18

Kilisenin eşiğini aştım, içerinin serin kokulu, gölgeli karanlığına daldım.

Yapı ıssızdı. Soluk bir ışık veren bronz kandiller. Bütün derinliği tutan oymalı bir tasvir. Üzüm yüklü altın bir asma. Duvarlar, yarı silinmiş duvar resimleriyle süslü, korkutucu resimler: haşin keşişler, kilise pederleri, İsa’nın acıları, saçlarında, boyaları solmuş, geniş kurdeleler bulunan kıvırcık saçlı melekler...

Üstte, kubbenin altında, kolları açık, yalvarır bir halde Meryem. Önünde ağır, güneşten yapılmış kocaman bir kandil yanıyor; titrek ışığı yumuşak, okşayıcı bir biçimde, uzun ve çok acı çekmiş yüzünü yalıyor. Acılı gözleri, yüzük gibi yuvarlak, kıvrık ağzı ve kuvvetli, istek dolu çeneyi asla unutmayacağım. En dayanılmaz acılarında bile, alabildiğine mutlu olmuş ve doygunluğa erişmiş ana budur, diyordum; çünkü ölümlü iç organlarından ölmez bir şeyin çıkmış olduğunu biliyor.

Kiliseden çıktığımda güneş batıyordu. Mutlu mutlu portakal ağacının dibine oturdum. Kilisenin tepesi gün doğuyormuş gibi pembeleşiyordu. Hücrelerine çekilen keşişler dinleniyorlardı. Geceleyin uykusuz kalacakları için güçlenmeleri gerekiyordu; İsa bu gece harekete geçerek Golgotha’sına çıkacaktı; bu yüzden kendilerinin de birlikte çıkabilmeleri için güçlü olmaları gerekiyordu. Bir keçiboynuzu ağacının altında, pembe bir sürü memeleri olan siyah iki dişi domuz, daha şimdiden uyuklamaya başlamıştı; güvercinler damlarda sevişiyordu.

Ne zamana kadar yaşayacağımı, toprağın, havanın, sessizliğin bu tadını, çiçek açmış portakal ağaçlarının kokusunu daha ne kadar duyabileceğimi düşünüyordum. Kilisede görmüş olduğum Ayos Vakhos’a ait bir tasvir içimi mutlulukla doldurup taşırmıştı, biriciklik, amacın dayanıklılığı, isteğin sürekliliği gibi şeyler içime işliyor, bana esinler getiriyordu. Siyah salkımlar gibi alnının çevresinde sarkan, erginlere özgü kıvırcık saçlarıyla, Hıristiyan azizinin şu küçük ve sevimli tasviri sağ olsun! Coşku ve şarap tanrısı, yakışıklı Dyonisos ile Ayos Vakhos kafamda birleşiyordu, aynı yüzü taşıyorlardı. Bağ yapraklarıyla cüppelerin altında, güneşte yanmış aynı sıcak vücut, yani Yunanistan fırtınalar geçirmekteydi.

Zorba avluda göründü ve haberi verdi bana, “Başrahip geldi,” dedi, “bir şeyler konuştuk, diretiyor, ayinlerin masrafı çıkmıyormuş, daha çoğunu istiyor, ama becereceğim...”

“Ne diretmesi? Anlaşmamış mıydık?”

Zorba yalvardı:

“Aman be patron, sen karışma! Her şeyi altüst edeceksin. Buyurun bakalım, şimdi eski anlaşmadan söz ediyorsun; o bitti! Kaşlarını çatma, bitti diyorum sana! Ormanı yarı fiyatına alacağız.”

“Peki, bu çevirdiğin dolaplar nedir Zorba?”

“Sen bırak, patron, benim işim o; tekerleği yağlayacağım, o da dönecek, anladın mı?”

“Ama neden? Anlamıyorum.”

“Kastro’da çok para savurdum da ondan işte! Çünkü Lola birkaç binliğimi, yani senin birkaç binliğini yedi. Unuttum mu sanıyorsun? Onurum var benim, ne sanıyorsun? Kılıcımın üstüne sinek konmasını istemem. Harcadım, ödüyorum. Hesabı yaptım: Lola’nın harcamalarını başrahip, manastır ve Meryem çekecek. Plan bu, hoşuna gitti mi?”

