı mı vardır? Bunları kim bilir? Bilse bilse bir Allah bilecek değil midir? Gönlümüzün dikenleri kaç ele batmış ve kaç kalbi kanatmıştır! Gönlümüzün gülleriyse, hâlâ, asıl kıymetlerimiz gibi, kalbimizin kaniyle beslediğimiz sevgililerimiz değil midir? Her gün belki iyi diye yaptıklarımızdan çıkan menhus neticeleri gördükçe sanki hangimizin kime, ve sanki ne demeye hakkı olabilir? İyilik de, fenalık da, güvercinlerin boyunlarındaki tüylerin renkleri gibi, içiçe geçen ve morumsu olanların nerde başladığı, güvezimsi olanların nereye kadar devam ettiği ve pembemsi olanların nerde bittiği hiç de belli olmıyan, hattâ, dahası, gelen ışıklara, geçen rüzgârlara uyarak, daima değişen ve kâh böyle ve kâh öyle gözüken şeyler değil midir? Bunların sınırlarını kim tesbit edebilir; kim bilir, !<im diyebilir ki iyilik dediğimiz şeyler nerde biter, fenalık dediğimiz şeyler nerde başlar?
Hayatın mânaları çıplak vücutlarımızı sararak havalanan meş-lâhlar gibi dünyanın hep birbirine zıt rüzgârlariyle, talihimizin etrafında savrularak, şekilden şekle giriyor, her an biçim değiştiriyor. Acaba hayat nedir, bizim yaptığımız bir şey mi, bizim vasıtamızla yapılan bir şey midir? Acaba kader ve talih nedir? Bizimle biten bir şey mi, bizden evvel başlamış, bizimle süren, ve bizden sonra devam edecek bir §ey midir? Ömrümüzü saran mânevî iklimler arasında hangisi bizim için hakikîsidir? Asıl hangisi ruhumuzun iklimidir? Hangisine hakikat demeliyiz? Bir zâhirî hakikat vardır ki sathî ve aldatıcıdır. Bir de geçici hakikatler vardır ki hep birer hususiyetten ibaret değil midir? Hakikatin binbir cephesi, çehresi, mânası ve başka başka görünüşleri yok mudur? Ruhunun itikadiyle yaşıyan mutekit ve hayalperest, başkaları onu ne kadar hayal içinde sanırlarsa sansınlar, kendisi hakikî hayatını yaşamış olmaz, kendisi için bir hakikat hayatı yaşamış sayılmaz mı? İhtiyacımız olan yani aşkını duyduğumuz hakikatle erişebildiğimize emin olduğumuz hakikat bir değil midir? Adımlarımızı sevk ve idare eden biz değilken yolumuzu nasıl anlarız? Vardığımız yeri bilmezken bize lâyık yeri nasıl tasavvur edebiliriz? Bütün ömürlerin sonu iflâsken hangi muvaffakiyetlerden bahsedebiliriz? Kim bilir, kim diyebilir ki hayatın galebesi nerde biter, iflâsı nerde başlar?
Bir gün bize ölümü mukadder kılan za’fımız kadar hayatta bizi riyazi bir kat’iyetle sürükliyen kuvvetler vardır. Kendimizi her zaman bunların hâkimi sanırken daima onlara tâbi oluruz. Hükmettiğimizi umduğumuz hislere zincirlerle bağlı mahkûmlar olduğumuzu ilmimiz arttıkça öğreniyoruz. Var olmadan önce yok olduğumuz gibi, var olduktan sonra da yine yok olacağımızı anlıyoruz ve bütün insanların, yeryüzünün en büyük mücrimleri gibi, hep ölüm cezasına mahkûm olduklarını biliyoruz. O iki kat’î yokluk arasındaki bu cüz’i varlığın mânası değil, ancak fâniliğinden dolayı ruha acımsı gelen tadı, lezzeti duyuluyor. Sonunda mademki tamamen mahvolacağımız bellidir, esasta mevcut olan ancak ölüm demektir. Bu ölümün geçmiş bütün insanlara ettirdiği feryatlar hafızamızda inlerken her ümit ve her hesap nafiledir, zira ölüm her imanı tekzib eder, her şeyin abes olduğunu gösterir ve her şeyi geçer. Her hayat, her vuslat ve her muvaffakiyetin rikkatimize dokunan şivesi bunların boş karanlıklar içinde
birer havaî fişek tarzında yanan ışıklarla yüksele yüksele vardıkları noktada, gönlümüze hayret veren müşfik ve parlak renklerle bir an açılarak sonra yine, çaresiz, karanlığın boşluklarına dökülüp sönmeleridir. Biz böyle boş karanlıklarda parlarken canımızla ödediğimiz bu hayat içinde kim bilir, kim diyebilir ki ölümün zaferi nerde başlar, ölümün zaferi nerde biter?
Ey kendisini gören herkesin türlü türlü bulduğu, başka başka bildiği Fahim Bey! Siz de, o dermansız halinizle, kendinizi bu tahlil edilmez kör, sağır, dilsiz ve hep kendi kafalarına göre giden kuvvetlerin masum bir esiri ve kurbanı olarak duymuş değil miydiniz? Kat’î yalnızlığa ve sükûta düşmeden, her zerreniz çürüyüp dağılmaya razı olmadan ve ölüm sizin yüzünüze de sırrını saklı-yan meçhul ve efsanevî bir adam maskesi geçirmeden evvel siz bu meseleleri halleden vazıh bir tahlile varabildiniz miydi? Siz acaba kendiniz hakkında söylenenleri duymuş, tartmış ve düşünmüş müydünüz? Acaba kendiniz hakkında siz ne teşhis koymuş ve son olarak ne hüküm vermiştiniz?
Bu son dermansızlık, İstiğna ve mutavaat anında ölümün o mutlak sükûtuna ererken, şüphem yok ki insan kendisini yerden göğe kadar mağdur ve mazur duyacak ve kendi kendisi hakkında insaf ve merhamet hisleriyle dolmuş, taşmış olacaktır. Şüphem yok ki kendimiz için ağzımızla sönecek son söz bir af ve merhamet sözü ve. gönlümüzde eriyecek son his bir şefkat, muhabbet ve hasret duygusu olacaktır.
Siz gidince büsbütün yardımsız ve yoksul kalan Saffet Hanımın, ruhunda sizin beslediğiniz hulyaların sizinle birlikte göçtüklerini görmekle, arkanızdan, ak saçlı ve ağrılarına karşı sargılı başına kurumuş ellerinin yumruklariyle vurarak: "Beni böyle bırakıp gidecek miydin?" diye dövündüğünü ve böylece belki giden sizden ziyade, kalan kendisi için ağladığım bize naklettiler. Onun size ait hislerinde bir İsabet veya ihanet olup olmadığını bilmem, fakat ben sizin kendi hakkınızda bu mûnis ve müşfik hislerden başka duygularla mütehassis olabileceğinizi tahayyül edemiyorum.
Selim İleri
ağdaş Türk edebiyatının düzyazısında, Tanpınar, Nahid Sırrı .ve Ziya Osman Saba’yla birlikte sayılı İstanbul yazarından olan Abdülhak Şinasi ’yi o kem ve o kentin insanları nasıl alımlıyor bugün?
Belki bu soruyu yanıtlamak İstiyorum.
Kentten önce edebiyatımızın tavrına bakmakta yarar var: Yaratıcı yazarın amacına, ülküsüne, ütopyasına açık, inceliklerden yana bir 'eleştiri’ geleneğimiz pek olmadığından, demin adlarını andığım yazarlar, neredeyse 'hiçbir zaman’ okura gerçekten ulaştırılmamışlardır. Onların çabası tekil, bireysel girişimler niteliğiyle kalakalmıştır, dense, yeridir.
