1
İttihatçıların ünlü fedailerinden Abdülkerim Bey soluğunu tutuverdi. “Ne var? Nedir o?”
Bir polis koşuyor... Meçini kalçasına bastırmış... Vapura koşuyor.
Abdülkerim Bey sendeledi, omzu üstünden kapıya baktı. Bir yere tutunmak ister gibi debelenerek dirseğiyle emektar Parabellumunun katılığını buldu. Yana kayıp dışardan görünmemeye çalışarak rıhtımı gözetledi.
Polis, kalabalığı yarmaya uğraşıyordu. Yavaşlamıştı. “Savuşmalı... Yakaladılar mı söyletir Ekrem... Söyletir hemen... Ekrem, İstanbul polis müdürü... Askerden geçme... Sert ki... Zehir!”
Merdivene yaklaşıyor herif... “Ötekiler nerede peki? Yok başka kimse... Yalnız mı bu? Bir kişi mi göndermişler Ziya Hurşit’i tutmaya? Laz İsmail’den, Gürcü Yusuf’tan haberleri mi yok? Olmaz öyle şey!” Elini sigara paketine götürdü. “Kaptana haber yetiştiriyor, gemiyi kaldırmaması için...” Gözlerini kırpıştırarak çaresizlikle tepindi. Bir an, içerdeki Rum çocuğunu Ziya Hurşit’e koşturmayı düşündü. “Vursun polisi... Dayasın kaptanın sırtına tabancayı... Alsın gitsin vapuru... N’apacaksa yapsın, yarsın çıksın...” Seslenecekti, tuttu kendini irkilip... “Hay Allah! Olmaz ağızdan haber yollamak. Şüphelenir oğlan, şüphelendi ki temizlemek gerekir!” Polis, vapuru geçip hızlı hızlı uzaklaşınca, sanki bu, akıl almaz bir şeymiş gibi gözlerini şaşkın şaşkın kırpıştırdı. Tere batmıştı. Ürperdi. Esintisiz havanın fırın sıcaklığına rağmen teri buz gibiydi. Yutkundu. Gırtlağı kurumuştu. Gülmeye çalıştı. Suratını buruşturabildi. Farkına varmadan korkusu öfkeye dönüyordu. Saate baktı. “Neden kalkmaz bu batasıca? Ne bekler?” Kibriti hışımla çakıp sigara yaktı. Denize çarpan haziran güneşi gözlerini kamaştırıyordu. Daha on dakika vardı Gülcemal’in kalkmasına... Budalalık etmişti buraya gelmekte... Küpeşteye birikenlerin arasında Ziya Hurşit’i seçmeye çalıştı. Gemi kalkana kadar kamaralarından çıkmamalarını tembihlemişti oysa... Hava enikonu tütüyor, görmeyi güçleştiriyordu. Canı kahve istedi. Rum oğlana seslenecek yerde, saatine baktı. “Sekiz dakika var... Bir çan çaldı. Merdivenden telaşla inmeye başladı geçirmeciler...
İttihatçıların namlı komitacısı Abdülkerim Bey, sersemletici düdük sesinin ötesinde, Cumhurreisini öldürmek için iki adamıyla İzmir’e giden eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit’i gördü.
Katı hasır şapkasını her zamanki gibi sağ kaşına yıkmış, birine meydan okurcasına çenesini yumruğuna dayamıştı. “Hiç söz dinlemez bu herif... Dinlemez...” Sövdü. Duymasından ya da görüp sırıtarak şapkasını sallamasından çekinerek yanladı. “Söz dinlese, böyle işlere de girmez ya...” Korkmazlığını çok beğendiği halde, başından beri sevememişti bu Lazoğlu’nu... Saygılıydı her zaman kendisine karşı, hiç kimseyi adam yerine koymazken... Yadırgadığı, ikram edilen sigarayı bile sanki bileği gücüne haraç gibi almasıydı. Almanya’da okumuştu. Biraz da Fransızca biliyordu. Öyleyken üstünde yontulmamış köylü kabalığı vardı. Mebusken muhalefetin önemli konuşmacılarından olduğu halde, dinleyenler, okuma yazma bilmeyen biriymiş gibi şaşkınlık duyarlardı. Oysa şık giyinir, ellerini her zaman temiz tutar, tırnaklarına özenirdi. Para kazanmayı hiç sevmiyordu