“Hiç gitmedi. Sen paraları çarçur ettiysen Meryem’in suçu ne?”

“Suçu var. Hem de çok... Evet. Oğlu Tanrı’yı o yaptı: Tanrı da beni yaptı ve bildiğin araçları verdi; o kahrolası araçlar da, nerede bir dişi görsem başımı döndürecek ve kesemi açacak hale soktu beni. Anladın mı? Onun için Meryem sorumlu, hem de çok sorumlu. Bırak ödesin!”

“Hoşuma gitmiyor bunlar Zorba!”

“O başka konu, patron. Biz hele yedi binliği kurtaralım, sonra tartışırız. ‘Sen hele becer beni, oğlum, sonra ben yine teyzen olurum.’ Bu şarkıyı bilir misin?”

Kaba kıçlı teşrifatçı papaz göründü. Tatlı bir papaz sesiyle.

“Buyurun,” dedi, “sofra hazır!”

Yemekhaneye indik, kanepeleri ve dar uzun masaları olan büyük bir salondu burası. Acı bir zeytinyağı kokusuyla ekşi bir koku vardı içerde. Dipte, yarı silinmiş bir duvar resmi Son Akşam Yemeği’ni gösteriyordu. On bir sadık çömez, İsa’nın çevresinde bir sürü halinde toplanmış, karşıda da sırtı seyirciye dönük, tek başına, kızıl sakallı, anormal alınlı, şehevi burunlu Yahuda; İsa da yalnız ona bakıyordu.

Teşrifatçı papaz oturdu; sağında ben vardım; solunda Zorba.

Sarakosti40 olduğu için kusurumuza bakmayın,” dedi, “yolcu da olsanız, ne yağ var ne şarap. Hoş geldiniz!”

İstavroz çıkardık, konuşmaksızın ellerimizi zeytinlere, taze soğanlara, taramaya, taze baklalara uzattık. Üçümüz de yavaş yavaş ve iştahsız bir halde geveliyorduk.

Teşrifatçı papaz, “Bu dünyada hayat böyledir,” dedi. “Sarakosti. Ama sabredelim, kuzuyla İsa’nın Dirilişi, yani Gökler Hükümdarlığı geliyor.”

Öksürdüm, Zorba “sus” demek istermiş gibi ayağıma bastı. Konuyu değiştirmek için, “Peder Zaharias’ı gördüm,” dedi.

Teşrifatçı huylandı ve huzursuzca sordu:

“Yoksa, şeytan herif bir şey mi söyledi? Yedi şeytan vardır onun içinde, sözlerine kulak asmayın. Ruhu pistir, pislikleri görür.”

Keşişleri çağıran çan acı acı çınladı. Teşrifatçı, istavroz çıkarıp ayağa kalktı.

“Ben gidiyorum,” dedi. “İsa’nın acıları başladı. Onunla birlikte çarmıha gerileceğiz. Bu akşam için siz dinlenebilirsiniz, yoldan geldiniz; ama yarın sabah ayininde...”

Keşiş gider gitmez Zorba dişlerinin arasından homurdandı:

“Alçaklar! Alçaklar. Yalancılar, insan kılıklı katırlar, katır kılıklı insanlar!..”

“Ne oldun Zorba? Yoksa Zaharias sana bir şey mi dedi?”

“Bırak patron, bırak şeytan alsın! Ee, bir imzalamasınlar, tepsi içinde oynatacağım onları!”

Bize hazırladıkları hücreye gittik. Köşede eski bir tasvir vardı: Yanağını sıkı sıkıya oğlununkine dayamış Meryem tasviri. İri gözleri yaşlarla doluydu.

Zorba, koca kafasını salladı:

“Neden ağlıyor, biliyor musun patron?”

“Hayır.”

“Gördüğü için. Ben aziz resimleri yapan bir ressam olsaydım, Meryem’i gözsüz, kulaksız, burunsuz yapardım. Acıyorum ona.”