Tanpmar'ın ölümünden onca yıl sonra, o da kısa bir süre için, parladığını biliyoruz. Huzur u bütünleyen, biri Huzura önsöz, ötekisi Huzur'a ilk sözler kapsamında romanlar, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler yazarın sağlığında 'kitaba’ bile dönüşmemiş. Tanpınar yeniden keşfedildi, 1970-1980 arası en azından 'bazı' okurlarca okundu, hakkında yazıldı çizildi; ama Tanpınar’la ilgili çok da ciddi araştırmalara ne yazık ki yol alınamadı.
Nahid Sırrı ise bugün bir iki yayınevinin çabasıyla okura sunulmak isteniyor. Dilerim dikkat çeker.
Çocukluğunun ve gençliğinin İstanbul'unu anı-öyküle-rinde dile getiren, böylece bir İstanbul yaşama biçimi kültürüne bizi alıp götüren Ziya Osman Saba'yı ise, sanırım daha çok şiirleriyle tanıyor ve her biri bir üslûp şöleni olan öykülerini bir türlü gönlümüzden okumuyoruz.
131
Aynı kader, bütün bu 'İstanbul edebiyatı’ yazarlarının tuhaf talihi, Abdülhak Şinasi’nin eserine de yansımıştır. Onun eseri yıllardan beri okurdan uzak, adeta unutulmuş, bir köşeye neredeyse terkedilmiş ...
Abdülhak Şinasi’nin tuhaf talihinde okunmak-okunmamak, okura 'iletilmek’ sorunlarının ötesinde, bir de, yeterince 'anlaşılmamak’ sorunu öne çıkar. Eserine birçok zaman, hatta çok değerli eleştirmenlerimiz, geriye dönük bir çabanın verimi diye bakılmış, bakmışlardır.
Onun geçen yüzyılın sonu, bu yüzyılın başı İstanbul’a...rahat, erinçli, artık azıcık masala karışmış bir İstanbul’a, mutlu geçtiği ileri sürülen bir çocukluk döneminin perspektifinden baktığı sanılmıştır. Bu yaklaşım, Abdülhak Şinasi’ye yönelik değerlendirmelerin en iyimseri, en olumlusudur.
Kimi eleştirmenlerimiz, edebiyat tarihçilerimiz İse, büsbütün İnsafsız davranarak, Abdülhak Şinasi Hisar imzalı eserlerin toplum sorunlarını özellikle görmezden geldiğini, bu sorunlara bakmaya Üşendiğini belirtmişler ve yazarın handiyse 'gerici’liğinde karar kılmışlardır.
Böylece zaman geçip gitmiş, yargılar yinelenmiş, Abdülhak Şinasi edebiyatımızdan usul usul silinmiştir.
Ne var ki, emek silinemiyor.
Abdülhak Şinasi’nin toplu eserine şimdi yeniden eğilirken, onun öyle mutlu bir çocukluğun gözlüğünden rahat, kaygısız bir İstanbul’a bakmadığını, toplum sorunlarına omuz silkmekle yetinmediğini, neyi yazarsa yazsın, has bir edebiyatın, kişisel üslûbunun ardını kovaladığını gönülden saptıyoruz.
Daha Fahim Bey ve Biz’de yiten İstanbul’u görmüştür. Düşlerin avcısı Fahim Bey, değişen hayata bir biçim vermeye çalışırken, bir yandan da İktisadî bozgunlarla boğuşur; Fahim Bey ve Biz’ın daha ilk satırında hep yıkımlardan geçtikten sonra ölüp gider. O, bir anlamda, imparatorluk başkentinin son insanıdır.
Fahim Bey’i, Çamlıca’daki enişteyi, Ali Nizami Bey’i ve ötekileri anlatmaya koyulan yazara, 'anlatıcı’ya gelince, bir çöküş etrafında çöküş sebeplerini saptamak, söylemek, kaleme getirmek için didinip durmuş, yeni yeni çöküşlerin -'geçmiş za-
man’dan ibret alınarak- 'yeni zaman’da artık olmasını belki boş yere temenni etmiştir.
Boğaziçi’nden, Çamlıca’dan, Büyükada’dan ve hep ferah hayatlardan söz açıyor görünen bu eser, gerçekte, ne kadar karanlık, ne kadar kasvetli ve ne derin acılardan konuşuyor:
Daha Şair Nigar Hanım portresi çizilirken (Boğaziçi Yalıları), geçip giden zamanın bir 'yokluk’la noktalanacağı vurgulanır. Yani anlatıcı yola koyulduğunda zaten her şey yok olup gitmiştir. Ama yazar için bir olanak sözkonusudur: Yokluk yazı aracılığıyla bir 'varlık’ olup çıkabilir. Boğaziçi Mehtapları' nın eşsiz "Başka Dünyaların Bizden Görebilecekleri" bölümü, özetlemeye çabaladığım yokluğun varlığa dönüşmesi serüvenini açıkça yansıtmaktadır. Burada Abdülhak Şinasi’yi, anlatıcıyı, ışık hızına erişebilmiş bir taşıtta bütün zamanlara yol alırken görür gibi oluruz...
Geçen yüzyılın ve bu yüzyılın başındaki İstanbul da yekparedir, asla eksilmemiş, eksiltilmemiştir. Öte yandan yazar onu, kentin yekpareliğini, çoktan parçalanmış, çoktan eksilmiş bir kentte yazmaya çalışmakta, belki de artık yalnızca kendisinin 'tasarladığı’ bir ütopik kenti dile getirme kaygısı gütmektedir.
Kent bir kez 'tasarlanır’ hale getirilince, yazarın didiştiği güncel sorunlar, olsa olsa, eserde aranmamalı, yaşamın ta kendisinde aranmalıdır. Abdülhak Şinasi’yi okurken, eserini kaleme getirdiği toplumsal-siyasal ortamı kapsayan bir koşut okumaya baş vurmak herhalde bir sentez fırsatıdır.
İmparatorluğun en zengin kültür beşiği İstanbul, birçok sebepten dolayı göçüp giderken, yazar da boyun eğmiş, "Bir Boğaziçi Yalısı Müzesi"yle (Seçmeler kitabı ya da Türk Yurdu Dergisi 1955 Ağustos sayısı) yetinmek durumunda kalmıştır:
"Medeniyetler tarihî rollerini ikmal edince onların hatıralarının bir mahfaza, yani bir müze içine konulması lazım gelir."
Uygarlığın burada "tarihî" rolünü ne kerte "ikmal" ettiği meselesi bir yana; öylesi müzelerin artık kotarılamayacağı bugün büsbütün hissediliyor.
O zaman geriye ne kalıyor, denecek. Geriye kalan 'İstanbul edebiyatı’na açılmış eserlerdir: Başta Abdülhak Şinasi’ninkiler, andığım öteki yazarlarımızınkiler. .. Ahmet Haşim'in İstanbul’a ilişkin düzyazılarını da unutmamak gerekiyor elbette.
Mimarinin silinmiş, eşyanın har vurulup harman savrulmuş olması, bizi büsbütün umutsuzluğa yönlendirmemeli: Abdülhak Şinasi’nin sayfalarındaki gönül duyuşu, okuru yeni ve güzel tasarımlara açabilecektir. Burada, sanıldığınca 'geçmiş zamana özlemi’ konuşmuyor, tam tersine, bir uyarlık muhasebesine girişiliyor.
Öyleyken, kemin insanı okusaydı, ola ki sorumluluk duyar, hiç değilse vicdan azabı çekerdi...
Yine de:
Git git Arabistan’a dönmüş, Honkong ya da Şikago batakhaneleriyle donanmış şimdiki kentte, Abdülhak Şinasi’nin ve 'İstanbul edebiyatı’nın sağlayabileceği 'tahayyül’le 'güzeli tasarlamak’ hiç yabana atılacak bir ilk adım değil.
