16

Linyit bulunan kıyının karşısına gelir gelmez durdum; barakada ışık görmüştüm.

Sevinçle şöyle düşündüm:

“Zorba gelmiş olmalı!”

Koşmak istedim, ama kendimi tuttum; “Sevincimi gizlemeliyim,” dedim, “kızgın görünmeli ve kavgaya başlamalıyım. Ben onu acele işler için yolladım, o ise paraları saçtı, şantözlere bulaştı, on iki gün gecikti. Kızgın görünmeliyim. Evet, öyle yapmalıyım.”

Kızacak zamanı kazanmak için de yavaş adımlarla ilerliyordum. Kendimi kışkırtmaya çalışıyor, kaşlarımı çatıyor, yumruklarımı sıkıyor, kızmış bir insanın bütün yüz biçimlerini takınıyor, kızmaya çalışıyordum. Ama kızamadım. Yaklaştıkça sevincim artıyordu.

Ayaklarımın ucuna basarak ilerliyordum; ışıklı, küçük pencereden içeri baktım: Zorba yerde diz çökmüş, gazocağını yakmış, kahve pişiriyordu. Yüreğim erir gibi oldu; bağırdım:

“Zorba!..”

Kapı birden açıldı, Zorba gömleksiz ve çıplak ayakla dışarı fırladı; karanlığa doğru boynunu uzattı, beni gördü, kollarını açtı, ama birden durdu, kollarını aşağı indirdi. Önümde asık bir suratla durdu, çekine çekine, “Hoş bulduk, patron!” dedi.

Sesimi ağırlaştırmaya çalıştım, alaylı bir tavırla, “Hoş geldin!” dedim. “Yaklaşma, mis sabunu kokuyorsun!”

Mırıldandı:

“Bilsen, karşına çıkmadan önce nasıl yıkandım patron! Ovundum ve kahrolası derimi kazıdım! Tam bir saat yıkandım işte! Ama, o Allah’ın belası koku!.. Ne yapalım yani? İlk kez değil bu... İster istemez çıkacak bu koku!”

“İçeri girelim!” dedim.

Dayanamayıp kahkahayı basacağımı anlıyordum. İçeri girdik; baraka, misler, pudralar, sabunlar ve kadın kokuyordu.

Bir kasanın üzerine sıralanmış çantalar, kokulu sabunlar, kadın çorapları, kırmızı bir şemsiye ve iki küçük şişe kolonyaya bakarak bağırdım:

“Ya bu maskaralıklar nedir, söyler misin?”

Zorba, başı eğik, mırıldandı:

“Armağan!”

Ben öfkeli görünmeye çalışarak, “Armağan mı?” dedim. “Armağan ha?”

“Kızma patron, armağan işte; zavallı Bubulina için... Yortu yaklaşıyor, o da insandır...”

Gülmemeyi zorla başarabildim:

“En önemlisini getirmemişsin ama,” dedim.

“Nedir o?”

“Gelinlikler.”

Sonra, uydurduğum, sevdaya yakalanan denizkızı öyküsünü anlattım.

Zorba başını kaşıdı, biraz düşündü, sonunda, “İyi etmedin patron,” dedi, “beni bağışla ama, iyi etmedin. Böyle şaka olmaz patron... Kadın, zayıf, narin yaratıktır, sana kaç kere söyleyeceğim? İnce camdan bir vazodur kadın. Büyük dikkat ister patron!”

Utandım. Ben de pişman olmuştum ama, artık çok geçti. Sözü değiştirdim:

“Ya teller?” diye sordum. “Ya araçlar?”

“Hepsini, hepsini getirdim, merak etme! Hem pide tamam hem köpeğin karnı tok. Hava yolu, Lola, Bubulina, hepsi tamam patron!”

İbriği ateşten indirdi, fincanımı doldurdu, getirmiş olduğu susamlı simitlerle çok sevdiğimi bildiği bal helvasından verdi. İçtenlikle, “Sana büyük bir kutu helva getirdim,” dedi, “unutmadım seni. İşte, papağan için de bir torba yerfıstığı aldım. Hiçbir şeyi unutmadım. Aklım tamam diyorum sana...”