Kuru döşeklerimize uzandık. Kalaslar kavak kokuyordu. Açık duran pencereden ilkbahar yeli, kokularla yüklü giriyordu. Bahçeden ara sıra, birbirini izleyen soluklar gibi, yas dolu ezgiler gelmekteydi. Pencerenin dışında bir bülbül şakımaya başladı, sonra daha ötede bir başkası, bir başkası daha... Gece aşkla dolup taştı.

Uyuyamıyordum; bülbülün şakıması, İsa’nın inleyişiyle birlikte ben, çiçek açmış portakal ağaçlarının arasında, büyük kan damlalarını izleyerek, Golgotha’ya tırmanmaya çalışıyordum. Mavi bahar gecesinin içinde İsa’nın vücudunu, domur domur soğuk terler süzülen yüzünü ve ellerini yalvarır, dilenirmiş gibi nasıl oynattığını görüyordum... Ardından koşan Galilealılar ona, “Osanna! Osanna!” diye bağırıyor, ellerinde kutsanmış dallar tutuyor, basması için elbiselerini yere seriyorlardı. O sevdiklerine bakıyor, hiçbiri bir şey anlamıyordu: Yalnız kendisinin ölüme gittiğini bilmekteydi. Yıldızların altında ağlayarak, susarak, titreyen insancıl kalbini yatıştırmaya çalışıyordu.

“Buğday gibi toprağa inip ölmen gerek, kalbim, titreme. Başka türlü nasıl başak olursun kalbim ve açlıktan ölen insanları nasıl beslersin?”

Gene de, içinde insancıl kalp titriyor, titriyor, ölmek istemiyordu...

Manastırın çevresinde bütün orman, yavaş yavaş bülbüle kesti. Islak dallardan şarkı, sadece, aşk ve tutku halinde yükseliyor, onunla birlikte insanın göğsü de oynuyor, ağlıyor, kabarıyor, taşıyordu.

Böylece, nasıl olduğunu anlamadan, İsa’nın çektiği acıları düşünürken, bülbül sesleri arasında, ruhun Cennet’e girişi gibi ben de uyku ülkesine giriverdim.

Doğru dürüst bir saat uyumamıştım ki, korkuyla irkildim:

“Zorba!” diye bağırdım, “Duydun mu? Bir tabanca sesi!”

Zorba çoktan yatağının içinde oturmuş, sigara içiyordu.

Nefretini bastırmaya çalışarak, “Üzme tatlı canını patron,” dedi; “bırak birbirlerinin gözünü çıkarsınlar.”

Koridorda sesler duyuldu. Ağır terlikler sürükleniyor, kapılar açılıp kapanıyor, uzakta biri yaralanmış gibi inliyordu.

Yataktan fırlayıp kapıyı açtım. Kuru bir ihtiyar önüme çıktı; beyaz, sivri bir takkesi ve dizlerine kadar inen beyaz bir entarisi vardı.

“Kimsin sen?”

O titreyen sesiyle karşılık verdi:

“Piskopos...”

Az daha gülecektim; sırmalı elbiseler, kuşak, koltuk değneği, çok renkli sahte taşlar... İlk kez bir piskoposu gecelikleriyle görüyordum.

“Tabanca sesi neydi?”

“Bilmiyorum, bilmiyorum...” diye mırıldandı ve beni geriye doğru itti.

Zorba yatağının içinden güldü.

“Ne o, titreme mi tuttu ihtiyarcık?” dedi. “Gir içeri zavallı. Biz keşiş değiliz, korkma!”

Alçak sesle, “Zorba,” dedim, “böyle konuşma; piskopos bu!”

“Gir içeri, diyorum sana!”

Yataktan indi, kolundan tutup içeri çekti; kapıyı kapadı. Heybeden rakı çıkardı, bir kadeh doldurdu.

“İç ihtiyar,” dedi, “zavallı yüreciğin canlansın.”

İhtiyarcık rakıyı içip kendine geldi. Benim yatağa oturdu, duvara dayandı.

“Muhterem Peder,” dedim, “o tabanca sesi neydi?”