ama hesapsız harcamaya bayılıyordu. Terse düşüp bu kadar tehlikeli işlere girmesi belki de bundandı. Bütün gerçek kumarcılar gibi, oyunlardan başka her şeye karşı kesinlikle dalgındı. Yüzüne açıkça imrenerek haphazır bakan dünya güzellerini fark etmez, politikanın en kanlı ipinde cambazlığa çıktığı halde, iktidar koltuklarından birine oturmayı aklından geçirmezdi. İyi silahşör gözüpek kabadayı olması bile kumar masalarında enayi yerine konulmak, horlanmak korkusundan geliyor gibiydi. “Asıl enayilik bu... Hem de...” Merdiven boşalmıştı. Gemiciler çekmek için iplere yapıştıkları zaman bir kadın telaşla inmeye başladı. Lacivert ipekten çarşafının eteklerini serbestçe toplamış... Bacakları harika... Bacakları... Kalçalar... Kıvraklık... Aralanıyor peçesi... “Hadi oğlum rüzgâr! Biraz daha... Biraz dedim...” Kadın rıhtıma atladı incecik bir yay esnekliğiyle... Yiyecek gibi bakan erkekleri kıvrılıp bükülerek yardı. “Dehşet... Adam öldürür... Nasıl kalça sallamak bu böyle?” Bir an tanıyacak gibi oldu. Telaşlandı. Çıkaramadı. “Memleketli... Vallah billah yukardan... Yollu hem de... Böyle kalça döndüremez ev piliçleri...” Gözleri bıçak gibi keskin, yarı beline kadar uzanıp köşeyi dönene kadar baktı. “Tanınmaktan korkmasa, kalırdı mendil sallamak için... Kırığını geçirmeye geldi sultanım.”
Gülcemal burnunu epey açmıştı. Kıçtaki halat burularak geriliyordu. Koptu kopacak... Soluğunu tuttu. Pervane durgun denizi dövüyor. Biraz gevşeyen halatı babadan kurtardılar. İlmekli ucu suya şiddetle vurup batınca Abdülkerim Bey soluğunu bıraktı. “Tamam... Ok çıktı yaydan... Atıldı köprüler, gemiler yandı. Oğlum Abdülkerim, ya devlet başa ya kuzgun leşe...” Farkına varmadan elini hızla salladı: “Yok leşe... Yok leşe... Ne demek leş? İt dişi domuz derisi... Lazoğlu yerse bu kez Sarı Paşa’yı, dünyayı attık torbaya... Beceremez de yüzüne gözüne bulaştırırsa... Cezasını çeker. Yemin etti cııv... Sıkacak son kurşunu kafasına...” Sigarayı ağzına götürürken elleri titriyordu. Çekti üst üste, dumanı hırsla püskürttü. “Canlı düşerse ellerine, söylemez... Ele vermez arkadaşlarını. Yiğittir sapına kadar... Ağır ateşte pişirseler döner kebabı gibi, hayır, söylemez!” Gözlerini güvenle kısarak uzaklaşan gemiye baktı. “İyi akıl etti kitaba el bastırmayı bizim avanak Baytar... Sağlam olsun istersen, bir düğümden iki düğüm iyi... İki düğümden üç düğüm.” Gülmesi tutmuştu, Ziya Hurşit Kuran’a el basarken... Çünkü herifin Allah’a da, şeytana da inanmadığını biliyordu. “Olsun! Biz de inanmayız ama, arkadaşları da ele vermeyiz, Allah’a şükür!”
Gülcemal uzaklaşmış, rıhtımda kimse kalmamıştı. İnsanlar işlerine güçlerine gitmişlerdi dünyadan habersiz... Dört beş gün sonra kıyamet kopacağını nereden bilsinler? Birine işittirmekten korkuyor gibi kısa kısa güldü. Küçük Efendi şaşıracaktı en çok... Hiçbir şey sezdirmediğine yüzde yüz emindi. “Şu kadar sezseydi, gerilirdi önümüze dağ gibi... ‘Olmaz!’ deseydi, hayır, girişemezdik bu işe...” Gülcemal, Sarayburnu’nu dolanmak üzereydi. “Gülcemal karı adı... Kim takmış acaba bunu buna? Kodamanlardan biri elbet! Kızının adıysa, eh olağan! Ama kapatmasının adıysa, kıyak! Aşk olsun!”
