14

Pazartesi öğleden sonra, martın biri. Denizin karşısında bir kayaya yaslanmış, yazı yazıyordum. Bugün ilk kırlangıcı görmüştüm, sevinçliydim. Buddha’yı başımdan uzaklaştırma duası kâğıt üzerinde engelsiz koşuyordu, onunla savaş yumuşamıştı, artık acele etmiyordum; kurtuluştan kuşkum kalmamıştı.

Birden çakılların üzerinde ayak sesleri duydum ve başımı kaldırdım. Bizim kart dilberin, süslü püslü bir firkateyn gibi, tutuşmuş, soluk soluğa, kıyıdan kıyıya, yuvarlana yuvarlana geldiğini gördüm. Kederli görünüyordu. Sıkıntı içinde bağırdı:

“Mektup var mı?”

Onu karşılamak üzere ayağa kalktım, gülerek, “Var! Çok çok selam ediyormuş, gece gündüz seni düşünüyor, yemek yiyemiyor, uyku uyuyamıyor, ayrılığına dayanamıyormuş.”

“Başka bir şey demiyor mu?”

Ona acıdım; mektubu cebimden çıkarıp okur gibi yaptım. İhtiyar dilber dişsiz ağzını açıyor, küçük gözlerini yarım yumuyor, soluyarak dinliyordu.

Ben, okur gibi yapıyor, karıştırıyor, çıkaramıyormuş gibi davranıyordum: “Dün bir lokantaya gittim patron, yemek yemeye. Karnım açtı. Baktım, güzeller güzeli, sahici bir peri gibi bir kız girdi içeri. Tanrım, Bubulinama nasıl da benziyordu! Ve birden gözlerim çeşmeler gibi boşandı, boğazım düğümlendi; yutkunmak nerde, ben nerde! Kalktım, parayı verip çıktım. Ben ki, azizleri çok seyrek hatırlarım; sevda öyle çarpmış ki, patron, hemen Aya Mina Kilisesi’ne koştum ve kocaman bir mum yaktım. ‘Aya Minam,’ diye dua ettim, ‘sevdiğim melekten haberler almamı sağla benim. Kanatlarımızı çabuk birleştir!’”

Madam Ortans, yüzü canlanarak, “Hi hi hi!..” dedi.

Soluk almak ve kafamda başka yalanlar uydurmak için durarak sordum:

“Neden gülüyorsun hanımcığım? Neden gülüyorsun? Benimse ağlayasım geliyor.”

O, kıkırdayarak guruldadı:

“Bilsen... Bilsen...”

“Neyi?”

“Kanat, ha... Tanrı’dan korkmaz adam, ayaklara kanat diyor. Yalnız kaldığımız zaman böyle diyor. Kanatlarımız birleşsinmiş... Hi hi hi!”

“Daha aşağısını dinle hanımım da, şaş...”

Sayfayı çevirdim ve yine okur gibi yaptım:

“Bugün yine bir berber dükkânının önünden geçiyordum; o anda berber, sabunlu su kabını döküyordu; sokak mis gibi koktu. Ben yine Bubulinamı hatırlayarak ağlamaya başladım. Artık ondan uzakta yapamıyorum patron. Deli olacağım. Sonunda şair bile oldum; iki gece önce, gözüme uyku girmedi, oturup ona bir de şiir yazdım... Lütfen ona oku da, neler çektiğimi görsün:

Ah, bir karşılaşsaydık, ikimiz bir sokakta,

Sokak geniş olsa da alabilseydi derdimizi!

Ufalasalar, ezseler, doğrasalar da beni,

Yine sana koşar gelirdi kemikçiklerim!”

Madam Ortans, kızarmış, yarı kapalı gözlerle dikkat kesilmiş, mutluluk içinde dinliyordu. Kendisini nerdeyse boğacak olan boynundaki kurdeleyi de çıkarıp buruşuk etlerini serbest bıraktı. Susuyor, gülümsüyordu. İnsan onun aklının, sevinçli ve mutlu bir halde, uzakta, kaybolmuş sularda dolaştığını anlıyordu.

