17

Ertesi gün şafakta, yatağımda uyurken Zorba’nın sesiyle uyandım.

“Sabah sabah ne oluyorsun,” dedim, “ne bağırıyorsun?”

O, heybesini yiyecekle doldururken, “İş değil bu patron!” dedi. “İki katır getirdim, kalk manastıra gidelim, kâğıtları imzalayalım da hava yolunu işletelim. Aslan bir şeyden korkar yalnız: bitten. Bizi bitler yiyecek, patron!”

Ben, gülerek, “Zavallı Bubulina’ya neden bit diyorsun?” dedim.

Zorba sağırmış gibi davrandı.

“Güneş yükselmeden gidelim!” dedi.

Dağa çıkmayı ve çam kokusunu özlemiştim bayağı. Katırlara binip yokuşa sardık. Linyitte biraz durduk. Zorba işçilere uyarılarda bulundu:

“Rahibe’yi kazsınlar, Çişli’nin oluğunu açıp suları alsınlar, Kanavaro’yu da temizlesinler.”

Gün, yontulmamış elmas gibi parlıyordu. Biz yükseldikçe ruhumuz da yükseliyor, temizleniyordu.

Daha yükseklere çıktıkça ruhlarımızın daha da temizlendiğini ve yüceldiğini anlıyordum. Hava temizliğinin, kolay soluk almanın ne demek olduğunu kavrıyordum. Ruhun da bir canlı olduğu düşünülebilirdi; akciğerleri ve burun delikleri olan bir canlı; tozdan ve havasızlıktan boğulmuş, oksijene gereksinimi olan bir canlı.

Çam ormanının içine girdiğimizde, güneş yükselmişti. Hafif rüzgâr, baldan yapılmış bir koku gibi üstümüzde esiyor, estikçe deniz gibi hışırdıyordu.

Zorba, bütün yol boyunca, dağın eğimini izliyor, birkaç metrede bir kafasıyla kazıklar çakıyor, gözlerini kaldırıp güneşte parlayan teli ve onun bir çizgi halinde denize indiğini bile görüyordu. Bunun üstünde asılı olan, yontularak inceltilmiş ağaç gövdeleri de oklar gibi vızıldamaktaydı. Zorba ellerini ovuşturarak, “Güzel iş,” diyordu, “altın bu! Kürekle para kazanacak ve dediğimizi yapacağız.”

Ben ona hayretle bakınca, “Ay! Bir de unutmuş gibi yapıyorsun,” dedi. “Manastırımızı yapmadan önce, o büyük dağa gidecektik ya, neydi onun adı? Tiba mı?”

“Tibet, Zorba, Tibet... Ama ikimiz gideceğiz. Orası kadın kaldırmaz.”

“Sana kadından söz eden kim? İyidir zavallılar, onları hor görme; erkeğin, kömür çıkarmak, kaleleri basmak, Tanrı’yla konuşmak gibi erkekçe bir işi olmadığı zaman iyidirler. O zaman erkek, patlamamak için ne yapsın? Şarap içer, zar atar, kadın kucaklar ve bekler. Saatin gelmesini bekler... Gelirse...”

Bir zaman sustu. Sonra öfkeyle, “Gelirse!” dedi. “Çünkü, hiçbir zaman gelmeyebilir de...”

Biraz sonra da ekledi:

“Artık yapamıyorum patron, yapamıyorum; ya yer büyümeli ya ben küçülmeliyim; yoksa hapı yuttum demektir!”

Birden camların arasından bir keşiş çıktı; kızıl tüylü, sarı benizli, buruşuk cüppeli, sivri takkeliydi. Elinde demir bir baston vardı; yere vuruyor, hızla yürüyordu. Bizi görür görmez durdu; bastonunu kaldırdı:

“Nereye gidiyorsunuz, ya mübarekler?”

Zorba karşılık verdi:

“Manastıra, tapınmaya.”

Keşiş, şişmiş mavi gözleri kızararak bağırdı:

“Geri dönün, Hıristiyanlar! İyiliğinize söylüyorum, geri dönün! Meryem’in Bahçesi değil, Şeytan’ın Çiftliği bu. Münzevinin tacı yoksulluk, boyun eğme ve bekâretmiş! Yalan! Geri dönün diyorum size; para, gurur ve kin başrahip olacak! Onların Aya Triada’sı bu işte!”

