Üç gün geçti, dört gün geçti, beş gün geçti, Zorba görünürlerde yoktu. Altıncı gün, Kastro’dan postalanmış çok sayfalı, upuzun bir mektup aldım. Kokulu, pembe bir kâğıda yazılmıştı, ucunda da, bir uçtan öbürüne, okla delinmiş bir yürek resmi vardı.
Orasına burasına serpiştirilmiş, kendine özgü deyimleri taşıyan mektubu dikkatle sakladım; yalnız, o güzel karalama yazılarını düzelttim. Zorba, kalemi keser gibi tutuyor; kuvvetle bastırıyordu; bu yüzden kâğıdın birçok yerleri yırtılmış, bazı yerleri de mürekkebe bulanmıştı.
Sevgili patron, bay kapitalist!
Ben, çoktandır dünyaya at ya da öküz olarak gelmediğimi anlamış bulunuyorum. Yalnız hayvanlar yemek için yaşar. Yukarıdaki bölümlemeden çıkmak için, gece gündüz işler icat ediyor, bir düşünce uğruna ekmeğimi tehlikeye atıyor, atasözlerini ters çeviriyor ve şöyle diyorum: “Gelecek olan on, eldeki beşten iyidir!”
Zarar görmemiş olan pek çok kimseler yurttaştır. Ben yurttaş değilim, onun için zarar görebilirim. Pek çokları Cennet’e inanarak eşeklerini sağlam kazığa bağlamışlardır; benim eşeğim yok, özgürüm; eşeğim nerede ölürse ölsün, Cehennem’den korkmam; nerede yonca yerse yesin, Cennet’ten umudum yoktur. Cahilim, nasıl söyleyeceğimi bilmem, ama sen patron, beni anlarsın.
Çok kişiler gururdan korkmuştur; ama ben onu yendim. Çokları düşünür, benim düşünmeye gereksinmem yok. İyilikten dolayı sevinmem, kötülükten dolayı da üzülmem; Yunanların İstanbul’u aldığını öğrensem, Türklerin Atina’yı almasıyla aynı şeydir bu benim için.
Sana bu yazdıklarımdan, yaşımın ihtiyarlığa vardığını anlıyorsan, bana yaz. Ben, Kastro dükkânlarında, hava hattımız için tel alayım diye dolaşıyor ve gülüyorum. Bana, “Neden gülüyorsun sağdıç?” diye soruyorlar. Ama nerden nereye hesap vereceğim onlara? Ben gülüyorum, çünkü tam telin iyi olup olmadığını anlamak üzere elimi uzattığım zaman birden insanın ne olduğunu, dünyaya neden geldiğini ve ne işe yaradığını düşünüyorum... Bana kalırsa, hiçbir şeye... Her şey aynı; karım olsa da, olmasa da, namuslu ve namussuz olsam da, bey ya da hamal olsam da; yalnız canlı ya da ölü oluşumun önemi var. Beni Şeytan ya da Tanrı alırsa (Ne diyeyim patron, sanırım arada fark yok!) gebereceğim, pis kokulu bir leş olacağım, dünyayı kokutacağım ve bu dünya, boğulmamak için beni bir yere saklamak zorunda kalacak.
Şimdi söz gelmişken patron, senden, korktuğum ve beni gece gündüz rahat bırakmayan bir şeyi (başka bir şeyden korkmam) soracağım; iyi saatte olsun, beni ihtiyarlık korkutuyor patron! Ölüm bir şey değildir, bir püfff! Ve mum sönüverir; ama ihtiyarlık... büyük ayıp bence.