Aylardan marttı; serin çimenler, kırmızı, sarı, eflatun çiçekler, berrak bir su ve yukarıda, siyahlı beyazlı sürüler halinde, şakıyarak çiftleşen serçeler; dişileri beyaz, erkekleri açık al renkli gagalarıyla siyah serçeler... Kocaman yeşil muranalar38 sudan ışıldayarak çıkıyor, büyük sarı yılanlarla birleşiyordu. Madam Ortans, yine on dört yaşında olmuştu, yine İskenderiye’de, Beyrut’ta, İzmir’de, İstanbul’da, Doğu halıları üzerinde, sonra da Girit’te parlak gemi döşemeleri üzerinde raks etmekteydi. Hatırlamıyor, karıştırıyordu. Hepsi ona aynı görünüyordu, memeleri denizler gibi kabarıyor, kumsallar yarılıyordu. Ve birden, o raks ederken, deniz, teknelerle, pruvaları altın kaplı teknelerle doluverdi. Güvertelerinde renk renk tenteler, ipekten flamalar vardı. Gemilerden kırmızı fesleri dik, sırma püsküllü paşalar, ellerinde pahalı hediyelerle saygıdeğer beyler ve bıyığı terlememiş mahzun beyzadeler çıkıyordu. Parlak, üç köşeli şapkalarıyla amiraller, tertemiz yakalı, geniş dalgalı pantolonlarıyla genç denizciler çıkıyordu. Mavi çuhadan, şişkin poturlu, sarı çizmeli, saçlarına siyah mendiller bağlamış Girit delikanlıları çıkıyordu. En sonda da, upuzun sevdadan zayıflamış bir halde, parmağında kalın bir nişan yüzüğü ve kır saçlarında limon çiçeklerinden bir taçla Zorba gelmekteydi...

Çok kalabalık geçen hayatında tanımış olduğu bütün erkekler, hepsi, hepsi, bir teki bile eksik kalmaksızın gemilerden çıkıyordu; hatta akşam olduğu için kendilerini kimsenin görmediği İstanbul sularında, bir gün onu gezmeye götüren dişsiz kambur ihtiyar sandalcı bile... Hepsi, hepsi çıkıyor, ötelerinde de yallah edip muranalar, serçeler, kuğular çiftleşiyorlardı.

Erkekler çıkıyor, hepsi de, ilkbaharda birbirinden tıslayarak çözülüp dikilen sevdalı yılanlar gibi kümelerden çözülüp onunla birleşiyorlardı. Salkımın ortasında da bembeyaz, çırılçıplak, ter içinde, yarı çıplak açık dudakları ve keskin küçük dişleriyle, hareketsiz, doymak bilmez, dik göğüslü, on beş yaşında, yirmi, otuz, kırk, altmış yaşında bir Madam Ortans çöreklenmekteydi.

Hiçbir şey yok olmadı, hiçbir sevgili ölmedi. Onun pörsümüş göğüslerinde hepsi, özel giysileri içinde canlandılar. Sanki Madam Ortans üç direkli, derin bir firkateyndir de, çalışmış olduğu şu kırk yıl içinde bütün sevgililer, onun üzerine, ambarlarına, küpeştesine ve direklerine tırmanmışlar, o da binlerce deliği ve binlerce kez yenilenmiş kalafatıyla uzaktaki o özlenen limana, evlenmeye doğru yol alıyor. Zorba da, binbir çehreye, Türk, Frenk, Ermeni, Arap, Rum... kimliğine bürünüyor ve Madam Ortans da onu kucaklamakla, o sonu gelmez kutsal alayın tümünü kucaklamış oluyordu.

Kart dilber, birden durduğumun farkına vardı, hayalleri dağılıverdi. Ağır yüklü gözkapaklarını açtı, oburca dudaklarını yalayarak, yakınır gibi, “Başka bir şey demiyor mu?” diye mırıldandı.