“Bilmiyorum oğlum... Gece yarısına kadar çalışmış, uyumak üzere yatmıştım; o sırada yanımdaki Peder Dometios’un hücresinde şey duydum...”

Zorba, “Hah!” dedi. “Hakkın varmış be Zaharias!”

Piskopos başını eğdi.

“Herhalde bir hırsızdı...” diye mırıldandı.

Koridordaki fısıltılar durmuş, manastır yine sessizliğe gömülmüştü. Piskopos korkmuş, saf gözleriyle yalvarır gibi bana baktı.

“Uykun var mı oğlum?” diye sordu.

Anladım ki gitmek ve yine hücresinde yalnız kalmak istemiyor, korkuyordu.

“Hayır,” dedim, “uykum yok; kalın.”

Sohbete koyulduk; Zorba yastığına yaslanmış, paf puf ediyor, sigara içiyordu. İhtiyarcık bana, “Aydın bir gence benziyorsun,” dedi, “şükür Tanrı’ya! Burada konuşacak insan bulamıyorum. Hayatıma tat veren üç kuralım var; bunları anlatmak isterdim.”

Bir şey dememe vakit bırakmadan anlatmaya başladı:

“Birinci kuralım şu,” dedi. “Çiçeklerin biçimleri, renklerini etkiler; renkleri de türlerini. Bu yüzden her çiçek, yapısında, özellikle de ruhunda değişik bir etki gücüne sahiptir. Bunun için, çiçekli bir ovada yürürken çok dikkat etmemiz gerekir.”

Bu konudaki görüşümü beklermiş gibi sustu. İhtiyarcığın çiçekli bir ovada gezindiğini, gizli bir ürpertiyle yerdeki çiçeklere baktığını görür gibi oluyordum; biçimlerine, renklerine bakıyor, titriyordu: Baharda bütün ova ruhlarla dolardı...

“İkinci kuralım da şu: Gerçek etkisi olan her düşüncenin gerçek bir özü vardır. Tensiz bir hayal gibi havada dolanmaz. Gerçek bir vücuda sahiptir: gözleri, ağzı, ayakları, karnı. Erkek ya da kadınlar, erkek ya da kadınları kovalar... Bunun için İncil de şöyle der: ‘Söz, tene dönüşmüştür!’”

Yine kederli kederli bana baktı. Susmama daha fazla dayanamayarak aceleyle, “Üçüncü kuralım da şu,” dedi. “Ölmezlik, bizim ölümlü hayatımızda da vardır; ama onu tek başımıza bulmamız çok güç; ölümlü kaygılar aldatır bizi. Bu ölümlü hayatı, yani ölümsüzlüğü yaşamayı, yalnız az kimse başarır. Ötekiler mahvolacaktı, ama Tanrı acıdı onlara, dini gönderdi. Böylece halk da ölümsüzlüğü yaşayabiliyor.”

Piskopos konuştukça hafifledi. Küçük, kirpiksiz gözlerini kaldırdı, gülümseyerek bana baktı. Sanki şöyle diyordu: “Bende bu var, sana bunu veriyorum işte!” Bütün hayatının meyvelerini, böyle beni tanır tanımaz açık yüreklilikle anlatıverdiğini şaşkınlıkla görüyordum.

Gözleri akıyordu:

“Görüşlerimi nasıl buldun?”

Elimi iki avucunun içine aldı; sanki hayatının boşa gidip gitmediğini öğrenmesi benim yanıtıma bağlıymış gibi, bana bakıyordu.

O titriyordu, ama ben, gerçeğin üstünde çok daha büyük olan, insanın başka bir borcunun durduğunu da biliyordum.

“Bu görüşler, çok ruhu kurtarabilir, Pederim!” dedim.

Piskoposun yüzü aydınlandı; bütün hayatı hak kazanmıştı.

“Teşekkür ederim oğlum,” diye fısıldadı ve coşkuyla elimi sıktı. Zorba köşesinden atıldı.

“Benim dördüncü bir kuralım var,” dedi, “bağışla beni ama...”