İhtiyar olduğumu açık açık söylemeyi ve kimsenin ihtiyarladığımı haber almaması için elimden geleni yapmayı çok büyük bir ayıp sayıyorum; sıçrıyor, oynuyorum, belim ağrıyor, ama gene oynuyorum; içiyorum, bir baş dönmesi geliyor, dünya dönüyor ama, gene başım dönmemiş gibi dik duruyorum. Terliyor, denize dalıyor, soğukluyorum. “Guh, guh!” diye öksürüp hafiflemek istiyorum ama, utanıyorum patron. Öksürüğü zorla geri çeviriyorum. Yani, benim hiç öksürdüğümü duydun mu patron? Hiç! Bu, yalnız başkalarının yanında değil, tek başıma olduğum zaman da böyle. Zorba’dan utanıyorum patron, ne diyeyim? Utanıyorum Zorba’dan.
Bir zamanlar Aynaroz’da –Oraya da gittim, ama ayağım kırılaydı da gitmez olaydım!– Sakız’dan Peder Laurentio adında bir keşişle tanışmıştım. O herif, içinde bir şeytanın bulunduğunu sanıyordu; ona bir ad da takmıştı: Hoca diyordu. Zavallı Laurentio, “Hoca Büyük Cuma günü et yemek istiyor,” diye böğürür, kafasını kilisenin eşiğine vururdu; “Hoca kadınla yatmak istiyor. Hoca başpapazı öldürmek istiyor. Ben değil, Hoca, Hoca!” Ve ha babam alnını taşa vururdu.
Şimdi, benim de böyle içimde bir şeytan var patron, adına da Zorba diyorum. İçerdeki Zorba ihtiyarlamak istemiyor, hayır istemiyor, hayır ihtiyarlamadı, o canavardır, simsiyah saçları, otuz iki dişi ve kulağında bir karanfil var. Fakat, dışarıdaki zavallı Zorba su koyuverdi, saçları aklaştı, buruşup süzüldü, dişleri dökülüyor; kocaman kulağı, ihtiyarlara özgü beyaz eşek kıllarıyla örtüldü.
Ben ne yapayım patron? İki Zorba ne zamana kadar güreşecek? Sonunda hangisi yenecek? Eğer çabuk kıkırdarsam iyi, o zaman üzülmem; ama, daha çok yaşarsam bittim demektir, bittim patron; çökeceğim gün gelecek. Özgürlüğümü yitireceğim, gelinim ya da kızım bir velet, bir canavar olan çocuklarının yanmaması, düşmemesi, kirlenmemesi için dikkatli olmamı emredecekler ve eğer kirlenirse oturup benim (Tuuuuuuh!) temizlememi de...
Aklında olsun patron, genç de olsan, aynı şeyler senin de başına gelecek. Onun için sözüme kulak ver, gittiğim yolda git, başka kurtuluş yolu yok; dağlarda dolaşalım, kömür, bakır, demir, tutya taşı çıkaralım, çok kazanalım, akrabalar bizden korksun, dostlar pohpohlasın, beyler şapkalarını çıkarsınlar. Bunu başaramazsak, ölüm daha iyidir patron; kurtlar, ayılar ve başımıza hangi canavar çıkarsa, onun tarafından öldürülmek daha iyi; helal olsun ona! Tanrı dünyaya canavarları bunun için gönderdi; çökmeyelim de, bizim gibi bazılarını yesinler diye...
Zorba buraya, renkli bazı kalemlerle yeşil ağaçların altında koşan uzun boylu, zayıf bir adamla, onu kovalayan yedi kırmızı kurt resmi yapmıştı; altına da kalın bir yazıyla şunları yazmıştı:
“Zorba ve yedi günahlar!”
Ve şöyle devam ediyordu:
Sanırım ki mektubumdan, ne kadar zavallı bir adam olduğumu anlayacaksın; yalnız seninle baş başa olup konuşurken karamsarlığımın hafifleyeceğinden umutluyum. Çünkü sen de benim gibisin, ama bunu bilmiyorsun; senin de içinde bir şeytan var, adını bilmiyorsun henüz. Bilmediğin için de boğuluyorsun; onu vaftiz et de, hafifle patron!
Zavallı olduğumu söylüyordum, değil mi? Bütün açıkgözlülüğümün budalalıktan başka bir şey olmadığını açıkça görüyorum; ama bazen, büyük bir adama yakışır düşüncelerle hareket ettiğim anlar oluyor, eğer içerideki Zorba’nın emrettiğini yapabilirsem, dünyayı şaşkın bırakıyorum.