“Daha başka ne istersin, Madam Ortans? Görmüyor musun? Bütün mektup senden söz ediyor. Bak işte, dört sayfa. Şurada, köşede de bir kalp var, Zorba bunu kendi eliyle çizmiş. Bak, bir yanından öbürüne bir ok delip geçiyor onu... yani sevda! Altında da bak, öpüşen iki güvercin. Kanatlarının üstünde de, görünmeyen ufacık yazılarla ve kırmızı mürekkeple birbirine sarılan iki ad yazılmış: Ortans – Zorba.”

Ne güvercin vardı ne de yazı; ama kart dilberin şişmiş küçük gözleri, baygın bir halde, özlemini duyduğu şeyleri görmekteydi. Bütün bunlarla yetinmeyip yine sordu:

“Başka? Başka?”

Bütün bu iyi, güzel sözler –kanatlar, sabunlu berber suları ve küçük güvercinler– hepsi boşunaydı, hava cıvaydı... Onun, pratik kadın kafası, daha elle tutulur, daha sağlam, başka bir şeyler istiyordu. Bu kaba sözleri, hayatında kim bilir kaç kez dinlemişti! Ne işine? Çalıştığı bunca yıldan sonra, beş yolun ortasında kimsesiz kalmıştı.

Yine yakınır gibi mırıldandı:

“Başka? Başka?”

Kovalanmakta olan dişi geyik gibi gözlerime baktı. Acıdım ona, “Çok, çok önemli bir şey daha söylüyor Madam Ortans,” dedim, “onun için en arkaya bıraktım.”

O heyecanla,

“De bakalım!..” dedi.

“Döner dönmez, yaşlı gözlerle ayaklarına kapanıp, nikâhlanmanız için sana yalvaracağını yazıyor. Artık dayanamıyormuş. Seni, karıcığı Madam Ortans Zorba yapıp bir daha ölene dek ayrılmamanızı istiyormuş.”

Bu kez, o kızarmış ufacık gözlerden yaşlar akmaya başladı. İşte büyük sevinç, işte liman, işte bütün hayatın kederi! Rahat etsin, namuslu bir yatağa uzansın... Yeter artık!

Gözlerini yumdu. Soylu bir tavırla, “İyi,” dedi, “kabul ediyorum. Ama, ne olur, ona burada, köyde, düğün tacı olmadığını yaz; Kastro’dan getirsin. Pembe kurdeleli iki mum da getirsin. İyisinden bademli şeker de getirsin. Bana da beyaz bir gelin tuvaleti, ipekli çoraplar, ipek süslü iskarpinler getirsin. Ona çarşaflarımız olduğunu, yeni çarşaf gerekmediğini yaz. Karyolamız da var.”

Siparişlerini yoluna koydu, kocasına da taşıtmaya başladı bile! Kalktı. Birden evli bir kadının gösterişli tavrını takınmıştı. Heyecanla durdu.

“Sana,” dedi, “söyleyecek çok önemli bir şeyim var.”

“Buyrun söyleyin Madam Zorba.”

“Ben ve Zorba seni severiz; cömertsin de, yüzümüzü kara etmezsin; bize sağdıç olur musun?”

İrkildim. Bir zamanlar, babamın evinde bir hizmetçimiz vardı. İhtiyar Diamanto altmışın üstünde, evlenmemiş, kart bir kızdı. Bakirelikten dolayı yarı yarıya serseme dönmüş, sinirli, kupkuru biriydi; göğüsleri dümdüzdü ve bıyıkları vardı. Tombul, iyi beslenmiş bir köylü çocuğu olan mahalle bakkalının çırağı Miço’yu sevdi. Her pazar ona sorardı:

“Beni ne zaman alacaksın? Al beni! Sen nasıl dayanabiliyorsun? Ben dayanamıyorum!”