Sermet S. Uysal
bdülhak Şinasi Hisar, 1888 yılında, anne tarafından büyükbabası Muhtar Bey’in Rumelihisarı’ndaki yalımında doğmuştur.
Yazarın babası Mahmut Celalettin Bey, gençliğinde iki yıl Paris’te öğrenimde bulunmuş, yurda döndükten sonra kadınlarla ilgili Mürüvvet adlı bir dergi çıkarmıştır. Ayrıca birkaç kitap bastırır. Bir de Hazne-i Evrak adlı bir edebî dergi yayınlar ki bunda: Abdülhak Hamid, Ziya Paşa, Re-caizade Ekrem’in şiirleri bulunur. Ayrıca gençleri destekler. Ba hususta Halit Ziya Uşaklıgil şunları yazıyor: "Zannederim ki ilk yazılarımı mektep vazifeleri arasında ve (farihi tabiî)ye dair taslaklar şeklinde yazar ve bunları o zaman İstanbul’un en mühim mecmuası olan (Hazine’ı Ev-rak)’a gönderirdim.
"Gariptir ki bu makale karalamalarımı o vakit mecmuanın başında bulunan Abdülhak Şinasi Hisar’ın babası Ce-lalettin Bey -ki beni hiç tanımazdı- büyük bir iltifatla der-cetmeğe başladı." (Son Posta, 6 Şubat 1943).
istibdadın artıp fikir ve san’at adamlarının herbiri bir yana gönderilirken Mahmut Celalettin Bey de önce Ceza-ir-i Bahr-i Sefid ve sonra Beyrut Maarif Müdürlüğü’ne yollanır.
Osmanlı Nuri'nin "Şehreminleri" adlı eserine göre yazarın babasının dedesi şehreminliği yapınış ve Mısır Kethüdalığı’nda bulunmuş olan Tanzimat ricalinden Hacı Rüstem Efendi’dir. O da: "Enderun-u Hü-mayun’dan muharreç Mustafa Efendi'nin oğlu’dur. (aynı eser, s. 54). Sicilli Osman! yazarının anlattığına göre: "ziservet (servetli) ve halim "dir. Hüsam Efendi'nin oğlu, Şehremaneti Genel Müfettişliği'nde bulunmuş olan Selahattin Bey; onun oğlu da yazarın babası Mahmut Celâllettin Bey’dir.
135
İstanbul’da bulunduğu zamanlarda ise, arkadaşları ile buluşup, sofra başında sohbet etmeyi sever: "Yeni açılmış Bonıonti bahçesinde Abdülhak Hamid’le birlikte, bir akşamdan gece yarısına kadar güle eğlene iki küçük bira fıçısını nasıl içerek bitirmiş ve sonra buna nasıl gülmekten katılmış olduklarını hikaye eder." (Fahim Bey ve Biz, sayfa: 114)
Hatta yazar, Fahim Bey’i bile, babasının: "Galatasaray’ın karşısındaki bir binanın birinci katında bulunan bir lokantaya bir iki kadeh rakı içmeye" gitnıiş olduğu bir akşanı tanır. (Aynı eser, s. 12).
İşte devrine göre bu kültürlü ve zevk ehli İnsan bir gün Neyir Hanım’ı görüp beğenir... Ve ailesine istetir. Fakat kız tarafı, Mahmut Celalettin Bey o zamanlar için uzakça bir yer sayılan Büyükada’da oturuyor diye, ilk zamanlar bu evlenmeye pek yanaşmak istemezler. Fakat İş sonra tatlıya bağlanır.
Yazar bunu Geçmiş Zaman Köşkleri adlı eserinde şöyle anlatıyor: "Babamın âilesi anneminkine müracaatle oğullariyle kızlarının birleşmesini teklif ettiği zaman annemin akrabası bir kararsızlık devresi geçirmişler. Zira -bir bahriyelinin tertemiz ve ütülü esvabında müstakbel fırtına ihtimallerini görür gibi- Büyükada’da oturan erkek tarafının mahallesini biraz daha fazla, denizaşırı bulmuşlar. Az kalmış söz verilemiyecek, bu yüzden de ben dünyaya gelemiyecekmişim. Fakat damat beyin Rumelihisa-rı’ndaki eve yerleşeceği ve Büyükada’ya ise arada bir, iyi havalarda gidileceği karariyle mesele halledilmiş." (s. 16).
Neyir Hanım’la Mahmut Celalettin Bey’in, evlenmelerinden bir yıl sonra bir erkek çocukları olur. Tanzimat’ın idealist siması Şinasi’yi ve en zarif san’atçısı Abdülhak Hamid’i çok seven baba, oğluna bu iki insanın adını birleştirerek verir: Abdülhak Şinasi...
İki yıl sonra bir oğulları daha olur: Selim Nüzhet...
Bu iki çocuğun hayatları bir masal havası içinde geçmeye başlar: "Bazı gecelerde, yemekten sonraları, hanımlara bir bülbül
Neyir Hanım da köklü bir soydandır. Bilinen ataları arasında II. Mahmut devrinde yaşamış olan Veli Paşa vardır. Veli Paşa'nın ^lu son Belgrad muhafızı olan Selim Paşa'dır. Onun da oğlu Tophane-i Amire katibi Muhtar Bey'dir (ki, Abdülhak Şinasi onun yalısında doğar).
Muhtar Bey'in bir kızı olur: Neyir Hanım... Ve baba yavrusunun kültürüne çok önem verir.
dinlemek arzusu gelir ve çocuklar da hareket ve değişiklik zevkiyle, hemen bu arzuya uyarak, bu fikri sevinçle alkışlardık. Ba-zan, nizama riayet etmek için ucunda bir fener yanan kayığa biner, Baltalimanı’ndan geçer, Körfez’e ve Dere’ye bülbül dinlemeğe giderdik. O zamanlar Baltalimanı’nın, Körfez’in ve Dere’nin, aksi sadaların cevap verdiği bülbülleri ve deredeki mezarlıkların serviliklerine gizlenen eski bülbül yuvaları meşhurdu. Burada ihtiyar ağaçlar ve onlar kadar ihtiyar mezarlar vardı. Bütün bunlar dinlediğimiz bülbül seslerine tarif edilmez bir takım romantik hisler katardı. Bu derin gecelerin de gûya susup dinledikleri o mezarlıkların yüksek ağaçlarında dem çeken bülbüllerin ruhlara saldıkları artık hiçbir zaman unutulmaz seslerini ve sözlerini uzun uzun dinledikten sonra dönerdik." (BoğaziçiMehtapları, s. 45-46).
Bir gün, deniz dönüşü, Abdülhak Şinasi komşuları olan Nigar Hanım’ın yalısına gider. Yazar, o günün anısını uzun yıllar unutamaz: "Eserlerini gûya bir edebiyat için yarattıklarını hayal eden san’atkarlar gibi, bu hanımlar da kendi güzelliklerinin bir ebediyetle alakalı olacağını umarlar, belki bundan, ebedileşememiş bir güzelliğin daha bu dağılışı karşısında yeni nevmit olurlardı. Belki bundan, hanımların, bu akşam karanlıkları arasında, aynaları karşısında aldıkları tavırlar bir nevi bozgun edası taşırdı.
Bir böyle akşam kayıkla dönüşümüzde bana vereceği bir kitabı almak için Nigar Hanım’ın yalısına gitmiş ve kendisiyle, odasına çıkmıştım. Bu, üst katta, pencereleri denize bakan, alçak tavanlı bir odaydı. Nigar Hanım, vereceği kitabı aramadan evvel aynasının önüne geçti ve ağır ağır başından yaşmağını çıkarmağa başladı. Lambasız odanın içinde renkler büsbütün solmuş, demin görülen şeyler artık seçilmez olmuştu.