Gemi kaybolunca her şey başarıyla olup bitmiş gibi ferahladı. Çamlıca’ya, Üsküdar’ın ahşap yığınına, Selimiye Kışlası’na, Haydarpaşa Garı’na, Mühürdar’a, Adalar’a kadar bomboş uzanan durgun denize, dünyanın en büyük, en uzun ömürlü iki imparatorluğuna merkezlik eden Topkapı Sarayı’nın yeşilliğine, bunun ortasında dinç yaşlılığının haklı gururuyla kabarmış Ayasofya’ya bir zaman daldı. Lazoğlu’nun eli titremezse, bunların bellibaşlı sahiplerinden biri olacaktı. Genç yaşından beri jandarma subayı olarak çok tehlikeli işlere girip çıkmıştı, ama başa güreşmek fırsatını hiç ele geçirememişti. Şimdi ilk defa gerçek değerini gösterecekti. Plan basitti, kestirmeden amaca gidiyordu. En yaman yönü, kendisini en ufak tehlikenin bile dışında tutmasıydı. Aylardan beri, en küçük parçaları yorulmaz bir sabırla hazırlamış; İttihat ve Terakki’nin ünlü Milli Eğitim Bakanı Şükrü Bey’i, bunun aracılığıyla bütün Terakkiperver Parti’yi, sezdirmeden buraya kadar getirmişti. Ziya Hurşit delisini kurup işte bugün, hayırlısıyla, düşmana saldıran kendisiydi. Kurşun hedefi bulamazsa, suikasttan başka bir şey konuşmayan Ziya Hurşit tehlikesi ortadan kalkmış olacak, paralı arkadaşlar kabadayı bir kumarcının aralıksız haraç istemelerinden kurtulacaktı. “Herif işi başarırsa... Ki, yüzde yüz eminim, çünkü baskın basanındır. Bugüne kadar, iyi hazırlanmış hiçbir suikastın başarısızlığı görülmemiştir. Aslında suikastçılar, içerden haber vermekle ele geçer. Nasıl yedi, Avusturya-Macaristan veliahdını, Prençip denilen on dokuz yaşındaki oğlan? Bizim Ziya Hurşit yüz Prençip eder, Laz İsmail’le Gürcü Yusuf da cabası... Tamamdır bu iş Abdülkerim oğlum... Gitti gider Sarı Paşa bu kez... Allah babanın top arabasına binse kurtulamaz. Ciğeri bakır onluk etmez benim paramla...” Yan odada bir gürültü duyup şimşek gibi döndü. Elini beline atmıştı. “Hüsss! Bitiririm!” Rum oğlanı şaşkın bakıyordu. Elini yavaşça indirdi:
“Nerde kaldı senin çorbacı?”
“Bilmem! İçer misiniz kahve?”
Kahve... Patronundan mı öğrendin bu oyunları köpoğlusu! Geleli bir saat oldu... Nerdeydi aklın? İstemez...”
Pencereye döndü, kasıldı. Bir İngiliz şilebi giriyordu limana... Yazısını seçmeye çalıştı.
“Sordum ya paşam... ‘İçmem,’ dediniz...”
Oğlana anlamadan baktı. Ellerini göbeğine bağlamıştı. Yılışıyordu. Ürktüğü belli... Kaşlarını çatıp iğrenmiş gibi yüzünü buruşturdu. İnsanların kendisinden korkmalarına evvel-eski bayılıyordu. İktidarı hırsla istemesi bundandı. Hem de olur olmaz iktidar değil, polisle ilgili... Yakalamakla, içeri atmakla, sopa çekmekle ilgili, ürkütücü, köpekleştirici soydan iktidar... “İçişleri’nin çağırdığını duyduğu anda, dizleri kesilmeli herifin... Boğazı kurumalı... Çoluk çocuk, cenaze çıkıyor gibi çığrışmalı... N’olduğu belirsiz çünkü. Bunun ucunda asılmak bile var. En yüreklisi köpekleşmeli önümüzde... Tükrüğünü yutamamalı...” Farkına varmadan kasılıyor, göğsü ileri çıkıp kafası dikiliyordu. “Doldururum halkçıları Mehterhane’ye... ‘Doldu efendimiz... Doldu balık istifi... N’apalım?’ derler. ‘Doldurun altta kalanlardan birazı geberene kadar,’ derim. Sürüsüne bereket çünkü... Koşup yazılmışlar, başlarına gelecekten habersiz...” Dişlerini gıcırdattı. “Kızarlar, söverler, ama gizli... Canımızı almak isterler, ama yağma yok! Yedirir miyim ben beni, Sarı Paşa gibi kolayca? Kesin bilgi ne demek? Kuşkulansam yeter...” Uzun yaşayacaktı Allah’ın izniyle... “Doksan yıl... Belki de yüz...” Sırtardı. Kırk üçü yeni bitirmişti. Demir gibiydi. Gözleri böyle dalgınlaşıp bakışları kurnaz çevikliklerini yitirmediği zaman çok daha genç gösteriyordu. Yumruklarını omuzları hizasına kaldırıp kaslarını kütürdetti. “Herifleri kapadım mı, ricacı gelir karıları kızları. Hele ki oynak mantinotaları... Bildiğimiz kınalı keklik curnatasıdır bu... Beğen beğendiğini, çek kucağına... Sarışını esmeri, tombulu incesi, kızoğlan kızı, kaşarlanmışı... Varsın uğraşsın, bizim Küçük Efendimiz Kara Kemal Bey, ‘Kabina kuracağım,’ diye... Bizim kabina çoktan kuruldu da, işlemeye bile başladı şakır şakır... Bu işte bir zarar eden varsa, Semra Hanım... Yüzümüzü göremez olmuş kaç zamandır. Gördüğü de tatsız... Çünkü Sultan Hamit haremine çevirmişiz İçişleri’ni...” Birden aklı karıştı. “Dur yahu... Gülcemal’den inen karı... Vallah billah Naciye... Laz İsmail’in Laz Naciye...”