Müşteri olarak el altında bulundurmak için ona iyi davranan hınzır çırak da, “Ben de dayanamıyorum,” derdi, “ben de dayanamıyorum Diamantom, ama biraz daha sabret. Benim de bıyıklarım çıkana kadar sabret...” Yıllar böyle geçiyor, ihtiyar Diamanto sabrediyordu. Sinirleri yatıştı, baş ağrıları azaldı, öpülmemiş kederli dudakları güldü. Çamaşırı daha iyi yıkıyor, daha az tabak kırıyor, artık yemeği yakmıyordu. Bir akşam gizlice bana sordu:

“Sağdıcım olur musun patron?”

“Olurum Diamanto,” dedim. Üzüntüden boğazım düğümlendi.

Bu sağdıçlık beni çok üzmüştü; şimdi de Madam Ortans’ı duyunca irkildim:

“Olur,” dedim, “söz, Madam Ortans...”

“Yalnız olduğumuz zaman bana yenge de!” dedi ve süzülerek gülümsedi.

Kalktı, şapkasından taşan zülüflerini düzeltti, dudaklarını yaladı.

“Hayırlı geceler sağdıç!” dedi. “Hayırlı geceler ve onu hayırlısıyla karşılayalım!”

Salına salına, kart belini bir genç kız nazıyla sallayarak uzaklaşışına baktım; sevincinden uçuyordu. Eski, yan basılmış kunduracıkları kumda küçük, derin izler, derin çukurlar bırakmaktaydı.

Daha burnu dönmemişti ki, kıyıda acı seslerle ağlamalar duyuldu. Fırladım, koştum; öteki burunda kadınlar, ölüye ağlarmış gibi çığlıklar atıyorlardı; bir kayanın üstüne çıktım, çevreyi kolaçan ettim; köyden hareket eden erkek ve kadınlar koşuyor, arkalarında köpekleri havlıyor, öndeki birkaç atlının atı kişniyor ve görüntüyü koyu bir toz bulutu sarıyordu.

“Kötü bir şey olmalı,” diye düşündüm ve aceleyle buruna doğru indim.

Uğultu, tek bir ses halinde, daha da yüksek duyuluyordu. Güneş batmıştı. İlkbahara özgü iki-üç pembe bulut, gökte hareketsiz duruyordu. Arhont Kızı’nın İnciri yeni yeşil yapraklarla donanmıştı.

Birden Madam Ortans sendeleyerek önüme çıktı. Saçları dağılmıştı. Soluya soluya geri dönmüştü. Ayağından çıkan kunduralarından birini elinde tutuyor, hem koşuyor hem ağlıyordu.

“Sağdıç, sağdıç!” diye bağırdı ve üstüme düşecek gibi oldu.

Onu tuttum:

“Neden ağlıyorsun yenge?”

“Korkuyorum... Korkuyorum...”

“Neden?”

“Ölümden!”

Havadan ölüm kokusunu almış, ürpermişti. Onu, etleri gevşemiş kolundan yakaladım, ama ihtiyar vücudu direnip titremekteydi.

“İstemem... İstemem...” diye çığlıklar atıyordu.

Zavallı, ölümün ayak bastığı bir bölgeyi geçmekten korkuyordu... Azrail görüp de hatırlamasın diye... Bütün ihtiyarlar gibi, bizim zavallı dilberimiz de topraktaki otun içine saklanmaya, yeşil olmaya çalışıyordu; toprağa gizlensin, koyu kahverengi olsun da, ölüm onu fark etmesin diye... Kamburlaşmış tombul omuzlarının arasına kafasını sokmuştu; titriyordu. Bir zeytin ağacına sürtündü, yamalı paltosu açıldı.

“Beni ört sağdıç!” dedi. “Ört beni ve git...”

“Üşüyor musun?”

“Üşüyorum, ört beni!..”

Elimden geldiği kadar, özenle, topraktan ayırt edilmeyecek biçimde onu örtüp gittim.

Artık burna yaklaşıyordum; ağlamaları net olarak duymaktaydım. Mimitos koşarak önümden geçti.