Simitle helva yedim, kahve içtim. Zorba da, yere bağdaş kurmuş kahvesini içiyor, bana bakıyordu; gözleri, yılan gözü gibi beni süzmekteydi.

Sesimi yumuşatarak sordum:

“Sana acı veren o büyük sorunu çözdün mü, kart cehennemlik?”

“Hangi sorunu patron?”

“Kadının insan olup olmadığını?”

“Ohoo!” dedi. “O hapı yuttu. O da insandır, bizim gibi insan, hem de en kötüsünden! Bir an para keseni gördü mü başı döner, sana yapışır, özgürlüğünden olur ve böyle oluşuna da sevinir. Çünkü onun kafasında senin para kesen parlamaktadır. Ama çabucak... Bırak, lanet olsun patron!”

Ayağa kalktı, küçük pencereden sigarasını attı.

“Şimdi erkek erkeğe konuşalım,” dedi. “Büyük hafta yaklaşıyor. Teli getirdik. Artık manastıra çıkıp azgın boğaları bulmanın ve ormanla ilgili kâğıtları imzalamanın zamanıdır. Hava yolunu görüp gözleri açılmadan, anladın mı? Vakit geçiyor patron, böyle tembellik etmemiz doğru değil.”

Sustu. Ona acıdım. Yaramazlıklar yapan, şimdi de bunları nasıl düzelteceğini bilmeyen bir çocuk gibiydi. Yüreciği titriyordu.

Kendi kendime bağırdım:

“Ayıp sana, böyle bir ruh titretilir mi? Kalk ayağa, hayatında başka bir Zorba’yı bir daha nerede bulursun? Kalk ayağa, süngeri al ve sil!”

Birden patlayarak bağırdım:

“Zorba, bırak şeytanı, bize gerekli değil o! Geçmiş şeyler, unutulmuş şeyler demektir. Yakala santuru!”

Yine beni kucaklamak istermiş gibi ellerini açtı, ama birden kapadı ve bir adımda duvarı boylayıp santuru indirmek için uzandı. Kandilin ışığına yaklaşınca saçlarını gördüm: Siyaha boyanmıştı.

“Bre Allah’tan korkmaz!” diye bağırdım. “Nedir bu saçlar? Nerede buldun bunları?”

Zorba güldü:

“Boyadım patron. Dalgalandırma şimdi! Boyadım uğursuzları...”

“Neden?”

“Boyadım işte! Bir gün Lola’nın elinden tutmuş gidiyordum. Hayır, yani... nah, şöyle, ucundan ucundan!.. Derken bir piç kurusu ardımıza takıldı. Kahrolasıca şöyle bağırıyordu: ‘Ulan moruk! Ulan moruk! Torununu nereye götürüyorsun?’ Zavallı Lola utandı, ben de utandım. Onu utandırmamak için de aynı gece, berbere gidip saçımı boyattım!..”

Güldüm, Zorba ciddi ciddi bana baktı:

“Garibine mi gitti patron? Dinle de, insanın ne anlaşılmaz şey olduğunu gör. İnanır mısın, kendim bile saçlarımın siyah olduğuna inandım artık. Senin anlayacağın, insan işine gelmeyeni unutur. Vallahi gücüm arttı. Bunu Lola da anladı. Şu belimde bir ağrı vardı, hatırlıyor musun; o bile geçti! İnanmıyorsun; bunlar senin kâğıtlarda yazılı değildir elbet...”

Alaylı alaylı güldü, ama birden pişman oldu:

“Kusuruma bakma,” dedi. “Benim, hayatta okuduğum biricik kitap Denizci Sinbad’dır. Pek bir yararını görmedim ama...”

Santuru indirdi, yine incitmeden, yavaşça soydu.

“Dışarı çıkalım,” dedi. “Buraya, dört duvarın arasına sığmaz santur; canavardır o, genişlik ister!”

Dışarı çıktık. Yıldızlar gökyüzünde çakmak çakmaktı. Samanyolu gökyüzünün bir ucundan öbür ucuna dökülüyor, deniz kaynıyordu.