Hayatımda vadeli anlaşmam olmadığı için, en tehlikeli uçuruma vardığım zaman freni laçka ederim. Her insanın hayatı inişli yokuşlu bir çizgidir ve her akıllı adam kendini frenle idare eder; fakat ben patron, değerim buradadır, frenimi çoktan attım, çünkü karamboller, beni korkutmuyor; biz işçiler yoldan çıkmaya karambol deriz. Yaptığım karambollere dikkat ediyorum Allah belamı versin! Gece gündüz koşuyor, keyfimi yaşıyorum ve isterse, kırılıp paramparça olayım. Yitirecek neyim var? Hiç! Sanki kendimi uslu idare etsem kırılmayacak mıyım? Kırılacağım; öyle ise toplara ateş!..
Şimdi sen bana gülüyorsun patron, ama ben sana budalalıklarımı, –ya da haydi düşüncelerimi ya da zaaflarımı diyelim– vallaha, bu üçü arasında ne fark var, bilmem; yazıyorum, işin yoksa gül sen. Ben de, senin güldüğüne gülüyorum, böylece de dünyada gülmenin sonu gelmiyor. Her insanın kendi deliliği vardır; bana da öyle geliyor ki, en büyük delilik, bir deliliğe sahip olmamaktır.
Yani, şimdi ben burada, Kastro’da, deliliğimin eğitimini görüyorum ve kabul etmen için bunu sana ayrıntıları ile yazıyorum. Doğrudur, daha gençsin patron, ama ihtiyarlara ait hikâyeleri okudun ve bağışla ama, biraz ihtiyar oldun; onun için senin kabulünü istiyorum.
Ben, her insanın ayrı bir kokusu olduğuna inanırım: Biz bunu anlamıyoruz, çünkü kokular birbirine karışıyor, hangisinin senin, hangisinin benim olduğunu bilemiyoruz; yalnız havanın pis bir koku yaydığını anlıyor; buna da insanlık adını veriyoruz. Kimileri, onu soluyup lavanta adını da veriyorlar; benimse kusacağım geliyor. Ama boş ver, bu başka bir türküdür.
Namussuz kadınların müthiş bir burunları olduğunu ve hangi erkeğin kendilerine hasretlik çektiğinin, hangisinin ise nefret ettiğinin kokusunu hemen aldıklarını söylemek istiyordum da az daha freni salıverecektim. Bunun için hangi kente ayak bastımsa, şimdi bile, ihtiyar, çirkin suratlı ve freni bozuk olmama rağmen, daima arkamdan iki-üç kadın gelmiştir ve gelir. Görüyorsun işte, av köpeği namussuzlar... Hemen kokumu aldılar, Allah iyiliklerini versin!
Yani, hayırlısıyla Kastro’ya vardığımın ilk günü vakit akşamdı, güneş batıyordu. Hemen dükkânlara koştum, ama kapalıydılar. Bir hana gittim, katırımı doyurdum, ben de yedim, yıkandım, sigaracığımı yaktım, dolaşmak üzere çıktım. Kentte kimseyi tanımıyordum, kimse de beni tanımıyordu, yani özgürdüm. Yolda ıslık çalabilir, gülüp kendi kendime konuşabilirdim; eğlencelik aldım. Tükürüyor, geziniyordum. Fenerler yandı; erkekler uzolarını içiyor, kokonalar evlerine dönüyordu. Hava pudra, mis sabunu ve mezelik şiş kebabı kokmaktaydı. Kendi kendime: “Ee, ulan Zorba,” diyordum, “ne zamana kadar yaşayacaksın ve burun deliklerin ne zamana kadar açılıp kapanacak ulan? Havayı koklamak için az zamanın kaldı zavallı! Derin soluk al!”