“Ne var Mimitos?” diye bağırdım.

O durmaksızın yanıtladı:

“Boğuldu! Boğuldu! Boğuldu!”

“Kim?”

“Pavlis! Mavrandonis’in oğlu Pavlis!”

“Neden?”

“Dul...”

Sesi ortak bağrışmalar arasında kayboldu. Sözcük, böylece boşta kalınca, kararmış olan hava, dulun tehlikeli, titrek vücuduyla dolmuştu.

Köylülerin toplandığı kayalara varmıştım. Erkekler başları açık, sessiz duruyorlardı. Başörtülerini omuzlarına indirmiş olan kadınlar saçlarını başlarını yoluyor, çığlıklar atıyorlardı. İhtiyar Mavrandonis, çakılların üzerinde şişip mosmor kesilmiş ölünün başına dikilmiş, sağ eliyle sopasına dayanmış bakıyor, öbür eliyle de kıvırcık kır sakallarını avuçluyordu.

Birden keskin bir ses duyuldu:

“Lanet olsun sana dul! Allah’tan bulasın!”

Yere kapanmış bir kadın silkindi, erkeklere bakarak, “Onu dizlerinin üstünde, kuzu gibi kesecek bir erkek yok mu be köyümüzde?” dedi. “Tuh size!..”

Ve konuşmadan kendisine bakan erkeklere doğru tükürdü.

Kahveci Kodomanolis konuştu:

“Bizi utandırma Deli Katerina!” diye bağırdı. “İyi erkekler var köyümüzde, göreceksin...”

Ben dayanamadım, “Ayıptır çocuklar!” dedim, “Kadının ne kabahati var? Ölenin yazgısı böyleymiş. Tanrı’dan korkun!”

Ama, hiçbiri karşılık vermedi.

Boğulanın kuzeni olan Manolakas, iriyarı vücuduyla eğildi, ölüyü kucağına aldı ve köyün yolunu tuttu. Kadınlar çığlıklar atıp saçlarını yoluyorlardı. Ölünün taşındığını görünce, onu yakalamak istermiş gibi ileri atıldılar; ama ihtiyar Mavrandonis değneğini uzatıp onları uzaklaştırdı, öne düştü. Arkasından hüngür hüngür ağlayan kadınlar, onların arkasından da sessizce erkekler izliyordu.

Alacakaranlıkta kayboldular. Denizin hafif soluk alışı yeniden duyuldu. Çevreme baktım. Yalnız kalmıştım. Kendi kendime, “Geri döneyim,” dedim. “Şükür Tanrı’ya bugünün de zehri bolmuş!”

Düşünceli bir halde patikayı tuttum. Yarı aydınlıkta hâlâ bir taşın yanında duran Barba Anagnosti’yi ayırt ettim. Çenesini uzun değneğine dayamış, denize bakıyordu.

Seslendim, duymadı. Yaklaştım. Beni görünce başını salladı.

“Batasıca dünya!” diye mırıldandı. “Yazık gençliğe! Zavallıcık, hasrete dayanamadı, kendini denize atıp boğuldu. Böylece de kurtuldu.”

“Kurtuldu mu?”

“Kurtuldu oğlum, kurtuldu. Ne yapacaktı yani yaşayıp da? Dulla evlenseydi, dırıltılar, belki de utanç verici olaylar çabucak başlayacaktı. Utanmaz karı, tam bir damızlık kısrak gibi... Erkek gördü mü kişniyor. Eğer almasaydı onu, bu kez bütün hayatı boyunca içine dert olacak, çünkü büyük bir kelepiri kaybettiğini sanacaktı. Önde yokuş, arkada bayır.”

“Söyleme bu sözleri Barba Anagnosti, insanın cesaretini kırıyorsun.”

