10

“Bu kararsızlık geçidini, şarlatanlık tapınağını, bu günah testisini, bu hile otlarının dikilmiş bulunduğu tarlayı, bu Cehennem’in giriş yerini, bu kurnazlıklar taşan sepeti, bu bala benzeyen zehri, ölümlüleri dünyaya bağlayan bu zinciri; kadını kim yarattı?”

Yanan mangalın yanında yere bağdaş kurup oturmuş, bu Buddha şarkısını ağır ağır, sessizce defterime çekiyordum. Kötü ruhları kovmak için dua üstüne dua ediyor, yağmurdan ıslanmış sağrıları dalgalı, bütün bu kış gecelerine havadan akıp geçen bir kadın bedenini aklımdan kovmaya çalışıyordum. Hayatımın son bulma tehlikesiyle karşılaştığı o göçük olayından hemen sonra, kanımın içinde silkinen dulu duyuyordum. Öfkeli bir canavar gibi dirençle ve sitemle bana sesleniyordu.

“Gel, gel!” diye bağırıyordu. “Hayat bir şimşektir, çabuk gel, gel ki yetişesin!”

Bunun, kalkık, sağrılı dişi bedeniyle Kötü’nün Ruhu Mara olduğunu biliyordum. Ona karşı savaşıyordum. Tıpkı ilk insanların, mağaralarında, yontulmuş bir taşla kazıyarak ya da kırmızı ve beyaz boyalar kullanarak, çevrelerini sarmış yabani hayvanların resimlerini yapışları gibi, ben de oturmuş, Buddha’yı yazıyordum. Onlar da, üzerlerine atılıp kendilerini yemesinler diye, kayalara kazıyıp boyayarak onları durdurmak için, bu canavarlara karşı savaş veriyorlardı.

Ölüm tehlikesi geçirdiğim günden beri, dul, yalnızlığımın havasından geçiyor, o pek hafif sağrılarını sallayarak bana işaretler veriyordu. Gündüzün güçlüydüm: Aklım uyanıktı ve onu kovalayabiliyordum. Kışkırtıcının Buddha’ya ne yoldan geldiğini, kadın kılığına nasıl girdiğini, bacaklarının üzerine sert ve dik göğüslerini nasıl dayadığını yazıyordum. Buddha tehlikeyi gördü, bütün güçlerini harekete geçirdi ve kötülüğü bozguna uğrattı. Ben de kötülüğü onunla birlikte bozguna uğratıyordum.

Yazıyor, her cümlede hafifliyor, yürekleniyor, sözcüğün olağanüstü gücüyle kötülüğün geri çekildiğini, kovalanıp atıldığını hissediyordum. Gündüzün, elimden geldiği kadar korkusuzca savaşmaktaydım. Ama geceleyin aklım silahsızlanıyor, iç kapılar açılıyor, dul içeri giriyordu.

Sabahleyin bitkin, yenilmiş halde uyanıyordum ve savaş yeniden başlıyordu. Başımı kâğıttan kaldırdığımda gün çoktan sona ermiş, aydınlık kovalanıp kaçmış oluyordu ve karanlık ansızın üzerime çöküyordu. Günler kısaldıkça Noel yaklaşıyor, havadaki sonsuz boğuşmayı izleyerek kendi kendime şöyle diyordum:

“Yalnız değilim, büyük bir güç olan ışık da savaşıyor, yenilip yeniyor, umutsuzluğa kapılmıyor. Ben de onunla birlikte savaşacak ve umutlu olacağım.”

Dulla savaşırken, kendi kendime, evren çapında bir tempoya uyduğumu sanıyordum; bu da bana büyük bir güç vermekteydi. “Hepten kötü olan madde, tatlılıkla egemen olmak ve içimdeki o özgür ateşi söndürmek için böyle beden biçimine girdi,” diye düşünüyor ve diyordum ki:

“Maddeyi ruha çeviren ölümsüz güç Tanrı’dır; her insanın içinde bu ilahî yumaktan bir parça vardır; bunun için de ekmeğin, suyun ve etin biçimini değiştirip onu düşünce ve hareket haline sokuyor. Bu yüzden hakkı var Zorba’nın.” “Bana yediklerini ne yaptığını söyle, senin ne olduğunu söyleyeyim,” diyordu.