Derin soluk alıyor ve büyük caddede bir aşağı, bir yukarı gidiyordum; bilirsin bu caddeyi. Birden şarkılar, horalar, tef sesleri ve aman amanlar duydum. Kulaklarımı diktim, sesin geldiği yana koştum; bir kafeşantandı burası; ben de onu istiyordum zaten; içeri girdim. Ön taraftaki küçük bir masaya yerleştim. Neden utanayım? Dedik ya, kimse bizi tanımıyordu... Özgürdüm.
Peykede bir kartaloş oynuyor, eteklerini indirip kaldırıyordu, ama ben dikkat etmiyordum. Bir şişe bira ısmarladım ve al sana!.. Ufak tefek, tatlı suratı mala ile sıvanmış, kapkara bir kız gelip yanıma yerleşiverdi. Gülerek, “İzin verir misin dedeciğim?” dedi.
Ben alevi aldım; zevzek kızı gırtlak çıkıntısından yakalayıp sıkmak geldi içimden! Fakat kendimi tuttum, dişiliğine acıdım, garsonu çağırıp emri verdim:
“İki şampanya!”
Bağışla patron, sana ait olan paradan çok harcadım ama, işin içinde büyük çapta bir utanma sorunu vardı. Benim utanmam, senin utanman demekti patron; bu zibidiyi önümüzde diz çöktürmeliydim. Gerekliydi bu. Ve ben biliyorum, bu güç anda beni öyle savunmasız bırakmazdın sen. Onun için, “İki şampanya garson!”
Tatlılar geldi; tatlı da ısmarladım, başka şampanya emrettim. Birisi, yaseminlerle geçiyordu, bütün sepeti alıp kızın kucağına boşalttım.
İçtik, içtik ama, yemin ederim ki patron, ona dokunmadım bile. İşimi bilirim ben; gençken ilk yaptığım şey dokunmaktı; şimdi ihtiyarlığımda, ilk yaptığım şey masraftır. Cömert olmalı, parayı savurmalıyım; kadınlar böyle hareketler karşısında sersemler. Boktan yaratıklardır, kambur da olsan, hepsini unuturlar. Hiçbir şeye bakmaz kokmuşlar; yalnız para saçan ele bakarlar!
Sağ olasın ve Tanrı bereketini artırsın patron, harcıyor, harcıyordum ve o mübarek de artık yanımdan ayrılamıyordu. Yavaş yavaş beni izliyor, dizceğizini kuru bacaklarıma dokunduruyordu; ama ben, içimden erimeme rağmen, taş gibiydim. Başına gelirse bilmiş ol, bu kadınları deli eder. Senin, içinden yandığını anlasın, ama sen el uzatmayasın sakın!
Sonunda, gece yarısı yaklaştı, gelip geçti; yavaş yavaş ışıklar söndü, kafeşantan kapanıyordu. Bir tomar binlik çıkarıp hesabı gördüm, garsona da büyük bir bahşiş verdim. Kızcağız yakama sarıldı. Baygın bir sesle sordu:
“Adın ne?”
Ben iğneli bir tavırla karşılık verdim:
“Dedecik!”
Namussuz dişi bana kuvvetli bir çimdik attı.
“Gel...” dedi ve göz kırptı.
Küçücük elini tutup anlamlı anlamlı sıktım.
“Gidelim küçüğüm...” dedim.
Sesim kısılmıştı.
Üst yanını anlarsın. Elimizin körünü yaptık. Sonra uykuya daldık. Uyandığım zaman nerede ise öğle olacaktı. Çevreme bakındım, bir de ne göreyim? Temiz mi temiz bir odacık, koltuklar, bir lavabo, sabunlar, şişeler, şişecikler, aynalar, aynacıklar –duvarlarda alacalı entariler ve bir sürü fotoğraf asılıydı–, bahriyeliler, subaylar, kaptanlar, jandarmalar, dansözler ve sadece iki sandal giymiş kadınlar. Yanımda, yatakta da sıcak, kokulu, saçları dağılmış dişilik.