“Korkma be, kim duyuyor bunları? Duysa bile kim inanır? Bak işte, benden daha talihli adam var mı? Tarlalarım, bağlarım, zeytinliklerim, bir de iki katlı evim vardı, efendi idim. Karım iyi, uysal biriydi ve erkek çocuğu doğuran türden çıktı. Gözlerini kaldırıp bir kez olsun bana bakmadı. Çocuklarım da iyi çıktı. Yakındığım falan yok. Torunlarım da oldu, daha ne isterim? Derin kökler saldım. Ama, bir daha doğmak elimde olsaydı, ben de Pavlis gibi boynuma bir taş geçirir, kendimi denize atardım. Hayat ağırdır, en talihlilerinki bile ağırdır. Batasıca!..”

“Ama, neyin eksik Barba Anagnosti? Neden iç çekiyorsun?”

“Hiçbir şeyim eksik değil, diyorum sana! Ama, şimdi sen otur da insanın yüreğine sor.”

Bir an sustu. Kararan denize bir daha baktı. Değneğini sallayarak bağırdı:

“İyi ettin ulan Pavlis! Bırak kadınları bağırsınlar, kadındırlar, akılları yoktur. Sen kurtuldun; baban bunu biliyor; gördün işte, bu yüzden sesi bile çıkmadı!”

Gözlerini, gökyüzünde ve artık karanlıkta kaybolan dağlarda dolaştırdı.

“Gece oldu,” dedi, “gideyim!”

Dudaklarından çıkan sözlere pişman olmuş gibi durakladı; sanki büyük bir sırrı ele vermişti de, onu geri almaya çalışıyordu.

Kuru elini omzuma koydu. Gülümseyerek, “Gençsin,” dedi, “ihtiyarlara kulak asma! Dünya, ihtiyarları dinleseydi, çok çabuk ıssızlaşırdı. Bak dinle, yoluna bir dul çıkarsa, üzerine doğru orsa et! Evlen, çocuk yap. Çekinme, acılar yiğitler içindir!”

Kıyıma geldim, ateş yakıp akşam çayını hazırladım. Yorgundum, açtım ve şimdi dinlenip yerken, hayvanca ve ölümsüz bir mutluluk duyuyordum.

Mimitos, birden incecik kafasını pencereden uzattı, beni ateşin önünde büzülmüş yemek yerken görünce çapkınca gülümsedi.

“Ne istiyorsun Mimitos?”

“Duldan sana selam getiriyorum patron. Bir sepetçik portakal. Bahçesinin sonuncularıymış.”

Şaşırmıştım.

“Duldan mı?” dedim. “Peki, neden gönderiyor?”

“Bu gece köylülere söylediğin iyi sözden dolayı imiş.”

“Hangi iyi söz?”

“Ne bileyim ben! Bana öyle dedi; ben de sana söylüyorum.”

Portakalları yatağın üzerine döktü; bütün baraka mis gibi kokmuştu.

“Hediyesi için sağ olsun diyor, de. Sonra dikkat etsin! Aklını başına toplasın da, köye gitmesin, işitiyor musun? Bir zaman geçip kötülük unutuluncaya kadar evinde otursun. Anladın mı Mimitos?”

“Hepsi bu kadar mı patron?”

“Hepsi bu kadar, haydi git!”

Mimitos bana bir göz attı:

“Hepsi bu kadar mı?”

“Git!”

Gitti. Bir portakal soydum, sulu ve bal gibi tatlıydı. Uzandım. Uyuyakaldım. Bütün gece portakal ağaçlarının altında dolaştım. Sıcak bir rüzgâr esiyordu. Açık olan göğsüm rüzgârla şişmişti. Kulağımda da bir dal fesleğen vardı. Yirmi yaşında bir köylü çocuğuydum; portakal bahçesinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, ıslık çalıp bekliyordum... Kimi beklediğimi bilmiyorum; ama kalbim sanki sevinçten parçalanacaktı. Bıyığımı buruyor, bütün gece portakal ağaçlarının arkasından denizin bir kadın gibi iç çektiğini dinliyormuş gibi oluyordum.

38. Bir tür yılanbalığı. (Ç.N.)