Şimdi ben de, atın o zorlu isteğini Buddha’ya çevirmek için olanca gücümle savaşıyordum.

Noel arifesi olan bir akşamüzeri, benim hangi şeytanla savaştığımı anlayan Zorba, “Neyin var patron? Seni sıkıntılı görüyorum,” dedi.

Duymamış gibi yaptım, ama kolay kolay bırakmadı yakamı.

“Gençsin patron,” dedi. Sesi acı ve öfkeli bir ton almıştı. “Gençsin, sağlamsın, iyi yiyip içiyorsun, havayı iyi dolduruyorsun ciğerlerine, boyuna güç topluyorsun, ama ne işe yarıyor bütün bunlar? Yalnız başına uyuyorsun. Yazık değil mi bu güce? Hemen bu akşam kalk, vakit kaybetme; dünya düzdür patron, sana kaç kez söyleyeceğim? Karıştırma şunu!”

Önümde Buddha elyazmalarım vardı; sayfalarını çeviriyor, Zorba’nın sözlerini dinleyerek bunların da, hepten kötü muhabbet tellalı akıl Mara’sının sesi olup büyük ve sağlam bir yolu açtıklarını biliyordum.

Elyazmasının sayfalarını yavaş yavaş çevirerek, karşı koymaya kararlı bir halde onu dinliyor, heyecanımı gizlemek için ıslık çalıyordum. Ama Zorba benim sustuğumu gördükçe ateşi deşmekteydi:

“Bu akşam Noel gecesi, kiliseye gitmeden önce, çabuk ol da onu bul. Bu gece İsa doğuyor patron; hadi sen de mucizeni göster!”

Sinirli bir halde ayağa kalktım, “Yeter artık, Zorba!” dedim. “Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir. Neden kiraz vermiyor diye incir ağacını hiç azarladığın oldu mu? Öyleyse sus! Gece yarısı yaklaşıyor. Biz de kiliseye gidip İsa’nın doğuşunu görelim.”

Zorba, kışlık takkesini kafasına iyice geçirdi. Bıkmış bir halde, “Peki,” dedi, “gidelim. Ama, şunu bil ki, bu akşam Başmelek Cebrail gibi dulun yanına gitseydin, benden çok Tanrı sevinecekti bu işe. Eğer Tanrı da senin yolundan gitseydi patron, Meryem’e hiçbir zaman yanaşmaz, İsa da hiçbir zaman olmazdı. Bana Tanrı’nın yolunu sorarsan, Meryem’e giden yol olduğunu söylerim sana. Meryem, duldur.”

Sustu. Yanıt vermemi boşuna bekledi. Hızla kapıyı açtı, dışarı çıktı, sopasını çakıllara vurdu. İnatla yeniden, “Evet evet,” dedi, “Meryem duldur.”

“Gidiyoruz!” dedim. “Bağırma!”

O kış gecesinin içinde hızlı hızlı yürüyorduk. Gökyüzü tertemizdi. Yıldızlar sarkan ateş lokmaları gibi iri iriydiler, alçaktan parlıyorlardı. Biz böyle kıyıdan giderken gece, öldürülüp de deniz kıyısına uzanmış bir canavara benziyordu.

“Kışın kısmış olduğu ışık, bu geceden başlayarak kendini toparlamaya başlıyor,” diye düşünüyordum. “O da, o güzel ilahî çocuk gibi, bu gece doğmuş sanki...”

Bütün köylüler, sıcak, kokulu kovana benzeyen kilisenin içine doluşmuştu. Erkekler önde, kadınlar elleri kavuşmuş halde arkada... Uzun boylu, kuru, kırk günlük oruçtan çıkmış olan Papaz Stefanos, altınlarını takmış, bir aşağı bir yukarı koşturuyordu, buhurdanı sallıyor, bağırıyor, İsa’nın doğuşunu görmek ve evine gidip yağlı etsuyu ile hediyelere ve kuş gözlerine yumulmak için acele ediyordu.

Eğer Kutsal Kitap, “Işık bugün doğuyor,” demiş olsaydı, insanın kalbi hasret çekmezdi. Düşünce, efsaneye dönüşmez ve dünyayı bu kadar ele geçirmezdi. İmgelemimizi, yani ruhumuzu canlandırmayan sıradan bir olay olarak kalırdı. Ama, kışın ortasında doğan ışık, çocuk oldu, çocuk da Tanrı ve şimdi yirmi yüzyıldır ruh onu tepesinde taşıyıp emziriyor...