Çakılların üstüne bağdaş kurduk. Dalgalar tabanlarımızı yalıyordu.

Zorba, “Cebin delikse, hiç olmazsa güzel zamanlara sahip olmalısın,” dedi. “Ne yani? Bizi yeneceğini mi sanıyor yoksa? Gel buraya santur!”

“Yurdundan, bir Makedonya havası Zorba!” dedim.

Zorba, “Senin yurdundan, bir Girit havası,” dedi. “Kastro’da öğrendiğim bir maniyi okuyacağım sana; bunu öğrendiğimden beri, hayatım değişti.”

Biraz düşündü.

“Hayır, değişmedi,” dedi. “Yalnızca haklı olduğumu anlıyorum.”

Kalın parmaklarını santurun üstüne yaydı, boynunu dikti. Vahşi, boğuk ve yalnızca dert dolu sesi havayı yırttı:

Kafaya koydun mu bir işi, orsa de ve korkma,

Salıver gençliğini de, hiç acıma ona!

Kaygılar dağıldı, namuslu sıkıntılar yol aldı, ruh doruğa erişti. Lola, linyit, hava yolu, “sonsuzluk”, küçük büyük kaygılar, hepsi mavi bir duman oldu, dağıldılar; yalnız kurşundan bir kuş, şakıyan insan ruhu kaldı.

Bu duygulu hava bitince bağırdım:

“Helal olsun Zorba! Ne yaptınsa helal olsun! Şantöz, boyattığın saçların, yediğin paralar, hepsi hepsi! Şarkı söyle yine!..”

O, sadece çukurlarla dolu, ince boynunu kaldırdı:

Orsa, dinine yandığım ve ne çıkarsa bahtına;

Ya yolunda gider bu iş ya da bozulur hepten!

Linyitin dışında uyuyan on kadar işçi manileri duydular; kalkıp hırsızlamadan aşağı indiler ve çevremize çömeldiler. Sevdikleri havaları duydukları için ayakları karıncalanıyordu. Kendilerini daha fazla tutamadılar, öyle oldukları gibi, yarı çıplak, saç sakala karışmış, şişkin poturlarıyla, karanlığın içinden fırladılar, Zorba’nın ve santurun çevresinde bir çember oluşturdular ve yaman bir horaya giriştiler.

Ben de kendimi kaptırmış onlara bakıyor, konuşmadan düşünüyordum:

“Aradığım gerçek damar budur; başkasını istemem!”

Ertesi gün, daha sabah olmadan geçitler, kazma sesleri ve Zorba’nın bağırmalarıyla çın çın ötüyordu. İşçiler kudurmuşçasına çalışmaktaydı. Ancak Zorba onları kendine bağlayabilirdi; onun yanında çalışmak şaraba, şarkıya, aşka dönüşüyor, onları sarhoş ediyordu. Onun elinde dünya, taşlar, kömürler, odunlar canlanıyor, işçiler onun temposunu alıyor, geçitlerin içinde, asetilenin beyaz ışığı altında savaş başlıyor ve Zorba en önde giderek göğüs göğse savaşıyordu.

“Ben,” diyordu, “bunun Kanavaro Geçidi (ilk geçidi böyle vaftiz etmişti) olduğunu bildikten sonra, başıma boktan herhangi bir işi açamaz. Ne ‘Rahibe ne ‘Çarpık Bacaklı’ ne de ‘Çişli!’ Onları bir bir adlarıyla tanırım diyorum!”

Gözüne görünmeden geçidin içine kayıvermiştim. O, işçilere bağırıyordu:

“Vira! Vira! İleri çocuklar, dağı yiyelim! Biz insanız! Büyük canavarlarız! Tanrı bizi görüyor da ödü kopuyor! Siz Giritli, ben Makedonyalı, dağı yiyeceğiz! O bizi yiyemeyecek! Bu küçücük dağdan mı korkacağız ulan? Vira!”