Zorba döndü ve bana neşeyle fısıldadı:

“Eğlence bu herif be, patron!”

Sonra keşişe doğru eğilerek sordu:

“Adın ne ihtiyar? Hayırlısıyla, böyle nereye gidiyorsun?”

“Adım Zaharias; heybemi aldım, kaçıyorum, artık dayanamam, kaçıyorum. Adını söylesene bana hemşerim!”

“Kanavaro.”

“Dayanamıyorum artık, kardeşim Kanavaro. İsa bütün gece haykırıp beni uyutmuyor; ben de onunla birlikte haykırıyorum. Başrahip –Canı cehenneme!– bugün, sabah sabah beni çağırdı: ‘Ey Zaharias,’ dedi, ‘biraderleri uyutmuyorsun; seni kovacağım!’ ‘Ben mi uyutmuyorum?’ dedim. ‘Ben mi, yoksa İsa mı? O haykırıyor!’ İsa düşmanı herif, rahiplik asasını kaldırdı ve işte, işte, bakın!”

Takkesini çıkardı, saçlarının arasında kurumuş bir kan pıhtısı göründü.

“Ben de,” dedi, “ayağımın tozunu silkeleyip yola koyuldum.”

Zorba, “Bizimle manastıra gel,” dedi. “Ben seni başrahiple konuştururum. Gel bize arkadaşlık et, hem yolu da gösterirsin; Tanrı gönderdi seni!”

Keşiş bir an düşündü, gözünde bir şimşek çaktı.

“Ne vereceksiniz?” dedi.

“Ne istersin?”

“Bir okka bakalyaros ve bir şişe konyak.”

Zorba eğilip ona baktı:

“Sakın içinde Şeytan olmasın senin Zaharias?”

Keşiş irkildi ve hayretle sordu:

“Nereden biliyorsun?”

“Aynaroz’dan geliyorum ben,” dedi Zorba. “Elbet bildiğim bir şeyler vardır.”

Keşiş başını eğdi, zor duyulan bir sesle, “Evet,” diye mırıldandı, “vardır!”

“Ve içindeki o şeytan, bakalyaros ile konyak istiyor, öyle mi?”

“Evet ister, üç kere lanet olasıca!”

“Öyleyse anlaştık! Sigara da içer mi?”

Zorba ona bir sigara attı. Keşiş de kudurmuş gibi kaptı.

“İçer, içer kahrolasıca!” dedi. Koynundan bir çakmaktaşıyla bir fitil çıkardı; yaktı, ciğerlerinin var gücüyle çekti.

“İsa’nın adına,” dedi.

Demir bastonu kaldırdı, yarım bir dönüş yaptı, önümüze düştü.

Zorba bana göz kırparak keşişe sordu:

“Peki, o içindeki Şeytan’ın adı ne?”

“Yosif!”

Bu yarı deli keşişin arkadaşlığı hoşuma gitmiyordu. Ama sakat bir beden kadar, sakat beyin de bende karmakarışık bir acıma ve öfke duygusu yaratır. Konuşmuyor, Zorba’nın isteğini yapmasına izin veriyordum.

Temiz hava iştahımızı açtığı için acıktık. Kocaman bir çam ağacının altına yayıldık. Heybeyi açtık. Keşiş, içinde ne olduğunu görmek için obur obur eğildi. Zorba, “Ee, ee, öyle kuru kuru yalanıp durma,” diye bağırdı, “Peder Zaharias! Bugün Büyük Pazartesi; biz masonuz, et yiyeceğiz. Bir piliç! Tanrı bağışlasın bizi... Ama, senin aziz kişiliğin için helva ile zeytinimiz de var, buyur!”

Keşiş, yağlı sakallarını okşadı, bozulmuş bir halde, “Ben,” dedi, “ben Zaharias, oruçluyum; zeytin ekmek yiyecek, sucağız da içeceğim... Ama, Yosif şeytandır, oruç tutmaz; o da et yiyecek kardeşlerim ve sizin tulumdan şarap da içecek, lanet olasıca!”