Gece yarısından biraz sonra, mistik tören sona erdi. İsa doğdu. Köylüler acıkmış ve sevinçli bir halde yemek yemek, karınlarının derinliğiyle tenin gizlerini öğrenmek üzere evlerine koşuştular. Kanın sağlam temelidir; her şeyden önce ekmek, şarap ve et; bunlar olmadan Tanrı olmaz!

Şimdi, melekler kadar büyük yıldızlar parlıyor, Samanyolu, gökyüzünün bir ucundan öbürüne dökülüyor, yeşil bir yıldız, üstümüzde yakut gibi sallanıyordu. İçimi çektim.

Zorba dönüp baktı.

“Sen patron,” dedi, “Tanrı’nın insan olduğuna ve bir ağılın içinde doğduğuna inanıyor musun, yoksa bizlerle dalga mı geçiyorsun?”

“Bunu yanıtlamak güç Zorba,” dedim. “Ne inanıyorum ne de inanmıyorum. Ya sen?”

“Dinim hakkı için ben de şaşırmış haldeyim. Ne diyeyim sana? Velet olduğum ve ninem bana masallar anlattığı zamanlar, onlara inanmaz, ama inanıyormuş gibi heyecandan titrer, güler ya da ağlardım. Sakallarım çıkınca bütün bu masalları bıraktım ve onları tarakaya bile aldım. Ama şimdi, ihtiyarlığımda yine çocuklaştım patron, onlara yeniden inanmaya başlıyorum... Anlaşılmaz şey şu insanoğlu!”

Madam Ortans’a doğru yola koyulmuş, aç beygirler gibi koşuyorduk.

Zorba, “Muhterem pederler,” dedi. “İnsanı karnından yakalıyorlar. Nasıl kaçarsın? Kırk gün et yeme, diyorlar, oruç tut diyorlar. Neden? Ete hasret kalasın diye! Ne azgın boğalar be! Oyunun bütün hilelerini biliyorlar!”

Adımlarını sıklaştırdı.

“Pergelleri aç patron,” dedi, “tavuk hanım pişe pişe lokum olmuştur!”

Hanımımızın enli iki yatağı olan odasına girdiğimizde, masa beyaz bir örtüyle örtülmüştü, sırtüstü yatan, bacakları açık tavuğun dumanı tütüyordu ve yanan mangaldan tatlı bir sıcaklık yükselmekteydi.

Madam Ortans ise, bukleler yapmış, sırtına geniş kollu, dantelleri yolunmuş ve havı dökülmüş çiçekli bir rop giymişti. Bu gece, buruşuk boynunu iki parmak genişlikte ve kanarya sarısı renginde bir kurdele sıkmaktaydı; koltuk altlarına da çiçek suyu sürmüştü.

“Yeryüzünde her şey nasıl da düşünülmüş ve eksiksiz olarak birbirine uymuş! Hele toprak, insanın kalbine nasıl da uygun! İşte şu ihtiyar şarkıcı kadın, onca feleğin çemberinden geçmiş de, şimdi bu ıssız kıyıya düşmüş, şuradaki, bu sefil odada kadınlığın bütün kutsal çabasını, sıcaklık ve hanımlığını toplamış.”

Özenli bol yemek, yanan mangal, yukarıdan aşağı bayraklarla süslü gövdesi, gülsuyunun kokusu... Bütün bu küçük, bu derece insancıl, bedensel sevinçler, büyük bir beğeniye ne kadar da çabuk dönüşüyor.

Bir an gözlerim doldu. Bu büyük gecede, bu deniz kıyısında kimsesiz değilmişim de, anayı, kız kardeşi, kadını bu kadar bağlılık, şefkat ve sabırla temsil eden bir dişi yaratık, benimle ilgilenmek üzere koşmuş gibime geldi. Ben de, hiçbir şeye gereksinmem olmadığını sanırken, birdenbire her şeye gereksinmem olduğunu hissettim.

Zorba da aynı tatlı heyecanı duymuş olmalıydı; çünkü içeri girer girmez, koşarak o bin kocalı, tepeden tırnağa süslü kocakarımıza sarıldı.