Huzursuzca ona baktım. Piskopos da döndü:

“Söyle oğlum,” dedi, “iyi ve uğurlu olsun; hangi kuraldır o?”

“İki ile ikinin dört ettiği!”

Piskopos şaşkın şaşkın ona baktı. Zorba konuşmasını sürdürdü:

“Bir de beşinci kural, ihtiyar: iki ile ikinin dört etmediği. Beğen beğen al!”

Piskopos yardım istermiş gibi bana bakarak mırıldandı:

“Anlamıyorum...”

Zorba kahkahayı basarak, “Ben de!..” dedi.

Ben şaşkın ihtiyarcığa dönüp sözü değiştirdim:

“Ne gibi çalışmalarla uğraşıyorsunuz manastırda?”

“Manastırdaki eski elyazmalarını kopya ediyorum oğlum. Şu son günlerde de, kilisemizin Bakire Meryem’e vermiş olduğu bütün nitelikleri derleyip toparlamaktayım.”

İçini çekti.

“İhtiyarladım,” dedi. “Başka bir şey yapamıyorum. Meryem’in bütün bu güzel niteliklerini bulup yazarken hafifliyor ve dünyanın gerçeklerini unutuyorum.”

Yastığa dayandı ve sayıklarmış gibi mırıldanmaya başladı:

“Ölmezlerin Gülü, Sevgili Toprak, Bağ, Kaynak, Nehir, Mucize Çeşmesi, Gökyüzü Merdiveni, Köprü, Firkateyn, Liman, Cennet’in Anahtarı, Şafak, Meşale, Şimşek, Ateş Sütun, Koruyucu Komutan, Kımıldatılamaz Kule, Alınamaz Kent, Örtü, Sığınak, Avutucu, Sevinç, Körlerin Bastonu, Öksüzlerin Anası, Mihrap, Erzak, Barış, Sessizlik, Koku, Şenlik, Bal ile Süt41...”

Zorba alçak sesle, “Sayıklıyor zavallı!” dedi, “Üstüne bir örtü atayım da üşütmesin!”

İndi, ihtiyarın üstüne bir battaniye atıp yastığını düzeltti.

“Delilik yetmiş yedi türlü olur, diye duymuştum,” dedi, “ama bununkiyle birlikte yetmiş sekiz oldu.”

Artık gün ağarıyordu. Avluda tahta çanın sesi duyuldu. Pencereden eğilip baktım; zayıf bir keşişin, başında uzun, siyah bir örtüyle, yavaş yavaş bahçe çevresinde dolandığını ve küçük bir çekiçle, uyumlu sesler çıkaran bir tahtaya vurduğunu gördüm. Tahta çanın sesi, yalnız tat, uyum ve çağrı halinde sabah rüzgârının içine yayıldı. Bülbül susmuştu; ilk kuşlar, ağaçların arasında, çekingen çekingen cik cik etmeye başlıyordu.

Eğilmiş, tahta çanın bu güvensiz ezgisini büyülenmiş gibi dinliyor ve yüksek bir yaşama dengesinin, artık bütün dış görünüşünü, yararsız sayarak kovabileceğini düşünüyordum. Ruh, ayrılıp gidiyor, ama, bir deniz kabuğu kadar karmaşık ve yavaş yavaş oluşan bir büyük konut bırakıyordu.

“Artık çok gürültülü, dinsiz kentlerde karşılaşılan büyük katedraller, böyle boşalmış kabuklardır,” diye düşünüyordum; “yağmurların ve güneşin aşındırdığı, yalnız iskeletleri kalmış tarihöncesi canavarlar.”

Birisi hücremizin kapısını çaldı; teşrifatçının kaygan sesi duyuldu:

“Sabah ayini için kalkın!”

Zorba öfkeyle fırladı:

“Neydi o tabanca sesi?”

Biraz bekledi. Ses yok. Uzaklaşan ayak sesleri duyulmadığı için, keşişin kapı önünde duruyor olması gerekirdi. Zorba parladı ve yeniden bağırdı:

“Neydi o tabanca sesi, ulan keşiş?”