Gözlerimi yumarak mırıldandım: “Eee, Zorba, diri diri Cennet’e girdin; iyi burası, kıpırdama!”
Sana başka zaman da söyledim patron, her insanın bir Cennet’i vardır; senin Cennetin kitaplar ve büyük mürekkep damacanalarıyla dolu olacak; bir başkasınınki konyak, uzo ve şarap varilleriyle dolu olsa gerek; birininki de yığınla İngiliz lirası. Benim Cennetim ise şu: alacalı entarileri, kokulu sabunları, iki kişilik sustalı karyolası olan, kokulu, küçük bir oda ve yanımda dişilik...
Açıkça söylenen günah, günah sayılmaz; bütün gün burnumu dışarı çıkarmadım. Nereye gideyim? Ne yapayım? Boş ver; burada iyiydim. En iyi lokantaya emir verdim, bize bir tepsi dolusu, hepsi de kuvvet verici olan yemekler getirdiler: siyah havyar, pirzola, balık, bol meyve, kadayıf. Yine elimizin körünü yaptık, yine uyuduk. Akşamüzeri uyandık, giyindik, onu koluma taktım ve çalışacağı kafeşantana gittik.
Sözü uzatıp da başını ağrıtmayayım patron, bu durum hâlâ sürüp gidiyor. Ama üzülme, işlerimize de bakıyorum. Ara sıra çıkıp dükkânları dolaşıyor, bir göz atıyorum; teli alacağım, bize ne gerekse alacağım, sen üzülme! Bir gün önce, bir gün ya da bir hafta sonra olsa ne çıkar? Dişi kedi, acelesinden yavrularını ters doğurur derler; acele etme sen. İyiliğine olsun diye gözlerimin açılmasını, aklımın durulmasını bekliyorum ki, bizi aldatmasınlar. Her şeyden önce, telin iyi olması gerek, yoksa hapı yuttuk, öyleyse sabret ve bana güven!
Benim sıfatım için de asla tasalanmayasın; heyecanlar beni besler, birkaç gün içinde yirmi yaşımı buldum. Öyle kuvvetim var ki, yeni diş çıkaracağım gibime geliyor; hatırlarsın, belim ağrıyordu, şimdi keklik kesildim; her sabah aynaya bakıp saçlarımın nasıl olup da hâlâ kara vernik olmadıklarına şaşıyorum.
Diyeceksin ki, bütün bunları sana neden yazıyorum? Ben seni sırdaşım sayıyor ve bütün günahlarımı sana açıklamaktan utanmıyorum. Neden biliyor musun? Bana öyle geliyor ki, sen benim iyi ya da kötü şeyler yapmama metelik vermiyorsun. Sen de elinde, Tanrı gibi, bir sünger tutuyor ve hepsini, plaf plaf siliyorsun. Onun için cesaret bulup bunları sana söylüyorum; dinle öyleyse:
Ben altüstüm, nerdeyse pusulayı şaşıracağım, rica ederim, şu mektubumu alır almaz kaleme sarılıp bana bir şeyler yaz. Yanıtını alıncaya kadar diken üstünde oturacağım. Sanıyorum ki, yıllardan beri Tanrı’nın kayıtlarında yokum, ama şeytanınkilerde de... Yalnız senin kaydında varım; onun için, senden başka hesap vereceğim kimse yok, o halde dinle. Buyur olan biteni:
Dün burada, Kastro’nun yakınında panayır vardı, ama azizlerden hangisine ait olduğunu biliyorsam şeytan alsın beni! Lola –sahi, sana onu tanıştırmayı unuttum, adı Lola’dır– bana dedi ki:
“Dedecik (bana hâlâ dedecik diyor ama, nazlı bir biçimde), dedecik, ben panayıra gitmek istiyorum.”
“Git nineciğim, git!” dedim.
“Ama ben seninle gitmek istiyorum.”
“Ben gitmem, üşeniyorum, sen git.”
Gözleri doldu.