Ben, oturmuş, sessizliği bozmadan bekliyordum. Ve Nigar Hanım da susuyor, ayna karşısında, yavaş yavaş başından yaşmağını hotozunu iğnelerini çıkarıyor, süslerini, saçlarını bozuyordu. Sessizlik gitgide derinleşiyor, akşamın renkleri gittikçe koyulaşıyor ve açık pencerenin önünden geçen Boğaziçi sularının koyu bir gölge halinde aktığı görülüyordu. Bu gölgeler, bu karanlık, bu sessizlik, demin seyrettiğim ■ guruptan ruhuma sinmiş renkler ve manalar beni artmış bir düşünme ve duyma kabiliyetiyle hazırlamış ve ben yavaşça açılan, doğrusu yarım açılan manevî gözlerle biten bu akşam ve solan bu ayna karşısında bozulan
bu süslere baktıkça her şeyin nasıl zeval bulmağa mahk^rc olduğunu, bu nazlı ve ihtişamlı güzelliklerin faniliğini ve bundan gelen melâllerini gizliden gizliye, derinden derine duymağa koyulmuştum.
Daha hemen çocuktum. Fakat çocuklar daha teferruatiyle düşünmedikleri şeyleri bile bir his bütünlüğiyle bulur, kavrarlar. Ve ben hayatı tecrübelerimle değil, fakat ancak hayal ile hisseden ben, bu anlarda, hiç aldanmadan, hem tekmil hülyalarımı, hem gelecek bütün saadetler ve mahrumiyetlerimi şimdiden beraber kucaklıyor gibi olmuştum. Sanki bu ayna karşısında birden gözlerim gelecek ve geçecek zamanları görmüştü. Ta ileride, uzak ve çorak bir mevsime vasıl olarak gelecek akşamların da birer çiçek gibi solduklarını, gelecek baharların da birer akşam gibi geçtiklerini, açılacak güzelliklerin de sonbahar içinde dökülen yapraklar gibi çürüdüklerini ve bütün bu şeylerin hep sönerek yokluğa inkılap etmekte olduklarını, bir anda istikbali de kavrayan bir bakışla görmüştüm. Ve, başdöndürücü bir hızla akan Boğaz’ın suları gibi, içimde birçok hislerle mevsimlerin ve gûya hayatların kafileleri, küçük dalgaları birbirlerine karışarak ve hafif köpükleri birer birer sönerek geçip gittiler.
Boğaz'ın bütün suları ruhumun içinden geçiyor, akıyor, ademe doğru kayıyor ve ben onları tutamıyordum." (Boğaziçi Mehtapları, s. 78-79).
Bazan donanma gecelerine katılırlar: "Çocukluğumda, senede bir, Ağustosun ondokuzuncu günü gecesinin, diğer geceler arasında bir hususiyeti olurdu. O gece akrabalarımız veya dostlarımıza davet edilmiş bulunurduk. O gece Şirket vapurları tarifesi değişmiş olur, donanma şerefine donanmış vapurlar işler, Boğaziçi mahalleleri ve yalıları önlerinden geçerek bahçeleri, bağları ve dağlarında mumları yanan fenerlerin şiir ışıkları döktüklerini seyreder, bir mahalleden başka bir yere giderken bir Binbir gece masalı diyarına uğramış olurduk. Gördüklerimiz rüyalara benzer; gönül sesleri duyuran vapurlar seslenirler, bu şair geceler rüyalarımız içine girerdi. Bu geceler, kadın ve erkeklerin hatıraları içinde yer alırdı. Bu gecelerde İstanbul’un ve İstanbulluların şekilleri, huyları, adetleri, yerleri değişmiş gibi görünürlerdi. Gûya daha eski geçmiş zamanlarda bir imparatorluk gecesinden biri daha geçmiş bulunurdu.
"Çocukluğumda, birkaç defa kadınların yanında bu donanma geceleri şerefine, bir çatana içinde, Boğaziçi’nin iki sahilinde, Anadolu kıyısı önlerinde, Moda’da, Fener’de, Caddebostanı’nda, Bostancı’da ve uzaktan Adalar karşısında gezintiler yapmıştık. Bu seyyar gecelerin yavaş yavaş sabahlara kadar yaklaşan uzun saatlerinde uykusuzluk ve yorgunluk, ince bir acı tatlı hâlet duyulurdu. Bütün bu mahalleler her zamanki yüzlerini ve huylarını değiştirerek birer şiir söylemeğe koyulurlardı. Bazı geceler güzelliklerini söyler ve bazıları ise haykırırlardı. Mor karanlıklar içinde bu şeyda mahallelerde fener ışıklarından dökülen şiir bana hep rüyâlar içinden akıyor gibi gizli, esrarlı, kıymetli hatıralarıma karışarak ben onları bir yıldan bir yıla gelen perili geceler gibi duymağa alışmıştım.” (Geçmiş Zaman Fıkraları, s. 177-178).
Bir arkadaşları, Rûşen Eşref Ünaydın, bir vesileyle uğradığı Abdülhak Şinasi’lerin yalısındaki havayı şöyle anlatır: "Bir yolcudan sınıf arkadaşımın yalısını sordum. Kapısını çaldım. Loş ve sessiz bir taşlıktan geçtim. Duvarları, -siyah raf çizgilerinin ortalarındaki rengarenk- kitaplarla kaplı aydınlık, serin güzel kokulu bir odaya girdim.
Bu yalı Selim Nüzhet’indi. Bu raflar da ağabeysi Abdülhak Şinasi’nin kütüphanesi inmiş. O titizcesine temiz odada...
"Sofrada, billûr bir tabaktan bir zeytin alırken onu kar gibi beyaz, lavanta çiçeği kokulu ve üzeri ipek çilekler işlemeli örtüye düşürdüm... Bağrıma varan bir tatlı serinlik ve kulağıma gelen hafif bir su mırıltısı bu odanın havasına öyle anlatılmaz bir dinle-mişlik veriyordu ki bütün heyecanları yatıştırıyor, gönüle, bir okşayıcı söz gibi tesir ediyordu." (Boğaziçi Yakından, s. 136).
Rumelihisarı’ndaki bu yalı, Bebek’ten Hisar’a giderken, Ni-gar Hanım’ınkinin biraz ilerisinde bulunmaktadır.
Hisar’larm yalısı, meyilli bir araziye kurulduğundan denizden üç, kara yönünden iki kath görünür... Birinci ka.tta: Aşçı, uşak ve kayıkçı odaları; ikincide: Ailenin iki erkek çocuğunun odaları, yemek odası ve hizmetçilerin odası, üst katta: üçü deniz üstünde olmak üzere sekiz oda vardır.
Yalıdakilere gelince: Muhtar Bey’in annesi Nazperver Hanım, Muhtar Bey, eşi Mihricemal Hanım, Neyyir Hanım, Mahmut
Celalettin Bey, Abdülhak Şinasi, Selim Nüzhet... Ayrıca hizmetçiler, u§ak, a§çı ve kayıkçı ...
Yalıdaki tatlı ahenk, uzun müddet hep bir arada devam etmez. Mahmut Celâlettin Bey, ileri fikirliliğinden dolayı sarayın hışmına uğrayıp önce Cezâir-i Bahr-i Sefit ve sonra da Beyrut Maarif Müdürlüğüne yollanır... Neyyir Hanım, 1894 yılında, büyük oğluyla İstanbul’dan Beyrut’a giderek eşine kavuşur. Orada Abdülhak Şinasi fransız mürebbiyesinden fransızca öğrenmeye başlar. Dönüşte mürebbiyeyi de İstanbul’a getirirler.