Abdülkerim Bey, çaresizlikle çevresine bakındı. Nasıl olup da tanıyamamıştı memleketi birbirine katan, uğruna bunca kanlar dökülen Ballı Naciye’yi? “Tüh Allah belanı versin e mi! Diyelim kalça döndürmesinden biliş çıkaramadın da elindeki çantayı neden bilemedin?” Bu çantayı Laz İsmail’le beraber almışlardı. Bir kerecik görmüştü Naciye’yi; Laz İsmail’le beraber, gene bu iş için, Bursa’ya gidecekleri günün gecesi, Ziya Hurşit’in evinde... Görmesiyle de çarpılmıştı. “Tuh yüzüne kansız Abdülkerim, on kulaç toprağın altında olsa, kokusundan tanır adam Naciye’yi! Burcu burcu bal kokar! Bal kaç para! Amber kokar!” Geberiyordu “Ballı Naciye” diyerek o zamandan beri... Laz İsmail’in Naciye tutkunluğundan şakaya gelmezliğini bilmese, çoktan dökülüp saçılacaktı önüne. Hafız Burhan’ın şarkısında olduğu gibi, “Dizlerine kapanıp...” razı etmeden bırakmayacaktı. Tanısaydı demincek... Düşeydi ardına... Tam sırası... Kertesi ki, olursa bu kadar olur. “Herif, ‘Maaşı bilir’ diye tutmuş cehennemin yolunu... Dönüşü ya var ya da yok... Tantuna giderse duyması tehlikesi kalmaz. Başarırsa, ‘Canına değsin,’ demekten başka bir halt edemez. İsterse demesin...” Bir düdük sesiyle sıçradı. Derisi, kezzaba düşmüş gibi yanıyor, solukları ciğerlerine sığmıyordu. Eli ağzında bir zaman düşündü. Birden davranıp şapkasına yetişti, kaptı, dışarı fırladı.
Novotni Birahanesi’nin koyu gölgeli bahçesinde yaprak kımıldamıyordu. Kimsecikler de yoktu. Abdülkerim Bey’in iki adım gerisinde yürüyen Rum garson elleri göbeğinde saygıyla tekrarlıyordu:
“Hoş gelmişsin Abdülkerim Beyim... Keyfleriniz nasıl? Hoş gelmişsin!”
Sesindeki derin sevgi, Gümüşhane mutasarrıfıyken İttihat ve Terakki’nin kıyıcı haydut çetelerine karşı Rumları korumuş olmasından geliyordu.
“Bira mı paşam?”
“Bira.”
“Soğuk?”
“Soğuk, Barba Politis...”
“Şimdi paşam...”
Belli belirsiz aksayan Politis, hızlı gitmek için insanüstü çabalıyordu.
Bahçede kimsenin bulunmamasına sevinmiş, Politis’i görmek bu sevince, yolda yitirdiği güveni eklemişti. Bu bahçeye öğleden önceleri Alman dadılar çocukları getiriyorlardı. “Kopil şamatası dinleyecek sıramız mı bizim yahu?” Saatine baktı. On bire çeyrek var... Bu saatte bile burda tanıdıklarla karşılaşmak mümkündü. Böyle bir rastlantıya uğramamış olmasını baht açıklığına verdi.
Gülcemal’in kalkınmasını penceresinden seyrettiği Rum komisyoncunun yazıhanesinden koşar gibi çıkınca, Naciye’yi bulmanın pek de kolay olamayacağını hiç aklına getirmemiş, İsmail çekip kapatmadan önce çalıştığı gizli evlerden birine başvurmayı yeterli saymıştı.