Birisi koşarak, Zorba’ya yaklaştı; asetilen ışığında Mimitos’un ince yüzünü ayırt ettim. Kekeme sesiyle, “Zorba!” dedi, “Zorba!..”

Zorba döndü, Mimitos’u gördü; anladı; kocaman elini kaldırdı:

“Kaç! Defol!”

Kafadan sakat herif ise, “Madam’ın yanından geliyorum,” diye söze başladı.

“Kaç diyorum sana, işimiz var!”

Mimitos, tabanları kaldırdı. Zorba sinirli bir halde yere tükürdü.

“Gündüzler, çalışmak içindir,” dedi. “Gündüz erkektir. Geceyse eğlence içindir. Gece kadındır. Birbirine karıştırmayalım!”

Bunun üzerine ben söze karıştım.

“Çocuklar,” dedim, “öğlen oldu; yemek için paydos yapmanın zamanı.”

Zorba baktı, beni gördü, suratını astı.

“Bırak bizi patron,” dedi. “Sen git, kendin ye. On iki gün kaybettik, zararı çıkarmalıyız; afiyet olsun!”

Geçitten çıktım. Deniz kıyısına indim. Yanımdaki kitabı açtım. Karnım açtı, açlığı unuttum. “Düşünce de damardır,” diye düşündüm. “Vira!” ve beynin kocaman geçitleri içine gömüldüm.

Tibet’in karla örtülü dağları, esrarengiz manastırları iradelerini bir merkeze toplayarak havayı istedikleri biçime girmek zorunda bırakan sarı cüppeli sessiz keşişleriyle rahatsız edici bir kitap.

Yüksek tepeler. Ruhlarla dolu bir hava... Dünyanın yararsız uğultuları, o yüksekliklere ulaşamaz. Büyük rahip, on altı ile on sekiz yaşındaki çömezlerini alır, gece yarısı dağın donmuş bir gölüne götürür. Soyunup buzu kırarlar, elbiselerini buz gibi suyun içine sokarlar, sonra giyer ve kendi tenleri üzerinde kuruturlar. Yedi kez daldırıp yeniden kuruturlar. Sonra, sabah ayini için manastıra dönerler. Beş-altı bin metre yükseklikteki bir tepeye çıkarlar. Vücutlarının üst yanı çıplak olduğu halde sessizce oturur, derin ve uyumlu bir biçimde solup alıp verirler. Ama üşümezler. Avuçlarında bir tas donmuş su tutarlar, buna bakarak benliklerini oradan toplarlar, buza kesmiş suyun üzerine güçlerini toplayıp verirler ve su kaynar; çaylarını pişirirler.

Büyük rahip çömezlerini çevresine toplar ve bağırır:

“Veyl ona ki, içinde mutluluk kaynağı yoktur!

Veyl ona ki, başkalarının hoşuna gitmek ister!

“Veyl ona ki, bu hayatla öteki hayatın aynı şey olduğunu anlamaz!”

Artık gece olmuştu, okuyamadığımdan kitabı kapamış denize bakıyordum. Bütün bu hayallerden kendimi kurtarmalıydım. Buddha’lardan, Tanrı’lardan, anayurtlardan ve düşüncelerden... Veyl ona ki, Buddha’lardan, Tanrı’lardan, anayurtlardan ve düşüncelerden kendini kurtaramamıştır.

Deniz birden kararmıştı; olgunlaşmamış haldeki ay yavrusu, denizin batısına doğru yuvarlanıyordu. Uzaktaki bahçelerde köpekler acı acı uluyor, bütün kuytularda bir ulumadır gidiyordu.

Zorba üstü başı çamur ve leke içinde çıkageldi, gömleği lime limeydi. Yanı başıma büzüldü. Sevinçle, “Günümüz iyi geçti, çalıştık!” dedi.

Zorba’nın dediklerini duymuş, anlamamıştım. Aklım uzaktaki esrarengiz kayalıklardaydı.

“Ne düşünüyorsun patron! Burada değilsin sen...”

Kafamı toparlayıp döndüm; arkadaşıma baktım ve kafamı salladım.