Rumelihisarı iskelesinin bitişiğindeki kayınbabasının yalısında oturan Tevfik Fikret önce Abdülhak Şinasi’ye, sonra da kardeşine özel olarak türkçe dersleri verir.
Küçük Abdülhak Şinasi yalılarındaki eski âhenge kavuştuğundan çok memnundur. O günleriyle ilgili anıları bir çok eserlerinde yer alır. Geçmiş Zaman Fıkraları’ ndaki şu parça yazarın geçmiş günlerine nasıl bağlı olduğunu daha iyi belirtmektedir:
Geçmiş Zaman Hülyaları,
Yahmızın arka tarafındaki yolun karasında küçük bir duvarla çevrili küçücük bir bahçemiz vardı. Bu duvarın daha ötesinde de küçük, ahşap ve harap bir evin arkası görünür; bu evin bu tarafında tek bir göz gibi, bir tek küçük pencere bulunurdu. Bu küçük arsa ile bu simsiyah ve harap ev Vefik Paşa’ya aitmiş.
Büyük babam, arada bir Vefik Paşa’nın ziyaretine gidermiş. Bir gün o küçük harap ve siyah evde hiç kimsenin oturmadığını, yıkılacak olsa ancak küçük bahçemizin biraz genişliyebileceğini, o kasvetli küçük pencerenin yıkılmasiyle evindeki hanımların ona minnettar olacaklarını söyleyerek bu ufak arsayı muvafık bir bedel mukabilinde kendisine satılmasına müsaade buyurulması ricasında bulunmuş. Paşa ise, hiç tahmin etmediği halde, 'Ben ömrümde hiç bir mal satmam; âdetim budur.’ diye cevap verdiğinden büyük babam bu müracaatta bulunduğuna pek ziyade canı sıkılmış.
Bir müddet sonra Vefik Paşa ağır hasta olduğunu duyarak büyük babamı çağırtmış: 'Hani bahçenizin yanında küçük, harap ve ahşap, bir evceğiz vardır, onu size hibe etmeğe karar verdim.’ demiş. O zaman da büyük babam izzetinefsini menfaatinin fevkinde tutarak: 'Efendim, bendeniz de ömrümde hiç bir zaman ihsan
kabul etmedim. Âdetim budur’ diyerek bu hibeyi kabul etmemiş." (s. 158).
Yazları, arasıra, büyükbabası Selahattin Bey’ in Büyükada’da, Hristos Tepesi yakınındaki köşklerine giderler: "Vapur Büyüka-da’ya gelince, iskelenin sağ tarafı hizasından, çamlığın en yüksek noktasına bakarsanız, oraya sokulmuş, kargir, sarı boyalı, yeşil pancurlu bir ev görürsünüz. Bu, ikişer katlı ve yanyana yapılmış iki binadır. Bir harem ve bir selamlık. Hayatta yalnız kalmak ve dünyaya yüksekten bakmak ister gibi bu evin çamlığa tırmanmış ve sıkışmış halini ve önünde ancak kendisine mahsus olan geniş yokuşunu pek severim.
Ezani saatle yaşanan bu eski zamanlarda son vapur iskeleye sular kararırken yanaşırdı. Vapurun suların üstünde siyah ve hemen hareketsiz bir gölge gibi süzülerek iskeleye yaklaştığı görülünce evdeki hanımların bahçeye çıkarak selamlığın arka tarafına gelen set üstünde toplanmaları adet olmuştu. Sarı, yuvarlak, demir bir masa etrafında demir, gösterişli ve rahatsız bahçe iskemlelerine oturarak büyükbabamın gelmesini beklerlerdi...
Bu, hanımların kalpleri daha iyileşerek nazarları daha yumuşadığı, çiçeklerin, hele yaseminlerin kokularını daha çok yaydığı, her şeyin dünyaya en son güzelliğini ve iyiliğini vermeğe koyulduğu bir zaman, günün en sevdiğim, en rikkatli anı idi. Artık oyunlarımı bırakır ve bütün dikkat kesilirdim. Hanımlar gözlerinde derin şefkatlerini taşıyarak susarlardı. Ve ruhlar gûya bir sünger kağıdı gibi dünyadaki bu nazlı havayı ve lezzeti kendilerine çekerek bol bol içerdi.
Sonra, sokak kapısının önünde gezinen Hüseyin Efendi memnun bir eda ile: 'Beyefendi geliyor!’ derdi. Ve büyükbabamı istikbal için koşardım. Büyükbabam beyaz merkebinin (zira o zamanın vokabüllerince bu hayvana eşek diyemezdik) üstünde, kapının önünde durmuş olurdu. Merkepten yanındaki uşakla Hüseyin Efendi’nin yardımlariyle, dikkatle, yavaş yavaş İnerdi. Her hareketinde mutlaka homurdanır veya inilder gibi bir takım ihtiyarlık sesleri çıkardığından bunlar yaşlı yüzündeki ciddiyeti artırarak her bir hareketine bir muvaffakıyet ehemmiyeti verirdi. Biraz dinlensin diye, yemeğe gitmeden evvel, burada otururduk. Hanımlar, onun hal ve hatırını sorarlardı.
Başımızın üstünde, yuvarlak, parlak ve gittikçe koyulaşan gökyüzünde birçok yıldızlar açarak inanılmaz bir güzellik ve sihirle parıldamaya başlardı. Ben susardım. Kenan illerinde Yakup ile Yusuf’un maceralarını gösteren bir takım gravürler vardır. Eğer bunlara bakarak o mukaddes tarih alemini duymadmızsa ben size bu muhitten aldığım hisleri nasıl duyurayım? Kendimi böyle kudsî bir zaman içinde sanır ve ailemin efradını Kısas-ı Enbiya eşhası ile karıştırırdım." (Geçmiş Zaman Köşkleri, s. 7-8).
Rumelihisarı’ndan Ada’ya geldiğim günler vapurdan iskeleye çıkar çıkmaz buranın kendine mahsus deniz havalı rüzgarları -gûya beni tanımışlar da seviniyorlarmış gibi- etrafımı sararak ve boynuma sarılarak bana Ada’nın selamlarını söyler ve vaidlerini söylerdi. Bu rüzgarları yüzümde gözümde, taranmış saçlarımızın nizamını, üstümüzün, başımızın intizamını bozan sevdalı eller gibi duyar ve birdenbire denize dalmış gibi Ada’nın mutlu hayatına girmiş olduğumu ve su içinde nasıl bütün denizin vücudumuzu büyüttüğünü sanırsak, öylece Ada’nın beni tamamladığını duyardım.
Ada, benim için yadettiğim bu eski zamanda, ancak benim gözlerimin seçtiği gizli bir takım varlıklar ve mahlûklarla doluydu. Bir ağaç kabuğunda gülen bir ağız, birkaç dalın teşkil ettiği bir kümede sallanan bir çocuk, bir duvarın sıvasında yeisli bir takım hayvanlar ve ağlaması dinmeyen bir sürü maskeler, bir evin cephesinde ciddî ve hüzünlü bir çift gözün üstünde çatılmış iki hançerkaş görürdüm. Ve böylece başkalarına gizlenen fakat bana işaret eden, gülen, söyleyen gözler, ağızlar, yüzler, vücutlar ve ruhlardan yapılma bir takım tanışlarım vardı. Bunlar esir bulundukları köşelerinde kendilerine mahsus ömürlerini sürerler ve ben yalnız benim için yaşıyan bu mahlûkların gizlendikleri yerleri bilir ve önlerine gelince onlarla görüşürdüm. Bütün hayatlar gibi, onların ömürleri de yavaş yavaş, başka şeylere inkılap ederek dağılır ve geçer ve bazan bir ağız artık susar, bir göz artık kör olur, bir ruh artık uçar, fakat bazan da yerlerine başkaları doğar, hemen her mevsim yeni bir hayalet nesli açardı. (Aynı eser, s. 17-18).