“Gitmez misin? Neden? İstemiyor musun?”
“Sen gidersen isterim, gitmezsen istemem.”
“Ama neden? Sen özgür bir insan değil misin?”
“Hayır! Değilim!”
“Özgür olmak istemez misin?”
“İstemem!”
Ne diyeyim patron! İnfilak edesim geldi.
“Özgür olmak istemiyor musun?” diye bağırdım.
“Hayır, istemiyorum! İstemiyorum! İstemiyorum!”
Patron, sana Lola’nın odasında, Lola’nın kâğıdıyla yazıyorum; rica ederim dikkat et; ben sanıyorum ki, özgür olmak isteyen insandır, kadın özgür olmak istemiyor; öyleyse, kadın insan mıdır?
Rica ederim, bana hemen karşılık ver. Dostça saygılarımla!
BEN ALEKSİ ZORBA
Zorba’nın mektubunu okuduktan sonra bir zaman kararsız kaldım. Kızmam mı, gülmem mi, yoksa hayatın kabuğunu, mantığı, ahlakı, namusu aşarak lezzete varan bu eski adamı hazla seyretmem mi gerektiğini bilemiyordum. O kadar gerekli olan bütün değerler kendisinde yok da, onu, karşı konmaz bir biçimde en uç sınıra, uçuruma iten güç, evet yalnız bunun tehlikeli bir değeri kalmış onda.
Yazdığı zaman, sabırsız bir hızla kalemleri kıran bu okumamış işçi, maymunluktan kurtulmaya çalışan, kaçan ilk insan gibidir ya da insanlığın temel problemlerine egemen olmuş büyük filozoflar gibidir; onları acil gereksinmeler gibi yaşar; çocuk gibi o da, her şeye ilk kez bakıyor, hep şaşıyor, soruyor, her şey ona olağanüstü görünüyor ve her sabah gözlerini açıp ağaçları, denizi, taşları, bir kuşu görünce, ağzı bir karış açılıyor, “Nedir bu sır?” diye bağırıyor. Ağaç, deniz, taş, kuş ne demek?
Bir gün, hatırlıyorum, köye doğru giderken, katıra binmiş bir ihtiyarla karşılaştık. Zorba, yuvarlak gözlerini kırpıştırarak katıra baktı. Bakışının ateşi ve şiddeti o kadar büyük olmalıydı ki, köylü korkuyla bağırdı:
“Allah rızası için sağdıç, katırıma nazar değdirme!”
Ve istavroz çıkardı. Zorba’ya baktım.
“İhtiyara ne yaptın da bağırıyor?” dedim.
“Ben mi? Ne yapacağım? Katıra baktım; senin de dikkatini çekmedi mi patron?”
“Ne?”
“Şey işte, dünyada katırların bulunması!”
Başka bir gün de, deniz kıyısında uzanmış okurken Zorba geldi, karşıma bağdaş kurup oturdu; santurunu dizlerinin üstüne koydu, çalmaya başladı. Gözlerimi kaldırıp ona baktım. Yüzü yavaş yavaş değişiyordu; kendisine vahşi bir sevinç, acayip bir uyanma egemen oldu. Uzun, buruşuk boynunu silkeledi ve şarkı söylemeye başladı.
Makedonya havaları, hırsız şarkıları, vahşi çığlıklar... İnsan gırtlağı, tarihöncesi çağlarda olduğu gibi, bir çığlıkla büyük bireşim yaratıyor; bugün şiir, müzik, düşünce dediğimiz şeyler bunlar. Zorba ta içinden, “Ah! Vah!” diye bağırdıkça, bizim uygarlık dediğimiz bütün ince kabuk çatlıyor, içinden ölümsüz canavar, kıllı ilah, korkunç goril fırlıyordu.