Tünelin sarsıntılı loşluğunda, gittikçe tutku haline gelen bu garip istek önce tedirginliğe, sonra enikonu kuşkuya döndü. “Bunlar Bursa’ya da gittilerdi geçende... Gene suikast için... Yer uygun değil diye döndülerdi tersyüzü hiçbir halt etmeden.” Artık yer mi gerçekten uygun değildi, paniğe mi kapıldılardı son dakikalarda, kurcalamamıştı. “İster misin, gene tersyüzü dönsünler İzmir’den?” Tünelden çıkınca, nereye gideceklerini bilmeyenlerin can sıkıntısıyla çevresine bakmıştı bir zaman. “Pezevenk kısmının ağzında bakla ıslanmaz. Başımız büyük bizim... Şurada bir bardak su içsek aylarca lafı edilir memlekette. ‘Abdülkerim Bey, Naciye’yi aramış, duydun mu?’ ‘Hangi Naciye’yi?’ ‘Sorduğuna bak... Ballı’yı.’ ‘Neden arıyor? N’apacakmış?’ ‘Sen arasan neden ararsın? N’aparsın, bakalım?’ Hay Allah kahretsin! Geldiği gün, rıhtımda duyar Lazoğlu...” Gözünün önüne geldi Laz İsmail... Orta boyluydu ama domuzuna tıkızdı. Alnı dar, ön dişleriyle elmacıkkemikleri fırlak... Esrar içmekten çakır gözleri her zaman buzlu cam gibi donuk... Milletinin tersine çok az konuşur, susması korku salar yüreğe... Zanaatı adam öldürmek... Tavuk kesmekten kolay gelir namussuza bu iş... Yüz elli liraya, elli liraya, hatta canı çekiyorsa cebinden üste harcayarak öldürür. Düpedüz hayvan... “Hayır, hayvana kurban olsun... Yılan bu... Engerek yılanı... Kurdun öfkelendiğini anlarsın. Demek insana yakınlığı var. Yılanın öfkesi anlaşılmaz!” Ürperdi. Abdülkerim Bey ancak tek başınayken korkardı. Gene öyle olmuş, aklından geçirdikleriyle boğazı kuruyuvermişti. “Yoksa salt Lazoğlu değil, Gürcü Yusuf denilen Ezrail de beraber davransınlar tabancalarına, evelallah!” Rahatça gülümsedi. Boğazının kuruması hatırlatmıştı Novonti’yi... “Novonti’yi de hatırladın mı, Camgöz’ü hatırlamamak olmaz!”
“Buyurun Paşam...”
“Sağ ol, Barba Politis... Birini gönderebilir misin bizim Camgöz’e?”
“Camgöz?”
“Dümbük Halil canım...”
“Tamam... Şimdi...”
“Beni söyle... Tembeldir. Kaytarmaya kalkar. ‘Bekliyor,’ desin, ‘Çok acele,’ desin... ‘Önemli,’ desin...”
“Başüstüne...”
Abdülkerim Bey bozuk para çıkaracaktı. Politis, ‘Ben veririm,’ diye savuştu.
Bira o kadar soğuktu ki, tadını yitirmişti. Bıyıklarındaki köpükleri yumruğuyla sildi. Gerildi, yüksek sesle, “İstağfurullah,” dedi.
Camgöz Halil dümbüğünü çağırmakla bugün ikinci defa ok yaydan çıkıyordu. Laz İsmail denilen kuduz canavarla boğuşmayı, pek de ölçüp biçmeden göze almıştı. Dirseğiyle Parabellum’u yokladı. “Lastikleri çekersin ayağına... Bir köşe başına sokulursun arkadan cıııvvv. Tamam!” Tastamam böyle vurmuştu, Bahçekapı’da, simitçi fırının önünde gazeteci Ahmet Samim avanağını... “Hem Cemiyet’e bunca zaman istihbarat yapacaksın hem de sonra, karşımıza geçip muhalefete girişeceksin! Yağma mı var?” Kolaydı o zaman bu işler... Hoplayıp karakola girivermişti, o kadar... Şimdi zordu biraz, ama öldürülen de muhalif gazeteci değil... Sabıkalı takımından Laz İsmail denilen köpek... Suratını asarak derin derin içini çekti. Sanki biraz önce temizlemiş gibi, Lazoğlu’na bir an gerçekten acımıştı. Şu anda, dünyanın en büyük korkusu içinde debeleniyordu. Fukara Lazoğlu, Gülcemal’in kamarasında... Kendisinden biliyordu, kıyıcı adamın nasıl korktuğunu... “Herifi ateşe sal... Uğruna en korkunç ölümü göze aldığı kapatmasına yüreğini boz! Hayır, adam değiliz biz... Adamlık ne kadar uzak bizden...” Suratını asmak istediği halde, bıyığı altından kurnaz kurnaz gülümsedi. Kendisini eleştirmek tedirginliğini bastırmıştı biraz... “Kabadayı geçiniriz. Kabadayılıkta tanışların dostlarına iştahlanmak var mı, tüh yüzüne!”