Ayak seslerinin hızla uzaklaştığı duyuldu. Zorba bir sıçrayışta kapının yanına varıp açtı; kaçmakta olan keşişe doğru tükürerek, “Tuh maskaralar!” dedi. “Papazlar, keşişler, rahibeler, kilise kethüdaları, kandil yakıcılar, tuuh size!”

“Kaçalım,” dedim, “burası kan kokuyor!”

Zorba homurdandı:

“Keşke yalnız kan koksaydı! Eğer canın istiyorsa sen ayine git patron; ben işi kurcalayıp öğreneceğim.”

Ben, yine, “Kaçalım!” dedim. “Sen de lütfen ekilmediğin yerde bitme!”

“Ama ben, tam orda bitmek istiyordum patron!..”

Biraz düşündü, sonra hınzırca güldü.

“Sağ olsun Şeytan, işleri iyi götürüyor olmalı,” dedi. “Biliyor musun patron, bu tabanca sesi manastıra kaça mal olur? Yedi binliğe!”

Avluya indi. Çiçek açmış ağaçlar, sabahın hoşluğu, büyük mutluluk... Zaharias bizi bekliyormuş. Koştu, Zorba’yı kolundan yakaladı. Titreyerek mırıldandı:

“Gel kardeşim Kanavaro, kaçalım!”

“Tabanca sesi neydi? Birini mi öldürdüler? Ulan keşiş, konuş, yoksa boğarım seni!..”

Keşişin alt çenesi titriyordu. Çevresine baktı; avlu ıssız, hücreler kapalıydı. Açık olan kilise kapısından ezgiler dalga dalga yayılıyordu.

“İkiniz de beni izleyin,” diye mırıldandı. “Sodom ve Gomorra!..”

Duvar dibinden kaydık; avluyu geçtik, bahçeden dışarı çıktık; mezarlık, manastırdan bir taş atımı uzaktaydı; içeri girdik.

Mezarların üstünden geçtik, Zaharias küçük kilisenin kapısını itti, içeri girdik. Ortada, bir hasırın üstünde, cüppeye sarılmış bir ölü yatıyordu. Bir mum başucunda, bir tane de ayakucunda yanmaktaydı.

Ölünün üzerine eğildim, yüzünü açtım. Ürpererek, “Genç keşiş!” diye mırıldandım; “Dometios’un sarışın keşişi!”

Tapınağın kapısındaki tasvirde, dik kanatları, çıplak kılıcı, kırmızı sandallarıyla Başmelek Mikail şimşekler çakıyordu. Rahip bağırdı:

“Başmelek Mikail! Ateş yağdır da, yak onları! Başmelek Mikail, bir tekme vur, çerçeveden fırla çık. Tabanca sesini duymadın mı?”

“Kim öldürdü onu? Kim? Dometios mu? Konuş ulan, teke sakallı!”

Keşiş, Zorba’nın elinden kurtulup burunüstü Başmelek’in ayaklarına kapandı; başı biraz kalkık, ağzı dinliyormuş gibi açık, bir zaman kıpırtısız durdu. Sonra birden, sevinçle ayağa fırladı, kararlı bir halde, “Yakacağım onları!” dedi. “Başmelek sallanıp bana işaret verdi.”

Sonra istavroz çıkararak, “Şükür Tanrı’ya,” dedi. “Hafifledim!..”

Zorba, keşişi yine kolunun altından yakaladı.

“Yürü bakalım Zaharias! Gidiyoruz. Sana ne dersem onu yapacaksın.”

Bana baktı:

“Paraları bana ver patron! Kâğıtları ben imzalayacağım. Burada kurtlar var, sen kuzucuksun, yerler seni; bana bırak! Merak etme, elimde azgın boğalar; öğleüzeri, orman elimizde olduğu halde gideceğiz. Yürü ulan Zaharias!”

İkisi, manastıra doğru hırsızlamadan sıvıştılar. Ben uzağa, çamlara doğru gittim. Güneş yükselmişti, gökyüzü ve toprak pırıl pırıldı. Serinlik, yaprakların üzerinde titreyerek oynamaktaydı. Önümden bir karatavuk uçtu, bir yabanahlatının dalına kondu; uzun kuyruğunu salladı, gagasını açtı, bana baktı ve alay edercesine iki-üç kez öttü.