Buradaki bazı köşeler yazarın şuur altına kuvvetle sinmiştir: "En çok sevdiğim, annemin her zaman, biraz pudra ve lavanta kokan, koyu perdeli, mavimtrak odasıydı. Annem büyük aynalı
dolabının önünde, akşam saatleri, krem maşlahını giyer, beyaz başörtüsünü örter, bir iki damla lavanta sürünür, bu pek sevdiğim kokusundan biraz da bana verirdi. Ve gezmeğe Hristos’a giderdik. Ziyaret olunacak akrabalarımız, yahut alınacak şeyler için İstanbul’a indiği ve bizi akşama kadar yalnız bıraktığı bazı talihsiz günler onun sabahleyin, çarşafını, eldivenleri giymiş bulurdum. Peçesini açarak beni yüzümden öper ve: 'Uslu otur!’ derdi. O kadar sevdiğim lavantasının kokusunu, bir an, ta ruhuma kadar çekerdim ve sanırdım ki tuttuğum göz yaşlarının acılığı içimde bu kokuya karışıyor ve şimdi ruhumda bu kokuları ve bu acıları karışmış duyuyorum.
Evin içinde büsbütün hususî bir köşem vardı. Bu, salondaki fantazist ve akaju bir yazı masasının altı idi. Bu masanın çekmeleri gittikçe küçüldüğünden bunların araları bir eski zaman (8) ine benziyordu. Burasını hayata küstüğüm vakitler için kendime bir nevi "kürsi-yi istiğrak" edinmiştim. Burada dünyanın nizamsızlığı ve hayatın haksızlığı hakkında düşüncelere koyulurdum. Annemin İstanbul’a indiği günler bedbin oluyordum. Kaldığı günlerse şimdikinden ziyade iyimser olduğumu hatırlıyorum.
Evin alt kattaki bir odasında, o zamanlar gülünç bulmadığım bir levha asılıydı: 'Birbirine girdiler, dolablerle abler - Âbler galip gelince döndüler dolabler!’ ben bunu ezber bildiğimden, misafirleri bu levhanın önüne götürerek okumak taklidi yapardım. Ve bilmem bu mısralar mı, okumak tarzım mı, onların hoşlarına gider, bana gülümsiyerek: 'Aferin!’ derler ve bazan da: 'Nasıldı, dolablerle abler?. .’ diye sorarlar, tekrar ettirirlerdi." (Geçmiş Zaman Köşkleri, s. 10-11).
"Sabahleyin bahçede ve bahçenin sedlerinde ve balkonlarda, saksılarda veya vazolarda tabiatın mücevherlerine benziyen fakat bir kalp rikkati ve bir yüz güzelliği gösteren çiçekleri bulurdum ve bütün gün birinden ötekine koştuğum bu çiçeklerle adeta sarhoş olurdum. Bahçede kenarları lavanta dikili yollardan geçilince, arka tarafta kargir, tek kat bir takım odalar vardı. Çocuk kendi dünyasını öyle canlandırır ki, buraya gelmekle kendimi bir seyahat yapmış gibi duyardım. Burada bulduğum başka kıt’alardı.
Asya: Civcivleri, dolan sürahileri taklit ediyor gibi seslerle kabaran hindileriyle bütün bir alem olan kümes; sabun suyu ile yı-
kanmış bir hava kokan çamaşırhane. Ve Afrika: Kömürlüğü ve boşluğu insana sahra gibi bir korku hissi veren bir oda...
"Her ay, mehtapta bir iki kere merkeplerle tura çıkardık. Bu işi gayet ciddiye alan hamarat eşekçilerin yanında bu geceler biz bir vesile ile gülmekten katılırdık. Ve en çok hoşumuza giden, başkalarının altındaki yürümeyen eşeklerin inadını ve bunların üstündekilerin hallerini görmek olurdu. Kuzgunî siyah olan Fe-rahıdil kalfa kendine isabet eden eşeklerin yürümediğini göre göre, artık bu gezintilerimize iştirak etmez olmuştu. Zavallı kadın eşeklere küserek: 'Benim talihim yok’ diyordu.
"Aynı zamanda Büyükada’da geçirdiğim günleri hep gizliden gizliye, benim için ehemmiyeti daha büyük olan, Rumelihisa-rı’na dönmek intizariyle geçirdiğimi de bilirim. Beni dünyaya gelmiş olduğuma memnun eden bu uzun günleri hatırlıyorum. Bu ilahı zamanlardan gönlümde yakıcı bir toz kalmış. Ve içimi çektiğim zamanlar Rumelihisarı’yle birlikte Büyükada’yı duyuyorum. Gûya ruhumun temelleri bu yerler, bu günler olmuş gibi." {Aynı eser, s. 11-14).
"Yüksekte bulunan evimizden, geceleri, Büyükada’nın evleri, birer birer yanan ışıklariyle, önümüzde, birer birer yere inmiş yıldızlar gibi ışıldar ve bu sessiz, hareketsiz binlerce kandiller hayatımızın etrafında bildiğimiz ömürlerin tadını aydınlatır, şiirini kurardı. Bazan bir yıldız düşer gibi bir ışığın söndüğünü ve bazan yeni bir yıldız doğar gibi başka bir lambanın yandığını görürdük. ..
Biz, harem tarafında, merdivenlerden çıkınca sağdaki odada yatardık. Bahçemizde dalları bu odanın camlarına sürünen çam ağaçları olduğu gibi bahçe duvarına bitişik olarak bu ağaçların devamı büyük bir çam ormanı vardı. Ona bâzen koru, bazen orman, fakat en çok kereler, bu güzel kelimeyi kullanarak çamlık derdik. Ve odamız adeta içine girmiş bulunduğu bu çamlığın bütün kokularını, seslerini ve ürperişlerini duyardı." (Aynı eser, s. 27).
Küçük Abdülhak Şinasi, arasıra mürebbiyesiyle Nizam Caddesinde gezintiye çıkar: "Bir yaşıma daha girmiştim. Şimdi hepimizin sadece matmazel diye çağırdığımız, yarı çocuk bakıcısı, yarı fransızca hocası bir mürebbiyem vardı. Onunla her akşam pek
beğendiğim Nizam Caddesi’nde gezinmeğe çıkardık. Guruba karşı geçen bu romantik ve hülyalı saatleri yalnız hatırlamakla kal-mıyarak rüyalarımda hala bazen ziyaret eder ve tekrar yaşarım." (Geçmiş Zaman Köşkleri, s. 24).
Hisar, ayrıca Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği adlı eserinde Büyükada’da geçen günlerini uzun uzun anlatmaktadır.
Abdülhak Şinasi’nin aynı yıllarda Çamlıca’da kaldıkları köşk de hafızasının derinliklerinde izler bırakmıştır: "Eve döndüğüm zaman -gûya mehtapta denize girmiş de üstünde kalmış mehtap parçalaları parlıyan bir adam gibi- sihirli bir ülkeden dönmüş olduğumu duyar, içimde yanan sıcak güneş pırıltıları bulurdum. Hatta uykuya yattığım zamanlar köşkün dışından taşan tabiatın ve baharın gûya yatağımın içine kadar gelerek beni yalnız bırak-mıyan, saran, bana karışan tatlarını, ışıklarını, seslerini, kokularını duyardım. Gûya onlar beni bir yatak gibi serdikleri karışık kucaklarına alırlar ve sallıyarak bahar, manzara, ışık ve ses dolu bir alem içinde uyuturlardı.” (Aynı eser, s. 57-58).