“Zorba,” dedim, “sen kendini, dünyayı dolaşmış, korkunç ve müthiş bir Denizci Sinbad sanıp böbürleniyorsun. Oysa sen hiç, ama hiçbir şey görmedin! Ben de... Dünya bizim sandığımızdan çok daha büyük. Geziyoruz, geziyoruz, ama evimizin eşiğinden bile dışarı çıkmış sayılmayız.”

Zorba dudaklarını büzdü, konuşmadı. Yalnız, dayak yemiş sadık bir köpek gibi hırladı. Ben konuştum:

“Manastırlarla dolu, ilahların oturduğu dağlar var. Bu manastırlarda siyah cüppeli keşişler bulunur; bağdaş kurmuş görkemli durumda bir ay, iki ay, altı ay oturur ve yalnız bir şeyi düşünürler. Bir şeyi, duyuyor musun? İki değil, bir! Bizim gibi kadın ve linyit, kitap ve linyit düşünmezler Zorba, akıllarını yalnız bir şey üzerine toplar ve mucizeler yaratırlar. Mucizeler böyle olur. Bir lup koyup güneş ışınlarının yalnız bir nokta üzerinde toplandığını hiç gördün mü Zorba? Bu nokta, biraz sonra ateş alır; neden? Çünkü güneşin dağınık ışınları bir noktada toplanmıştır. İnsan aklı da tıpkı böyledir; aklını yalnız bir tek şeye verirsen mucizeler yaratırsın! Anlıyor musun Zorba?”

Zorba’nın soluğu kesilmişti. Bir an kaçmak istermiş gibi silkindi. Ama kendini tuttu. Boğuk bir sesle hırladı:

“Konuş!”

Ama birden fırlayıp ayağa kalktı.

“Sus, sus!” diye bağırdı, “Bunları bana neden söylüyorsun patron? Neden yüreğimi zehirliyorsun? Burada iyiydim, neden beni dürtüklüyorsun? Aç idim, Tanrı ile Şeytan (Eğer ikisini birbirinden ayırt ediyorsam kahrolayım!..) bana bir kemik attılar; onu yalayıp gidiyordum. Sonra da, kuyruğumu sallayıp ona bağırıyordum: ‘Teşekkür! Teşekkür!..’ Ve şimdi...”

Ayağını taşlara vurup sırtını bana çevirdi; barakaya doğru yürümek istedi; gene içinin kaynadığı belliydi; durdu.

“Püff!” diye kükredi. “Sevsinler! Tanrı-Şeytan’ın önüme attığı kemiği!.. Kart bir şantöz! Külüstür bir mavna!..”

Bir avuç çakıl alıp denize attı.

“Ama, kimdir bu?” diye bağırdı. “Kimdir bu, bize kemikleri atan?”

Biraz bekledi, sonra sustuğumu görünce büsbütün kudurdu:

“Konuşmuyor musun patron? Biliyorsan, adını bana da söyle ki bileyim ve merak etme, benzetirim onu ben! Ama böyle bilmeden neresinden saldırayım? Sonra kendi suratımı dağıtırım.”

“Karnımız aç,” dedim. “Otur, önce yemek pişir de yiyelim!”

“Bir gece yemek yemesek dayanamaz mıyız patron? Benim, keşiş bir amcam vardı, bütün hafta yalnız su içer, tuz yerdi. Pazarları ve büyük yortularda, biraz da somun atıştırıverirdi. Yüz yirmi yıl yaşadı.”

“Yüz yirmi yıl yaşadı, çünkü inanıyordu Zorba. Tanrısını bulmuş, eşeğini vermişti. Ama bizim, besleyecek Tanrımız yok; onun için ateş yak, birkaç levreğimiz var; hoşumuza giden soydan, bol soğanlı ve biberli, koyu bir çorba yap. Sonra bakarız.”

Zorba, cinleri başına üşüşmüş halde, “Ne göreceğiz?” dedi. “Yiyip de karnımız doydu mu unuturuz.”

“Ben de onu istiyorum zaten. Yemeğin değerli oluşu bundandır. Haydi, yallah Zorba, bize bir balık çorbası yap da beynimiz patlamasın!”