“İsa doğdu!” diye bağırdı. “Selam sana kadın milleti!”

Gülerek bana baktı.

“Gördün mü, kadın ne felaket şeymiş patron? Tanrı’yı bile kafeslemeyi becermiş!”

Masaya kurularak yemeklere yumulduk, şarap içtik, işkembelerimiz sevindi, kalbimiz canlandı. Zorba yine alevlendi. İkide bir bana şöyle bağırıyordu:

“Ye iç, ye iç patron! Keyiflen! Sen de şarkı söyle be oğlum, koca çobanlar gibi! Hamdolsun en uluya! İsa doğdu, çocuk oyuncağı değil bu; aman amanı çok ki, Tanrı duysun ve o zavallının da ağzı kulaklarına varsın; yeter ona içirdiğimiz zehirler!”

Keyfe gelmişti; gaza bastı:

“İsa doğdu, benim koca bilginim; kâğıt farem benim! Doğdu mu, doğmadı mı diye ince eleyip durma! Elbette doğdu; budala olma! Günün birinde bir makinist bana dedi ki: Bir lup alıp içtiğimiz suya bakarsan, onun göze görünmeyen küçük küçük kurtlarla dolu olduğunu görürmüşsün. Kurtları görecek ve su içmeyeceksin. İçmeyeceksin de susuzluktan gebereceksin! Lupu kır patron! Kır namussuzu da, kurtlar hemen kaybolsun! Sen de suyu içip serinle!”

Dostumuz olan alacalı kadına baktı ve dolu bardağını kaldırdı.

“Ey yardımcı Kira Bakirem,” dedi, “şu bardağı senin sağlığına içeceğim! Hayatımda çok gemi aslanı gördüm. Gemilerin pruvalarına çakılmış, göğüslerini kaldırmışlar, yanaklarıyla dudakları kıpkırmızı boyanmıştır. Bütün denizleri dolaşmış, bütün limanlara yanaşmışlardır. Gemi çürüdü mü, onlar karaya çıkar, hayatlarının sonuna kadar, kaptanların gelip içki içtikleri bir balıkçı kahvesinin duvarına yaslanırlar. Bubulinam, seni bu kıyıda gördüğüm şu gece, iyice yiyip içtiğim ve gözlerimin açıldığı şu anda, bana büyük bir geminin pruvasındaki gemi aslanı gibi görünüyorsun. Ben de senin son limanınım Bubulinam! Kaptanların içmeye gittikleri o kahvehane ben’im. Gel yaslan bana, mayna et yelkenleri! Bu büyük bardağı senin sağlığına içiyorum, dilberim benim!”

Heyecanlanan Madam Ortans ağlamaya başladı ve Zorba’nın omzuna yaslandı.

Zorba, kulağıma, ıslık çalar gibi, “Göreceksin patron,” dedi, “söylediğim bu iyi sözden ötürü başım belaya girecek. Namussuz, beni bu akşam salmayacak. Ama gel gör ki, acıyorum zavallılara, acıyorum!”

Sonra dilberine doğru dönerek kuvvetle bağırdı:

“İsa doğdu! Sağlığımıza!”

Kolunu Madam’ın kolundan geçirdi ve ikisi el ele, koyun koyuna, birbirine tatlı tatlı bakarak şaraplarını bir yudumda içtiler.

Sıcak, küçük odadan tek başıma çıkıp dönüş yolunu tuttuğum zaman, sabah yakındı. Köy iyice yemiş, iyice içmişti; şimdi de iri kış yıldızlarının altında, kapı pencere kapalı bir halde uyuyordu.

Hava soğuktu, deniz uluyordu, sadece raks ve oyundan oluşmuş koket Venüs yıldızı doğuya sarktı. Kıyıdan kıyıdan gidiyor, dalgalarla oynuyordum; onlar beni ıslatmak için saldırıyor, ben kaçıyordum; mutluydum. Diyordum ki:

“Gerçek mutluluk budur: hiçbir yükselme tutkun olmadan bütün o tutkulu olduğun yüksekliklere erişmişsin gibi köpekçesine çalışmak. İnsanlardan uzak yaşayıp onları sevmek ve onlara gereksinme duymamak. Noel olunca, iyice yiyip içmek. Sonra bütün tuzaklardan yalnız başına kaçmak. Yıldızlar tepende, toprak solda, deniz sağda olsun ve birden, kalbinin içinde hayatın son çabasını da tüketip masal olduğunu duyasın.”