İstavroz çıkardı, hızlı hızlı ekmek, zeytin, helva yedi, avucu ile silindi, su içti. Sonra yemeğini bitirmiş gibi yeniden istavroz çıkardı:

“Şimdi,” dedi, “sıra üç kez lanetli Yosif’in...”

Ve pilice yumuldu. Öfkeyle, “Ye, lanet olasıca!” diye mırıldanıyor, iri lokmalar kapıyordu: “Ye! Ye!”

Zorba, heyecanla, “Bravo keşiş!” dedi. “Bakıyorum, iki yanlı çalışıyorsun.”

Sonra bana döndü:

“Nasıl buluyorsun patron?”

Ben, gülerek, “Sana benziyor!” dedim.

Zorba şarap tulumunu keşişe verdi:

“Çek Yosif!”

Keşiş:

“İç lanet olasıca!” deyip tulumu kaptı ve ağzına yapıştırdı.

Güneş yakıyordu, daha içerilere, gölgeye çekildik. Keşiş ekşimiş ter ve günlük kokuyordu; güneşin sıcağında su salmaktaydı; Zorba çok kokmasın diye onu gölgeye çekti. İyi yemek yediği için canı konuşmak istiyordu:

“Nasıl keşiş oldun sen?”

Keşiş kıkırdadı:

“Azizlikten mi sanıyorsun? Asla! Yoksulluktan kardeşim, yoksulluktan... Yiyecek bir şeyim yoktu, şöyle düşündüm: Manastıra gideyim de açlıktan gebermeyeyim!”

“Hoşnut musun bari?”

“Şükür Tanrı’ya! Çok özlem duyduğum oluyor ama, kulak asma; dünya için özlem çekmiyorum, onun içine sıçayım; bağışlayın, her gün düşünüyorum. Ben gökyüzüne özlem çekmekteyim. Sözlerime inanın. Taklalar atıyordum ve keşişler bana bakıp gülüyor; hepsi bende yedi tür şeytanlığın var olduğunu ve bunların bana küfrettiğini söylüyorlardı, ama ben diyorum ki: ‘Hayır, doğru olamaz, Tanrı gülmeyi sever.’ Bir gün bana, ‘Gel içeri palyaçom!’ diyecek. ‘Gel de beni güldür...’ Ben de, işte böyle, Karagöz gibi Cennet’e gireceğim!’”

Zorba ayağa kalkarak, “Ulan,” dedi, “bana öyle geliyor ki sende akıl dört yüz dirhem! Gidelim de geceye kalmayalım.”

Keşiş yine önümüze düştü ve yolu açtı. Daha çıkarken içimde ruhsal görüntüler yükseliyormuş gibime geliyordu; alçak kaygılardan daha yükseklerine, bayağı ova doğmalarından dik teorilere doğru tırmandığımı sanıyordum.

Keşiş birden durdu.

“Öç Alıcı Meryem!” dedi ve güzel, yuvarlak kubbeli, küçük bir kiliseyi gösterdi. Sonra diz çöküp istavroz çıkardı.

Yere atladım, serin kemerin içine girdim. Duvarın bir köşesinde, dumandan kararmış, gümüş adaklarla yüklü, eski bir tasvir; onun önünde, hiçbir zaman sönmeyen, gümüş bir kandil yanıyordu.

Tasvire baktım. Sağlam boyunlu, bir bakirenin huzursuz bakışını taşıyan, vahşi, savaşçı bir Meryem’di bu; elinde ise, kutsal bir çocuk değil, dimdik ve uzun bir mızrak taşıyordu.

Keşiş, tatlı bir sesle, “Manastıra zarar verenin vay haline!” dedi. “Üzerine saldırıp elinde tuttuğu mızrakla onu deler. Eski zamanda Cezayirliler çıkıp manastırı yaktılar; ama dur da bak, lanetlilerin başına ne geldi: Kaçıp, tam bu dış kilisenin önünden geçerlerken, Meryem, yallah diyerek tasvirin içinden çıktı, dışarı fırladı ve mızrağıyla veryansın etti, vurdu, vurdu, hepsini öldürdü. Dedem, ormanı dolduran kemikleri hatırlardı. O zamandan beri de adını Öç Alıcı Meryem koydular; daha önce ona Yardımsever Meryem diyorlardı.”