Zorba kımıldamıyordu; hareketsiz durup bana bakmaktaydı.

“Dinle de söyleyeyim patron,” dedi, “senin amacını biliyorum. Şimdi, benimle konuştuğun sırada kafamda bir şimşek çaktı, anladım.”

Gülerek sordum:

“Neymiş amacım Zorba?”

“Sen de bir manastır yapıp içine, keşiş yerine, kendin gibi birkaç yazıcıyı sokmak istiyorsun; gece gündüz okusunlar ve resimlerde gördüğümüz kimi azizler gibi, basılmış kurdeleler çıkarasınız. Buldum, değil mi?”

Üzgün bir halde başımı eğdim. Eski gençlik hayalleri, yolunmuş büyük tüyler, yararsızlıklar, kibarlıklar, yüksek ülküler... Aydın bir topluluk kuralım, birkaç arkadaş –müzisyen, ressam, şair– içine kapanalım, bütün gün çalışalım, yalnız akşamüzeri toplanıp konuşalım... O zaman derneğin kurallarını bile hazırlamıştım: Hymittos Dağı’nın bir geçidinde, Avcı Ayos Yanis’in olduğu yerde bir yapı bile düşünmüştüm.

Zorba, benim kızarıp bozararak sustuğumu görünce sevinçle, “Buldum!” dedi.

Ben heyecanımı gizleyerek sordum:

“Buldun mu Zorba?”

“Bunun için de senden bir dileğim var. Senin kuracağın bu manastıra, kaçakçılık yapmak üzere beni kapıcı olarak al. Oraya, ara sıra acayip şeyler –kadınlar, mandolinler, damacanalarla uzo ve pişmiş domuz yavruları– sokarım, bütün hayat, palavralarla boşuna geçmesin diye...”

Güldü ve aceleyle barakanın yolunu tuttu. Arkasından koştum. Balıkları temizledi. Ben de odun getirip ateş yaktım. Çorba oldu. Kaşıkları aldık. Tencereden yiyorduk. İkimiz de konuşmuyorduk. Bütün gün yemediğimiz için ikimiz de aç köpekler gibi atıştırıyorduk. Şarap da içip keyfe geldik; Zorba ağzını açtı.

“İster misin patron,” dedi, “şimdi Bubulina çıkagelsin? Sağ olsun ama, aynı zamanda bizden de ırak olsun! Bir o eksikti. Ben sana bir şey söyleyeyim mi patron? Söz aramızda ama, şeytan alasıcayı özledim de!”

“Artık bu kemiği sana kimin attığını sormuyor musun?”

“Sana ne patron? Saman içinde pire arıyorsun sen de. Kemiğe bak sen, atan ele bakma, lezzetli mi? Birazcık eti var mı? Önemli olan bu; ötekiler hep...”

Zorba’nın omzuna vurarak, “Yemek, mucizesini gösterdi,” dedim. “Aç olan gövde yatıştı mı şimdi? Soru soran ruhun da yatıştı... Getir öyleyse santuru!..”

Tam Zorba’nın kalktığı anda, çakıllar üzerinde aceleci, ağır, ayak sesleri duyuldu. Zorba’nın kıllı burun delikleri oynadı. Ellerini bacaklarına vurup, “Seslen eşeğe, hemen çıkagelsin!” dedi. “Geliyor işte! Köpoğlusu Zorba’nın kokusunu duyunca yolu tuttu; geliyor...”

“Ben kaçıyorum,” diyerek ayağa kalktım. “Canım sıkılıyor. Gidip bir tur atacağım. Siz, ne haliniz varsa görün!”

“Hayırlı geceler patron!”

“Unutma ha Zorba, ona nikâh vaat ettin. Beni yalancı çıkarma!”

Zorba içini çekti, “Hâlâ mı evleneceğiz patron? Bıktım artık!”

Mis sabununun kokusu yaklaşıyordu.

“Dayan Zorba!” dedim.

Acele kaçtım oradan. Dışarıda kart dilberin soluğunu duymaya başlamıştım bile...