Sigarayı paketin üstüne sert sert vurup yaktı. Esaslı hiçbir şey düşünmeden boş masaları saymaya başladı, yarısında usandı. Suratı yavaş yavaş asılıyordu. “Nerde kaldı Camgöz kodoşu?” Bira içti. “Bunca önemli işlere girdik çıktık. En çetin yerlerde, en çetin sıralarda valilik ettik. Atamadık üstümüzden kabadayılığı... Külhanbeyliği... Hakkı var Küçük Efendimizin, geçemedik komitacılıktan devlet adamlığına...” Biraz kaşarpeyniri çiğnedi. Tatsız... “Hovardalık mı etmekteyiz yahu? Karıyı vapurda gördük, işimizin ardını kovalıyoruz!”
Biri uzanıp baktı kapıdan, hemen çekildi.
Abdülkerim Bey dalgın olduğundan seçememişti herifi... Gözleri birden keskinleşti. “Sivil polis miydi sakın?” Aklında kalan görüntüyü zihnindeki kalıplara getirip götürdü. Yok... Atik davranarak kalkıp baksaydı hemen anlardı. “Taharri memuruysa, mutlak saatine göz atar. Çünkü rapor için şart...” Aslında mutasarrıflık, valilik yapmamış, bütün bu makamlarda düpedüz polislik etmişti. Yaratılışında, hem kolayca adam öldürecek kadar suça yakınlık hem de sinirlerini hiç zorlatmadan adam kovalamak, hafiyelik, Türkçesi fermada, kuyruğunu yarım saat hiç kımıldatmadan av gözleyen kopaylık vardı. Dirseğini masaya dayayıp çenesini tutarak farkında olmadan kasıldı. “Nerde kaldı bu teres? Kulağını kessem haksız mıyım?” Biradan içti, sigaradan çekti. “Ya benzetmeye getirdikse... Naciye kahpesi değilse gördüğümüz yavru?” Saatine baktı. “Yanıldıksa, Naciye Sultan şimdi sevdalısının koynundadır. Belalısı basıp gitti. Dakka sektirir mi? Hay Allah! Ulan Camgöz, alacağın olsun!” Aklından geçirdiği gerçekmiş gibi telaşlanmıştı. Bu telaşla, pek ilgilenmedi bahçeye giren karıyla... Karı bakmış, yürümüş, duralayıp bir daha bakmıştı. İkinci bakış, enikonu kışkırtıcı... Hafiften gülümsedi de belli belirsiz, baş bile eğdi. “Oğlum nedir? Bahtımız neden gürledi bizim bugün? Karı sarışın... Belli ki Varangel ordusuyla İstanbul’a dökülen haraşolardan... Haraşo ama, ne haraşo! Düpedüz ilik...” Eğer başında Naciye belası olmasaydı, kapıldı gittiydi. Bunun da kalça yuvarlaması Naciye’den üstün değilse de, büsbütün alçak da hiç değil!” “Aman nedir o?” Karı güneşten geçiyordu. “İncecik entarisinin altında, şart olsun, hiçbir şey yok... Anadan çıplak bu rezil... E peki... Çıplaksa, bu göğüsler nasıl bir göğüsler? Kaç yaşında ki hiç farımamış? Can mı alacak gündüz ortasında? Polis yok mu yahu? Erkek milletine imdat eder sorumlu hiç yok mu?”
Haraşo Hanım karşıya oturmuş, ayak ayak üstüne atıp her yanını, oyluklarına kadar ortaya sermişti. “Hayır, dayanmak mümkün değildir ve de bu durumda dayanmamak da hiç mümkün değildir arkadaş!”
“Sabahın kalimera Abdülkerim Abi’miz, hayrola!”
“Höst! Ödümü kopardın! Neredesin bunca zaman?”
“Haberini alınca koptum geldim. Buyur, emrin?”
“Geç şöyle...” Politis’e döndü. “Bira gelsin... Soğuk...”
Ünlü pezevenk Camgöz Halil yılıştı:
“İznin olursa, Abdülkerim Abi’cim, biz konyak içelim ki, bütün gün konyak gitsin!”
“Duydun ya, Barba Politis... Haydi çabuk...”
Camgöz’ün oturmasıyla, kabasına iğne batmış gibi, “Aman!” diyerek sıçraması bir oldu.
“Aman Abdülkerim Abi! Amanı bilir misin? Kırılası camgözüme inanayım mı? Kimdir o? Bakıver oh beyim... Karşıdaki, sakın dünya güzeli Matmazel Nadya olmasın? Bulgurcu’nun milyonunu tüketip herifi hasır üstünde koyan Prenses Nadya hazretleri... Tamam! Kendisi... E peki, ne işi var sabah sabah bunun burada? Şimdi hiç şüphem kalmadı, Abdülkerim Abi, rahmetli validemiz hanım, seni Kadir gecesi doğurmuş...”