Linyitler, zarar ve kârlar, Bubulina’lar, hepsi yok olmaktaydı. Haykırış hepsini alıp götürüyordu, artık hiçbir şeye gereksinmemiz yoktu; ikimiz de Girit’in ıssız kıyısında, göğüslerimizin üzerinde hayatın bütün acısını ve zevkini taşıyorduk, acı ve zevk yoktu; güneş sallanıyordu, gece yaklaşıyor, Büyükayı gökyüzünün hareketsiz ekseni çevresinde raks ediyordu, ay yükseliyor ve korkuyla iki küçük canlının kumsal üzerinde şarkı söyleyip kimseden korkmadıklarını seyrediyordu.
Zorba fazla şarkıdan coşmuş halde, birden,
“Ulan, insan canavar be!” dedi. “Kitapları bırak, utanmıyor musun, insan canavardır, canavarlar okumaz!”
Biraz sustuktan sonra güldü.
“Biliyor musun,” dedi, “Tanrı insanı nasıl yarattı, insanın, bu canavarın, ilk olarak Tanrı’ya hangi sözleri söylediğini biliyor musun?”
“Hayır! Nereden bileceğim? Orada değildim ki!”
Zorba, gözleri kıvılcımlanarak bağırdı:
“Ben oradayım!”
“Söyle öyleyse...”
“Dinle öyleyse, patron: Tanrı bir sabah, cinleri başına toplanmış halde uyandı. ‘Ben ne biçim Tanrım ki,’ dedi, ‘vaktimi geçirmek için, bana günlük yakacak ve küfredecek insanlarım yok? Baykuş gibi yalnız yaşamaktan bıktım artık! Tuuh!’ Avuçlarına tükürdü, çamur yaptı, iyice yoğurdu; küçük bir insan yapıp güneşe bıraktı. Yedi gün sonra aldı, pişmişti. Tanrı ona bakıp güldü: ‘Hay şeytan alsın beni!’ dedi. ‘Bu düpedüz domuz be! Başka şey istiyordum, başka şey oldu. Hapı yuttum, ama oldu bir kere...’ Sonra, ensesinden yakalayıp bir tekme attı: ‘Haydi bas!’ dedi. ‘Git, başka domuz yavruları da yap. Dünya senindir; yürü! Biir, iki, maarş!..’ Fakat o, domuz değildi iki gözüm. Başında fötr şapka, omuzlarına rastgele atılmış bir ceket, ütülü bir pantolon ve kırmızı tüylü çarıkları vardı. Belinde de, –ona şeytan vermiş olmalı– üstünde, ‘Seni yiyeceğim!’ yazılı, bilenmiş bir Laz bıçağı taşıyordu... Bu insandı; Tanrı, öpsün diye elini uzattı ona, ama insan, bıyığını burarak dedi ki: ‘Yol ver be moruk, geçeyim!’”
Zorba, benim kahkahayla güldüğümü görünce sustu. Suratını astı.
“Gülme!” dedi. “Bu böyledir!”
“Ama, sen nereden biliyorsun?”
“Böyle oldu diyorum sana; ben Âdem olsaydım böyle yapardım. Kellemi ortaya korum ki, Âdem de böyle yaptı. Sen kitapların dediklerine kulak asma, beni dinle!”
Yanıt vermemi beklemeden, kocaman elini uzattı ve yine santur çalmaya başladı.
Zorba’nın, üzerinde ok saplanmış resim bulunan mektubunu hâlâ elimde tutuyor; birlikte geçirdiğim zevk dolu günleri hatırlıyordum. Zaman, Zorba’nın yanında yeni bir tat almıştı; artık içimde ne olayların matematik silsilesi ne de çözümlenememiş problem kalmıştı; sıcak, ince elenmiş bir kum vardı; parmaklarım arasından yumuşak ve gıcıklayıcı bir biçimde akıp gittiğini hissediyordum.
Kendi kendime fısıldadım:
“Sağ olsun Zorba! İçimdeki titreşen kaygılara, sevilen ve sıcak biçimlerini o verdi. O yokken, ben yine üşümeye başlıyorum.”
Kâğıt aldım, bir işçiyi çağırdım ve şu acele telgrafı çektim:
“Hemen gel.”