Günler gelip geçiyordu; çaba göstermek için savaşıyor, bağırıyor, oynuyordum; ama kalbimdeki kulakçıkların en son kıvrımına kadar kederliydim. Bütün bu yortu haftası içinde anılar ayaklandı, içim müzikle ve sevdiğim insanlarla doldu. İnsan kalbinin kan dolu bir çukur olduğunu, sevilen ölülerin bunun içine burunüstü düşerek, canlanmak için kanımızı içtiğini anlatan o çok eski masalın çok doğru olduğunu yine hissetmekteydim; bunlar ne kadar çok sevilen kimselerse, insanın o kadar çok kanını içerler.

Yeni yılın arifesi. Gürültülü bir köylü çocuğu sürüsü, kâğıttan bir gemiyle bizim barakaya kadar geldi. Sevinçli, yüksek seslerle kalanda31 söylemeye başladılar:

Ayas Vasilisa,32 Kasaria’dan,33

O doğduğu yerden yola çıktı...

Çivit mavisi denizin yanı başındaki bu küçük Girit kıyısında durmuştu o. Arkadaşlarının arasındaydı ve arkadaşları birden yapraklarla, güllerle örtülüverdiler. Ve Yeni Yıl şarkısı yine yükseldi:

Mutlu bir yeni yıl, sizin olsun ey Hıristiyanlar!

Şef, evin mısır, zeytinyağı ve şarapla dolsun;

Eşin mermer bir direk gibi çatına destek olsun;

Kızın evlensin ve dokuz oğlan, bir kız doğursun;

Ve bu oğulların, krallarımızın kentini yeniden kurtarsın!

Zorba bunları duyunca kapıdan fırladı. Çocukların elindeki küçük davulu kaptığı gibi çılgınca çalmaya başladı.

Hiçbir şey söylemeden öylece durup onu gözledim. Kalbimden bir yaprağın daha düştüğünü, bir başka yıla geçtiğimi hissediyordum. O kara çukura bir adım daha atıyordum.

Çocukların ortasında olanca sesiyle şarkı söyleyip davul çalan Zorba, birden sordu:

“Ne oldu sana patron? Ne oldu sana be adam? İhtiyarlayıp soldun sen patron! Ben bu akşam, sanki yeniden çocuk oluyorum! İsa gibi yeniden doğmaktayım. Nasıl o her yıl doğuyorsa, ben de öyle...”

Yatağa uzanıp gözlerimi yumdum; bu akşam kalbim vahşileşmişti; konuşmak bile istemiyordum.

Uyuyamıyordum. Sanki bu gece hareketlerimin hesabını verecekmişim gibi, bütün hayatım düşe benzer bir hızla ikircikli ve bağlantısız bir halde yükselmişti de, ben ona umutsuzca bakıyordum. Yükseklerde, rüzgârların dövdüğü, tüyden bir bulut gibi hayatım figür değiştiriyor, birleşip ayrılıyor, yeniden birleşiyor, biçim değiştirerek kuğu, köpek, şeytan, yengeç, altın tavus ve maymun oluyor; ebemkuşağı ve hava dolu bulut durmadan saçılıp serpiliyordu.

Hayatım boyunca sormuş olduğum bütün sorular, yanıtsız kalmakla bitmiyor, durmadan birbirine dolanıp vahşileşiyorlardı. En büyük umutlarım bile eşelenip uslandı.

Gün doğdu. Gözlerimi açmadım. Yakıcı isteğimi toplamaya, beynimin katılaşmış kabuğunu aşmaya ve her insanca damlayı büyük okyanusla birleştiren tehlikeli karanlık kanala girmeye çalışıyordum. Tülü yırtıp bu yeni yılın bana ne getirdiğini görmek için acele etmekteydim...

“Günaydın patron. Nice mutlu yıllara!”

Zorba’nın sesi beni iyice yere serdi. Gözlerimi açtım ve Zorba’nın, baraka kapısının eşiğine oturmuş, koca bir narı ayıkladığını görme fırsatını buldum. Taze taneler yatağıma kadar savruldu; birkaçını toplayıp yedim, boğazım serinledi.