Prenses Nadya Hazretleri kendisinden söz edildiğini sezmiş, tatlı tatlı gülümsemeye başlamıştı.
Abdülkerim Bey, Camgöz’ün, kendisini kabaca yemlemeye getirdiğini anlayıp şakadan somurttu:
“Ulan Camgöz...”
“Aman efendim... Durmaya gelmez, duracak zamanlarda değiliz. Çağıralım gelsin... Namussuzum şıp, kaptırırız birine... Kıyamete kadar yanarız.”
“Oğlum Camgöz Halil, sen beni birine mi benzettin?”
“Dur ki tosun abicim... Yahu benim aklım dağılmış... Bu demincek nerden çıktı, bil bakalım? Resmen şehir hamamından çıktı, şerefsizim! Bizimkinden, söylemesi ayıp, hamam takımlarını istediydi biraz önce... Keselenmiş temizlenmiştir ki, yeme de yanında yat... Şuna bak şuna! Gözleri süzülmüş... Neden süzülmüş? Kokocudur da ondan süzülmüş... Kokocu karı kendin bilmez değilsin ya, beyim, kızgınlıkta on karıya bedeldir. Ayrıca bizimki hamam tavında. Bizim oralarda, ’hamam kızlığı’ denir ki, gerçek kız, ehli kız, eline su dökemez. Aman davranalım, hoyratın birine kaptırmayalım. Canım sıkılır benim, değerli karılar hoyratlara düşerse... Evet, şart olsun, kokaini çekmiş... Hemi de imanına çekmiş... Kendin bilmez değilsin ya, kokocu karının ustası, açlığına denk geldi mi, top çeliğini eritir de, kaynar sütü ossaat dondurup abanoza döndürür. Bakmalara hele bakmalara. Dikkat isterim bu bakmalara... Gözüne kestirdi çünkü... Yiğit olduğundan yiğidi tanıdı şıpınişi... Prensesliği essahtır bunun, şeceresini gördüm. Su katılmamış çar yeğeni... Dahasını ister misin? Erkeğin katısına meraklıdır bu... İnişi binişi güçlü Osmanlıya gayet meraklıdır. Bizimkine anlatmış geçende sarhoşluğuna gelip... Demiş ki, ‘Beni bu işe, öz amcam olan prens alıştırdı, daha on yaşımın içindeyken,’ demiş... ‘O sebepten bir şey söylemez bana körpeler!’ demiş... ‘Görgüsü derin, kanı biraz serin olmalı ki, benim o sıradaki hızıma dayanmalı,’ demiş... ‘Acemi öğretmek ödevi de, evet, karı kısmına verilmiştir, Kutsal Meryem Anamızın emriyle ama,’ demiş, “elliyi aştıktan sonradır,” demiş... ‘Bu böylece, şimdi yirmi iki, yallah yallah yirmi üç...”
Başka zaman olsaydı, Abdülkerim Bey sözün burasına kadar sabredemez, söylenenlerin yalan olduğunu da bilse, karıyı bileğinden tutup süreklerdi. Fakat şimdi, aklı Naciye’ye takılmıştı. Gözü dünyayı görmüyordu.
“Çağırayım gelsin mi, Abdülkerim Abi, çakayım mı ‘gel’ İşmarını?”
“Ulan kör şeytan! Boş bulunsak, bu dillerle bizi kündeden attındı köpoğlusu... Höst! Günaha sokma beni sabah sabah...”
“Vay başıma! Ne zamandır günah oldu cennet yemişleri? Allahımızın özenerek yarattığı huri kızları?”
“Kes dedim teres!”
Camgöz, tek gözünü bir zaman kırpıştırdı. İyi tanıdığı Abdülkerim Bey’in hiç heveslenmediğini anlayınca gerçekten şaştı:
“Nedir peki? Niyetli değildin de neden istedin beni yel yepelek?”
Abdülkerim yalandan içini çekti, “Bizim başımızda...” “Ateş yanıyor,” diyecekti. Hemen değiştirdi. “Münasebetsiz bir iş var. Ahbap hatırı... Boş versen olmaz. Yoksa bunca lafı ettirir miydim, böyle has malın karşısında?”