Zorba sordu:

“Peki Peder Zaharias, neden mucizesini manastırı yakmalarından önce göstermedi?”

Keşiş üç kez istavroz çıkararak yanıtladı:

“Çok Yüksek’tekinin iradesi!..”

Zorba katıra binerken mırıldandı:

“Amma yüksek ha!.. Haydi gidelim!”

Az sonra, dağın düz bir yerinde, çevresi yüksek kayalarla çevrili olan Meryem’in Büyük Manastırı, çamların arasında göründü. Sakin, güleç, dünyadan ırak, yüksek ve yeşil çukurun içinde, doruğun soyluluğunu ve ovanın tatlılığını tam bir uyum içinde birleştiren manastır, bana, insan topluluğu için çok iyi seçilmiş bir barınağı düşündürdü.

“Yumuşak, yalın bir düşünce, insan yapısına en uygun dinsel coşkuya erişebilir burada,” diye düşündüm. Ne keskin bir doruk, ne duygusal bir tembellik ovası, ruhun insanca tadını kaybetmeden yükselmesi için ne gerekiyorsa, ne kadar gerekiyorsa o kadar... Böyle bir yer, ne kahramanlar ne de domuzlar yaratır diyordum; tam insan yaratır.

Buraya ancak, eski Yunanistan’ın güzel bir tapınağı ile sevimli bir Müslüman tekkesi yakışırdı: Tanrı buraya bayağı insan kıyafetiyle iner, bahar çimenlerinin üzerinde yalınayak yürür ve sakin sakin insanlarla konuşurdu.

“Ne harika, ne ıssızlık, ne mutluluk!” diye mırıldanıyordum.

Katırlardan indik. Kemerli kapıdan misafirhaneye çıktık. Bir tepsi içinde bize rakı, tatlı ve kahve getirdiler. Teşrifatçı papaz çıkıp geldi. Keşişler çevremizi sardılar ve sohbet başladı. Hilekâr gözler, doymaz dudaklar, sakallar, bıyıklar, teke teke kokan koltuk altları...

Teşrifatçı papaz sordu:

“Bir gazete getirdiniz mi?”

Ben, şaşkınlıkla, “Gazete mi?” dedim. “Ne yapacaksınız onu burada?”

İki-üç keşiş heyecanla bağırdılar:

“Bir gazete kardeş, bakalım dünya ne halde!”

Balkonun tahta parmaklıklarına asılmış, kargalar gibi ötüşüyorlardı. İngiltere, Rusya, Venizelos ve Kral’dan tutkuyla söz açarak hem de. Gözlerini kentler, dükkânlar ve gazeteler bürümüştü.

Şişman, kıllı bir keşiş soluyarak kalktı.

“Sana gösterecek bir şeyim var,” dedi, “sen de bana düşünceni söylersin; gidip getireyim.”

Kısa kıllı elleri karnında olduğu halde ilerlerdi, tüylü terliklerini sürüyerek kapıda kayboldu.

Keşişler kıkırdıyorlardı. Teşrifatçı papaz, “Peder Dometios, yine toprak rahibesini getirecek,” dedi. “Şeytan onu toprağa saklamıştı, bir gün Dometios bahçeyi eşelerken buldu. Alıp hücresine soktu ve mübarek o zamandan beri uykularından oldu. Aklından da olması yakındır.”

Zorba ayağa kalktı; boğuluyordu.

“Biz buraya başrahibi görmeye geldik,” dedi, “kâğıt imzalamak için...”

Teşrifatçı papaz, “Başrahip burada yok,” dedi. “Sabahleyin çiftliğe gitti; sabırlı ol.”

Peder Dometios, Kutsal Çanak’ı taşırmış gibi, avuçlarını birleştirmiş, yukarıda tutar halde göründü. Dikkatle avuçlarını açarak, “Bu işte!” dedi.

Yaklaştım.

Yarı çıplak ve utangaç bir minicik Tanagra39 heykelciği, keşişin tombul parmakları arasından gülümsüyordu bana. Sağlam kalan eliyle de başını tutuyordu.

Dometios, “Başını gösterdiğine göre,” dedi, “içinde çok değerli bir taş var, demektir; elmas ya da inci. Siz ne dersiniz?”