Yazar, Çamlıca’daki Eniştemiz’de ise vaktiyle burada geçirmiş olduğu güzel geceleri hazla anar: "Hele aylı gecelerde, karşıki sâ-hil, açık deniz ve yatık adalar Karacaahmet’in çoğu birleşmiş ve ancak kenarlarındaki, bazıları, teker teker, sürüden biraz ayrılan servileri; suların kenarında nazlı çizgisini belirten Sarayburnu, içli, hisli ve sırlı bir nur içinde parıldar, tılsımlaşır ve ruhu öyle cezbederdi ki gecenin ezelî bir rüyasına dalmışız ve ayın üstümüze dökülen büyülü ışığı içimize sinmiş gibi olurdu. Bütün o zamanlarda, mehtapta, bana burada gûya gizli, uzak ve ilahi bir çalgı çalındığını duyar gibi olurdum. Zira, bilirsiniz, ayın mehtap dediğimiz sihirli ışığı uzak ve yakın evlere sürünür, geçenlere sürünür, elbiselere sürünür, sonra süründüğü şeylere siner, gönüllere girer, hülyalara girer, hatıralara girer ve şüphesiz ki böyle duyurduğu ancak bir musikinin verdiği tesire benzerdi." (s. 75).
Hisar’lar, arasıra Beyoğlu’na çıkarlar. San’atçının o günleriyle ilgili anıları, bu semtin eski halini belirtmesi bakımından da önemlidir: "Çamlıca’nın günleri güneşle, geceleri ay ve yıldızlarla ne kadar nurlu ve parlak olsa da İstanbul’un bütün daüssılalı semtlerinde oturanların hemen hepsinin adet edindikleri gibi, biz de, arada sırada, bu sevgili mahallemize ihanet etmeyi ve gidip
Beyoğlu gecelerinin içkisini tatmayı severdik. Şüphe yok ki burada daha hızlı bir hayat neşesine kavuşuyorduk.
insanlar gibi şehirler de nasıl değişiyor! Hatıralarımız hakikatleri görüp de tanımıyor, hatıralarımın sarayları şimdi gördüğüm mahallelere sığamıyor, kubbeleri hala eski velvelerlerle dolup taşıyor, ve etrafımdaki şehir bana artık yabancılaşmış gibi görünüyor.
O zamanlar Beyoğlu geceleri Tünel’den Halep çarşısına kadar canlı ve eğlenceliydi. Elektrik yok, havagazı vardı. Barlar, sinemalar yok, lokantalar ve çalgılı gazinolar vardı. Otomobiller yok, ucuz faytonlar, kupalar vardı. Elhamra sinemasının yerinde, üst katta -merdiven başında şekilleri değiştirici ve güldürücü ay-nalariyle- Palais de Cristal kafe şantanı ve karşısında, şimdi, kırmızı Saint-Antoine kilisesinin olduğu yerde Konkordia tiyatrosu vardı. Halep çakısından itibaren Taksim’e kadar nisbeten daha tenha ve karanlık bir mıntıka başlar ve ortasında büyük ağacı, bunun yanındaki Hamidiye çeşmesiyle, küçücük Taksim meydanı geçildikten sonra, seyrek ve hafif ışıkların yarı gösterdiği babayani ve karanlıkça bir yol Şişli’ye kadar uzardı." (Çamlıca daki Eniştemiz, s. 83).
Abdülhak Şinasi 1898’de Galatasaray Sultanisine girer. Yazarın buradaki durumunu okul arkadaşı Gaziadi şöyle anlatıyor: "Galatasaray’ın dördüncü sınıfında bulunduğu sırada edebiyatla meşgul oluyor, ruhî ve fikrî bakımdan tercih ettiği şeyler dikkati çekiyordu... Vücut bakımından nahif, hareketleri zarif ve ince, itinalı giyimli ve daima nezaketle gülümseyen, bazı arkadaşlarının kaba hareketlerinden ıztırap çeken bir çocuk." (Fahim Bey ve Biz, Recit, Abdülhak Şinasi Hisar, Le Journal d’Orient, 2 Ekim 1941).
İzzet Melih de Hisar’ın o zamanki durumunu belirtirken ayrıca yazı yazmıya başladığını da açıklıyor: "Galatasaray Sultani-si’nde nazik simalı, uslu ve kibar bir talebe; laübalî şakalara, pa-tırdılı oyunlara karışmıyor; yalnız edebiyat meraklısı üç, dört arkadaşla görüşüyor; Türkçe ve Fransızca neşriyatı takip ederek muttasıl okuyor; genişçe, uzun kordelalar şeklinde kesilmiş kağıtlar dolduruyor ve kimseye göstermeden cebine yerleştiriyor. Bir gün her nasılsa bana 'Martılar’ isimli bir mensure gösterdi. Tabiî
iyice hatırlamıyorum, ama o deniz, gök, kuş ve gönül şiiri, sonraları kaleme aldığı eserlere muhakkak benziyordu." (Yeni Sabah, 2 Aralık 1952).
Yazarın kendisiyse o zamanki öğretmenlerinden birisini şöyle anlatıyor: "Galatasaray’da Farisî hocamız Muallim Feyzi Efen-di’ydi. O kadar su katılmamış bir şarklıydı ki, her görüşüne şaşar ve her sözüne hayran olurduk. Tebriz civarında doğmuş, Mısır’da, Cami-i Ezher’de tahsil etmiş, Sami Paşa maiyetinde Mısır’dan İstanbul’a gelerek, resmen de Osmanlı olmuştu. Ancak kendisine daima Acem Feyzi denilirdi. O kadar mutaassıp, sert, ters, öfkeli bir adamdı ki, arkadaşımız Ahmet Haşim onun Acem olduğuna inanmaz, çocukluğunda Bağdat’ta bulunurken tanıştığı Efgan’lı lalaların kendisine bıraktıkları hatıralarla onun da mutlaka Efganh olduğunu iddia ederdi." (Geçmiş Zaman Fıkraları, s. 202).
Yine öğretmenlerinden birisiyle ilgili acı bir Galatasaray anısı vardır: "Bir gün Galatasaray’da arabî hocamız Mecit Efendi derse her zamanki eski cübbesi yerine yepyeni, pırıl pırıl, lacivert bir cübbe ile gelmişti. Bu, ona boylu, orta yaşlı, sert sakallı, beyaz sarıklı, etrafları kendiliğinden sürmeli gibi gözlü, mutekit ve inatçı nazarlı ve tamamen bir papağana benziyen kocaman başlı bir adamdı. Ders arası bahçeye çıkmış, yine kendisinin vereceği ikinci derse girmiştik. Merhametsiz bir talebe, siyah tahtaya, tebeşirle şunu yazmış bulunuyordu:
"Merkep o merkep, semer değişmiş!"
Mecit Efendi bunu görünce pek ziyade müteessir oldu. Başı, fena halde kabarmış bir papağan halini aldı. Ders nazırını çağırttı. Bunu kimin yazdığını bulmak müşkülatından, ders nazırı Cemil Bey, gülmemek için dudaklarını ısırarak: 'Hocam, yazan kendi ismini yazmış! Allah onun cezasını verir’ diye tahtadaki yazıyı sildirmekle iktifa ederek çekildi, gitti. Zavallı Mecit Efen-di’nin isteği, imkanı olmayacak mutantan bir adalet sahnesiydi. Bundan mahrum kalınca, yeni cübbesi içinde aczinden ne yapacağını bilmediğini, kalkıp gitse, nasıl bir daha dönebileceğini düşünerek ağlıyacak kadar müteessir olduğunu görüyordum. Ona o kadar acıdım ki ağlamaya başladım ve gözlerim yaşarırken bunu benim yazdığıma zahip olarak nedamet hissiyle ağladığıma mı
hükmeder diye korkuyordum, fakat yine bu zavallı adama ağla-mıya devam ediyordum. "(Mustafa Baydar, A.Ş. Hisar’la Bir Konuşma, Varlık, 1 Temmuz 1952).