Camgöz’ün güzel haraşo için dedikleri, Naciye’ye duyduğu isteği kat kat artırmıştı. Üst üste yutkunuyor, zanaatında çok usta olan rezil Camgöz’ü pirelendirmeden derdini nasıl açacağını hızla araştırıyordu. Birkaç kez dilinin ucuna kadar gelen Naciye adını yutmuştu. Öksürdü:
“Yaksana bir cigara... Yak canım... Seni istememizin sebebi... İsmail vardı ya bizim... İsmail... Bildin! Kapalıçarşı’da güpegündüz kuyumcuyu vurup dükkânını soyan...”
“Bilinmez mi Laz İsmail Abi...” Camgöz’ün sesi biraz ürkekleşmişti. Çekinerek sordu. “N’olmuş İsmail Abi’ye? Bir emri mi var?”
“Emri...” Durakladı. “Bana lazım İsmail... Nerde onun evi? Sen bilirsin!”
Camgöz, canlı gözünü Abdülkerim’in yüzüne tabanca namlusu gibi dikmişti. Hiç kıpırdamadan bakıyor, kırk tarakta bez dokutan Abdülkerim Bey’in kanlı katil, itoğluit Laz İsmail’le bu sıra ne işi olabileceğini çıkarmaya çabalıyordu. Ayrıca böyle adres madres vermelerin hiç beklenmez belalar getirdiğini de bilmez değildi. Duraklayarak konuştu:
“Valla Abdülkerim Abi... Çoktandır gördüğüm yok...” Abdülkerim Bey’in suratı birden karışıp domuzlaşınca kekeledi. “Diyeceğim... Evet, önce oturduğu yeri bilirdim. Senden saklım yoktur, birkaç kez karı marı istedi, götürdük. Sonra, duydun elbet, Feridiye’deki Karnıyarık Foti’nin evinden Naciye’yi çekti, kapattı. Bu Laz kızı Naciye... Ballı diye bilinir memlekette... Hakçası değerli karıydı. Gene de paşa kızlarına değişmem.” İçini çekti. “Ne fayda ki, Laz İsmail’in korkusundan, hovardalar, oturduğu sokağın ağzından bakamaz oldular. Bilmem sonu neye varır bunun?”
“Nerde bu sokak. Evin numarası kaç?”
“Valla...”
“Sokak dedim, dümbük, numara dedim!” Sesi Camgöz’ün kanını donduracak kadar korkunçlaşmıştı. “Hadi... Canımı sıkarsın... Sıkıldı mı bilirsin n’aparım!”
“Şart olsun Abdülkerim Abi...” Yardım arar gibi çevresine baktı. “Aslında, şart olsun haberim yok... Bizimki gider gelir. Çok mu lazım? Hemen mi? Yarına kalsa kolaydı.”
“Daha söylüyor! Fırla... Al gel... Geciktin mi, kulakların ikisini de keserim bu kez!”
Camgöz işin şakaya gelmeyeceğini sezip sıçradı, “Şimdi... Şipşak!” diye, harmanlayarak koştu.
Abdülkerim’le Nadya bakışıp gülüştüler. Camgöz hiç abartmamıştı. Mal meydanda... Karı gerçekten değerliydi. “N’olur şununla karşılıklı birer bira içsek?” Aklından geçenle büyü bozulacakmış ya da büyülenip erkeklik gücünü yitirecekmiş gibi ürktü. Gözlerini hemen kaçırıp somurttu. Yumruklarını sıkarak beklemeye başladı.
Camgöz dümbüğünün eve boşuna gittiğini ya da hiç gitmeden şurada iki dolanıp geleceğini dini gibi biliyordu. “Niyeti ayak kirasını biraz artırmak... Gidi rezil!”
Naciye gözünün önüne gelince yüreği ürperdi, derin derin soludu. Korkulu işlerin içindeyken apansız tutuyordu bu kadın açlığı, ne kadar da zorlasa gemleyemiyordu. “Tersine... Basılmaz, böyle kudurur. Allah’ın hikmeti, canım! Töbe töbe!”
Kapıdan yılışık yılışık sırıtarak giren Camgöz Halil’in yaklaşmasını oturduğu yerde bekleyemedi. Sıçrayıp kalktı. Adresi iki kez tekrarlattı, masaya bir lira atıp, “Hesabı gör! Üstü senin,” dedi, yürüdü.
Ensesi enikonu morarmıştı. Uçuyordu Abdülkerim Bey Abi... Camgöz Halil, zanaattan gelme bir sezgiyle meselenin cici mama üstüne döndüğünü anladı. En büyük insanların bile karı tutkunluğuna düştükleri zaman bu kadar güçsüz olmalarına çok acımış gibi başını sallayarak içini çekti. Barba Politis görününce lirayı saklayıverdi. “Para bırakmayı unuttu,” demeye karar vermişti birdenbire... Bu aklı pek beğenerek Nadya’ya göz kırptı.