Bozuk niyetli bir keşiş atıldı.

“Bana kalırsa,” dedi, “başı ağrıyor.”

Ama şişman Dometios, sarkık teke dudaklarıyla ıkına sıkına bana bakarak bekliyordu.

“Onu kırayım diyorum,” dedi, “kırayım da göreyim: Artık uyuyamıyorum... İçinde bir elmas varsa?”

Ten, kahkaha ve öpüşmeyi lanetleyen bu tütsü kokuları ve çarmıha gerilmiş ilahlar arasına sürgün edilmiş, bu minicik, sıkı göğüslü bu güzel kıza baktım.

Ah, elimden gelseydi de onu kurtarsaydım!

Zorba küçük heykeli aldı, ince, biçimli kadın vücudunu yokladı, parmaklarının etli kısımları dik göğüsler üzerinde durakladı.

“Fakat, Peder,” dedi, “görmüyor musun ki bu şeytandır? Nah işte, tıpkısı! Sen merak etme, ben iyi bilirim o Tanrı’nın belasını; göğsüne bak Peder Dometios, yuvarlak, sıkı ve taze; şeytanın göğsü de böyledir Pederim!”

Eşikte güzel bir keşiş çocuk göründü; altın saçlarını, yuvarlak, ayva tüylü yüzünü güneş aydınlatıyordu.

Sarı benizli keşiş, teşrifatçı papaza bir göz attı; ikisi de arsızca sırıttılar.

“Peder Dometios,” dediler, “yardımcın Gabriel.”

Keşiş hemen çamurdan yapılmış küçük kadını avuçladı ve büzülmüş bir halde yürüdü; küçük keşiş konuşmadan ve salınarak önden gidiyordu. Harap olmuş uzun avluda ikisi birden kayboldular.

Zorba’ya işaret ettim. Avluya çıktık. Tatlı bir sıcaklık... Avlunun ortasındaki bir portakal ağacı çiçek açmıştı; havaya mis gibi bir koku yayılıyordu. Yanında, eski mermer bir koç başından şırıltılı bir su akmaktaydı. Kafamı altına sokup serinledim. Zorba tiksintiyle, “Ne biçim insanlar be!” dedi. “Ne erkek ne kadın; katır bunlar. Tuh, yok olasıcalar!”

Gülerek başını soğuk suya soktu. Sonra yine, “Tuh yok olasıcalar!” dedi. “Her birinin içinde bir şeytan var. Kimi kadın ister, kimi bakalyaros, kimi para, kimi de gazete... Hay aptallar hay!.. Neden yeryüzüne inmez bunlar? İnseler de, maddeye boğulup beyinleri temizlense.”

Bir sigara yakıp çiçek açmış portakal ağacının kenarına ilişti.

“Ben,” dedi, “bir şeye özlem duydum mu, ne yaparım bilir misin? Bir daha hatırlamayacak kadar bıkıp da kurtulmak için yerim, yerim... Ya da tiksintiyle hatırlamak için. Bak bir zamanlar çocukken, kirazlara karşı anlatılmaz bir tutkum vardı. Param olmadığı için azar azar alıyor, yiyor, yine istiyordum. Gece gündüz kiraz düşünürdüm, salyalarım akardı; işkenceydi bu! Günün birinde, kızdım mı, utandım mı, bilmiyorum; baktım ki kirazlar bana istediklerini yaptırıyorlar ve beni rezil ediyorlar, ne plan kurdum bilir misin? Geceleyin yavaşça kalktım, babamın ceplerini yokladım, gümüş bir mecidiye bulup çaldım. Sabah sabah da kalktım, bir bahçeye gidip bir sepet dolusu kiraz satın aldım. Bir çukurun içine oturup başladım yemeye. Yedim, yedim, şiştim, midem bulandı, kustum. Kustum patron. O zamandan beri de kirazlardan kurtuldum; bir daha gözüme görünmelerini bile istemedim. Özgür oldum. Artık kirazlara bakıp şöyle diyordum: Size ihtiyacım yok! Şarap için aynı şeyi yaptım, sigara için de. Hâlâ içiyorum ama, istediğim anda ‘harp’ diye bıçakla keser gibi kesiyorum. Tutku bana egemen olamamıştır. Yurdum için de aynı şey. Hasret çektim, bıktım, kustum, kurtuldum.”