Abdülhak Şinasi, 1905 yılında, ailesine haber vermeden Galatasaray Sultanisi’nden ayrılarak Paris’e gider. Orada Ecole Libre des Sciences Politiques’e girer ve 1908’e kadar okur.
Paris’te sık sık görüştüğü Türkler arasında Prens Sabahattin, Dr. Nihat Reşat Belger, Ahmet Rıza Bey ve Yahya Kemal vardır. Hatta 1907’de Hürriyet taraftarlarının düzenledikleri kongrelere katılır.
O zamanlar asıl hayran olduğu yazar, kendisine fikir bakımından etkisi dokunan Maurice Barres’dir. Hatta bu ünlü yazarla tanışır. .. Ayrıca Jean Moreas, Emil Faguet, Henri’de Regnier -ve Jean Cocteau tanıştığı san’atçılar arasındadır.
Sonra, Paris Öğrenciler Birliği’ne girmiş olduğundan, birliklerinin çıkaracağı L’A adlı dergiye yazı yazması için, arkadaşları ile Anatole France’ın Villa Said adlı evine gider. Bir Mısırlı’dan alınmış olan Villa Said’den genç Abdülhak Şinasi çok hoşlanır. Hele üst kata çıkarken merdivenin sağ yanında bulunan kitaplığı pek beğenir.
1908’de, ikinci Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a döner ve zamanın bütün ünlü edebiyatçıları ile tanışır.
1909’da Baron de Lormais’in şirketinde çalışır. Hisar, Fahim Bey ve Bizde hayatının o günleriyle ilgili olarak şu satırları yazıyor: "... temsil ettiği sermayeye yüksek kârlı işler arıyan bir Fransız iş adamının yanında çalışıyorum." (s. 74).
1913’de Kozlu, Kilimli ve Kandilli madenlerini işlettiren Sti-nes’in müessesesinde hükümetimizle ilgili işleri düzenliyen genel katiptir... Birinci Dünya Harbi ve mütareke yıllarında aynı işte kalır.
1918’de babasını kaybeder. Yâvaş yavaş talihi ters dönmektedir... 1922'de Nigar Hanım’ın yalısında çıkan yangın söndürüle-mez ve Abdülhak Şinasi’nin, ileride bir çok yazılarında yer alacak olan, yazıları yanar; bu arada kitapları, hazırladığı notları da kül olur.
ileri gazetesi ve Dergâh dergisinde yazılar yazmıya başlar.
1924’de Reji’de çalışır. 1925’de Reji hükümete geçince, hükümet memuru olur.
1928’de çok sevdiği annesini kaybeder.
1931’de Balkan Birliği’ne kâtip olur ve Ankara’da, Evkaf apartımanına yerleşir.
1936’da Dışişleri’ne müşavir olarak girer ve Montreux mukavelesinin uygulanmasiyle ilgili dairede çalışır.
Bir yandan da eserlerini hazırlar...
1941’de Fahim Bey ve Biz'i bastırır.
1942’de bu eserinin ikinci baskısı yayınlanır. Aynı yıl, Boğaziçi Mehtapları, 1944’de Çamlıca’daki Eniştemiz çıkar.
1945’de; öğrenimine Galatasaray Sultanisi (Lisesi)’nde başlayıp Lausanne’de devam eden; edebiyatımıza: Tiyatro Tarihi, Tiyatro Bilgisi, Türk Matbaacılığı, Salıncak Safası, Türk Temaşası, Türk Taş Basmacılığı, Türk Gazeteciliği gibi eserler vermiş olan pek sevdiği kardeşi Selim Nüzhet’i kaybeder.
Aynı yıl, Milletlerarası Barış Konferansı’na katılmak için Amerika’ya gider. Orada en çok Niyagara şelâlesine hayran olur.
Ankara’ya döndüğünde, tansiyonu yüksek olan Abdülhak Şi-nasi’ye doktorlar başkentte oturmamasını tavsiye ederler. O da müşavirlikten ayrılıp, 1948’de, İstanbul’a gelerek, Ayaspaşa’da, Boğaz’a bakan bir apartımana yerleşir. Kendisine Meclis-i idare âzalığı verilir... Artık daha bol yazı yazmak fırsatını ele geçirmiştir.
Devamlı bir çalışmadan sonra 1952’de Alı Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği adlı romanını yayınlar.
1954’de Boğaziçi, Yalıları ve ayrıca Fahim Bey ve Biz'in alman-cası basılır.
1955’de "Aşk imiş her ne vâr âlemde” adlı antolojisi ile Fahim Bey ve Biz’in üçüncü baskısı yapılır.
1956’da Geçmiş Zaman Köşkleri çıkar. Aynı yıl Boğaziçi Mehtapları ’nın ikinci baskısı ile Çamlıca’daki Eniştemiz'in ikinci baskısı yapılır.
1958’de Geçmiş Zaman Fıkraları ile İstanbul ve Pierre Loti, 1959'da Yahya Kemal’e Vedâ adlı eserleri basılır.
Abdülhak Şinasi’nin bunlardan başka, henüz yayınlanmamış fakat yazılması bitmiş olan Edebıyat-ı Cedide, Geçmiş Zaman Edipleri, Romana Dâir, Ahmet Hâşım ve Abdülhak Hâmıd ıle Süleyman Nazif adlı eserleri vardır.
Abdülhak Şinasi Bey, bu çoğunu başkalarının ağzından dinlediği muhtelif şahsiyet yapıcı çizgileri birbirine eklemeden evvel, onların üzerinde düşünüyor, hayat tecrübelerinin meyvelerini topluyor. Kendisini tahlil ediyor, zamanın akışını, hakikatlerin firari yüzünü seyrediyor, sonra tekrar yapmakta olduğu portreye dönüyor. Onun etrafına kendi benliğinden birtakım zenginlikler ilave için, yine duruyor. Ve böylece, bu ağır işçi çalışması, bu şair ve hekim içlenmesi bütün kitap boyuncadevam ediyor. Ağırve yavaş,tıpkı su içinde yürürgibi veya mazlum ve hulyalı Fahim Bey'in adımları, önünde hayatın dikenlerini ayıklıyormuş veyahut talihinin geçmesi için seçtiği yolu mütehammil bir nefis muhasebesi karşısında daha kabule değer bir şekle sokmak içinmiş gibi, bu üslûp ve arkasında titiz ve itinalı şahsiyetiyle bütün muharrir, Fahim Bey'in ömrü boyunca, bu ömrün paradoksal merhalelerini katediyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar 7âsv/r-/ Efka/; nr.4816, 15 Eylül 1941
Abdülhak Şinasi, bu suretle, kendi iç dünyasının hazinesini zenginleştirmiş olarak geniş bir edebiyat kültürü ve olgun bir edebi şahsiyetle karşımıza çıkmış bulunuyor. Hiç şüphe etmiyorum ki, Abdülhak Şinasi Hisar, Fah/m Bey ve B/z çapında daha birkaç eserle Türk edebiyatında, kendisine göre müstakil bir alemin sahibi olacak ve Fransız edebiyatında Barresien bir eda, Proustien bir hava, Anatole France'vari bir hassasiyet denildiği gibi Türk edebiyatında da daima Abdülhak Şinasi'ye maledilen, bir halis ve asil sanatkâr edası, hayatın gerçek ve basit realitelerinden müteşekkil bir feerie havası, merhamet ve istihza ile karışık bir insani hassasiyet bulunacaktır.
ISBN 975-7696-91-9
Yakup Kadri Karaosmanoğlu Akşam, 24Ekim 1941
9
789757M69691