Zorba, tepeden tırnağa keyif kesilmişti.

“Umarım kazancımız bol olur patron! Güzel kızlar becerir bizleri!”

Yıkandı, tıraş oldu; yeşil çuhadan pantolonunu, semer kumaşından ceketini ve tüyleri yarı dökülmüş keçi derisinden kısa kürkünü giydi; astragandan yapılmış Rus kalpağını başına geçirdi, bıyığını burdu.

“Patron,” dedi, “ben şirketin temsilcisi olarak kiliseye gidip orada hazır bulunacağım. Bu kömür işinde bizi mason sanmaları iyi olmaz. Ne kaybederim? Üstelik vakit de geçirmiş olurum.”

Kafasını eğip göz kırptı, “Belki dulu da görürüm,” diye mırıldandı.

Tanrı, şirketin çıkarları ve dul, bu üçü, Zorba’nın kafasında birbirinden farksız olarak birleşmişlerdi. Çok hafif ayak seslerinin uzaklaştığını duydum. Yerimden fırladım. Büyüler çözülmüştü. Ruhum, yine etten hücresine kapanmış kalmıştı.

Giyinip denize doğru yürüdüm. Hızlı hızlı yürüyordum ve herhangi bir tehlikeden ya da günahtan kurtulmuş gibi seviniyordum. Geleceği henüz doğmadan araştırıp görme konusundaki sabahki amansız isteğim, birdenbire bana bir küfürmüş gibi göründü.

Yabanıl bir çam ağacında, bir sabah, içerideki canın dışarı çıkmak üzere kabuğunu tam çatlattığı anda, bir kelebek kozasını görme fırsatını nasıl elde etmiş olduğumu hatırladım. Bekliyor, bekliyordum; o ise gecikiyordu; benim de işim vardı... Bunun için ona doğru eğildim, soluğumla ısıtmaya başladım. Onu sabırla ısıtıyordum. Mucize benim önümde, doğal hızından daha hızla oluşmaya başladı; kabuğun hepsi açılıp kelebek göründü. Ama ben, heyecanımı asla unutmayacağım: Kanatları kıvrıntılıydı ve açılmamıştı, bütün vücudu titriyor, kanatlarını açmaya çalışıyor, ama beceremiyordu. Bense ona soluğumla yardımcı olmaya çalışıyordum. Ama boşuna. Onun, güneşte sabırla olgunlaşmaya ve açılışa gereksinmesi vardı; şimdiyse, artık vakit geçmişti. Soluğum kelebeği yedi aylık çocuk gibi vaktinden önce, daha buruşuk bir halde dışarı çıkmaya zorlamıştı. Olgunlaşmamış halde çıktı, umutsuzca kımıldadı, biraz sonra da avucumun içinde öldü.

Kelebeğin bu tüylü iskeleti, sanırım ki, bilincimdeki en büyük ağırlıktı. Ve işte bugün, ta derinden anladım: Yüzyıllık yasaları oldubittiye getirmek öldürücü bir günahtır; ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur.

Yeni yılın bu ilk düşüncesini, sakin bir halde sömürebilmek için bir kayanın üstüne tünedim. Ah, diyordum, elimde olsa da, şu yeni yıl içinde, hayatımı böyle isterik sabırsızlıklar olmadan ayarlayabilsem! Kendisini canlandırmak için acele etmiş olduğum o kelebekçik, hiç durmadan önümde uçsa, bana yolu gösterse! Böylece, zamanından önce ölmüş bir kelebeğin elinde olsa da, bir kardeşinin, bir insan ruhunun, acele etmeyip ağır bir tempoyla kanatlarını açacak zamanı bulmasına yardım etse...

31. Eskiden bizim Ramazan gecelerinde söylenen bir tür mani olup, Noel Yortusu’nda evlerin kapısı önünde çocuklar tarafından bahşiş almak amacıyla söylenir. (Ç.N.)
32. Ayos Vasilis: Rumcada Noel Baba’ya verilen ad. (Ç.N.)
33. Kasaria: Kayseri’nin Rumca adı. Kalanda’daki bir beyite göre, Ayos Vasilis, Kayseri’den yola çıkar ve aslında Kayseri’de oturmaktadır. (Ç.N.)