Ben gülerek sordum:

“Ya kadınlar?”

“Onların da sırası gelecek kahrolasıcalar, gelecek! Ama yetmiş yaşımı bulduğum zaman.”

Biraz düşününce az bularak, “Seksen yaşında,” diye düzeltti. “Sen beni dinle, insan böyle kurtulur, böyle kurtulur. Zevk düşkünü ve keşiş olarak değil. Kendin yarı şeytan olmazsan, şeytandan nasıl kurtulursun be?”

Dometios soluyarak avluda göründü. Arkasında sarışın genç keşiş vardı. Zorba onun ergenlere özgü haşinlik ve güzelliğine bakarak mırıldandı:

“Kızgın bir melek sanki...”

Üst kat hücrelerine çıkan merdivene yaklaşıyorlardı. Dometios döndü, genç keşişe bakarak bir şeyler söyledi. Genç keşiş olmaz der gibi başını kaldırdı. Ama birden boyun eğerek eğildi. İhtiyarın beline sarıldı ve merdiveni çıktılar. Zorba, bana, “Anladın mı?” dedi. “Anladın mı? Sodom ve Gomorra!”

İki keşiş göründü, biri öbürüne göz kırptı, bir şeyler fısıldaşıp güldüler.

Zorba söylendi:

“Ne boktan şey! Karga karganın gözünü çıkarmaz, ama keşiş keşişinkini çıkarır. Bak şunlara; birbirlerinin gözünü çıkaracaklar.”

Ben gülerek düzelttim:

“Biri öbürünün.”

“Burada aynı şeydir be, üzme tatlı canını! Sana, katır bunlar dedim, patron. Keyfin isterse Gabriel de diyebilirsin. Gabriella da; Dometios da, Dometia da... Kaçalım patron, kâğıtları imzalatalım, kaçalım. Vallahi burada insan kadından da, erkekten de iğrenebilir.”

Sesini alçalttı.

“Benim bir planım var,” dedi.

“Yine bir saçmalıktır Zorba... Söyle bakalım!”

Zorba omuzlarını kaldırdı:

“Ne diye sana söyleyeyim patron, sen, kusura bakma ama, namuslu bir adamsın. Ne yağsın ne damla. Kışın yorganının dışında bir pire bulsan üşümesin diye içeri sokarsın. Sizin gibi yüce biri nereden anlayacak benim gibi bir düşkünü? Bir pire bulsam cak diye ezerim ben, bir kuzu bulsam ‘kırt’ keser, şişe geçirir ve dostlarla tadını çıkarırım. Diyeceksin ki: Senin değildir, kabul! Ama, bırak be birader, önce yiyelim de, sonra rahat rahat senin ya da benim olduğunu konuşur, tartışırız. Ve sen söyleyecek, söyleyeceksin, ben de küçük bir tahta parçasıyla dişlerimi karıştıracağım.”

Avlu, onun kahkahalarıyla çınladı. Zaharias korku içinde geldi; parmağını ağzına götürdü, ayaklarının ucuna basarak yaklaştı:

“Şiişt!” dedi, “Gülmeyin! Nah, şu yukarıda, açık duran küçük pencerenin arkasında Metropolit çalışıyor. Kütüphanedir orası; yazı yazıyor. Bütün gün yazar.” Zorba, keşişin kolundan yakaladı:

“Tamam,” dedi, “ben de seni istiyordum Peder Yosif! Senin hücreye gidelim de konuşalım.”

Sonra bana döndü:

“Sen patron, bu arada gidip kiliseyi dolaş, eski tasvirlere bir göz at. Ben başrahibi bekleyeceğim; nerdeyse gelir. Karışıp işleri altüst etme. Bana bırak; planım var benim.”

Ve kulağıma eğildi.

“Ormanı yarı fiyatına alacağız,” dedi. “Sen sesini çıkarma!”

Sonra, yarı sersem keşişi koltuğunun altından yakalayıp hızla uzaklaştı.

39. Boeotia’nın bir kenti. (Ç.N.)