Çamların arasından, dış avluda, keşişlerin sırayla başları eğik, omuzlarında simsiyah tüylerle çıktıklarını gördüm. Ayin bitmiş, mihraba gidiyorlardı.

“Ne yazık,” diye düşündüm, “böyle bir yalınlık, böyle bir soyluluk nasıl ruhsuz olabilir?”

Yorgun ve uykusuzdum. Otların üzerine uzandım. Yabanmenekşeleri, katırtırnakları, adaçayları kokularını salıyordu; böcekler aç bir halde vızıldıyor, yaban çiçeklerinin içine dalıyor, balını yiyorlardı. Uzakta dağlar saydam, bembeyaz parlıyor, güneşin kızgınlığı içinde fırtınalı dumana benziyordu.

Yatışmıştım; gözlerimi yumdum. Sanki, bütün bu çevremdeki yeşillik Cennet’miş, sanki bütün bu tazelik, hafiflik ve dingin sarhoşluk, Tanrı’ymış gibi içimi, garip bir neşe sardı. Tanrı’yı her maskenin arkasında ayırt edebilene ne mutlu! O, bazen bir bardak serin sudur, bazen dizlerimizde oynayan bir oğul, bazen çapkın bir kadın, bazen de küçük bir sabah gezintisi.

Çevremdeki her şey yavaş yavaş inceliyor, hafifliyor, değişmeksizin bir düşe dönüşüyordu; uykuyla uyanıklık, aynı niteliğe bürünüyordu; uyuyor, mutlu bir halde, gerçeğin düşünü görüyordum. Yeryüzü ile Cennet aynı şey olmuştu. Hayat bana, ortasında iri bir damla bal bulunan yabanıl bir çiçek, ruhum da onun balını toplayan bir eşekarısıymış gibi geldi.

Bu hazzın içinden ani olarak fırladım; arkamda ayak sesleri ve fısıltılar duydum; bir de sevinçli ses:

“Gidiyoruz, patron!”

Zorba önümde duruyor, gözleri şeytanca parlıyordu.

Ben rahatlamış bir halde, “Gidiyor muyuz?” dedim. “Hepsi bitti mi?”

Zorba ceketinin üst cebine vurarak, “Hepsi!” dedi. “Orman burada cepte. Kutlarım! Ve işte, Lola’nın bizden yemiş olduğu binlikler!”

Koynundan bir demet kâğıt para çıkardı:

“Al,” dedi, “borcumu ödedim, artık senden utanmıyorum! Kira Bubulina’nın çorapları, çantacıkları, kokuları ve şemsiyesi de bunun içinde. Papağanın fıstıkları da, sana getirdiğim helva da...”

“Senin olsun Zorba,” dedim, “haksızlık ettiğin Meryem’e, boyun kadar bir mum dikersin!”

Zorba arkasına baktı; Peder Zaharias yağ içindeki, rengi yeşil olmuş cüppesi, dibi çıkmış çizmeleriyle geliyordu; iki katırı yularından çekmekteydi.

Zorba, yüzlük destesini ona gösterdi.

“Bunları paylaşalım Peder Zaharias,” dedi. “Yüz okka bakalyaros alasın da, yiyesin, yiyesin, dibin delinsin, kusasın da kurtulasın! Gel, aç avucunu!..”

Keşiş, yağlı kâğıtları kapıp koynuna soktu.

“Parafin alacağım...” dedi.

Zorba sesini alçaltıp keşişin kulağına eğildi:

“Gece olsun, herkes uykuya dalsın, rüzgâr essin... Duvarların dört köşesine dökersin; cacala, paçavra, üstüpü, ne bulursan, parafine daldırıp onları ateşe ver... Anladın mı?”

Keşiş titriyordu.

“Titreşme ulan keşiş, Başmelek sana buyurmadı mı? Parafine ve Tanrı’ya hamdolsun. Haydi, eyvallah!..”

Katırlara bindik, manastıra son kez baktım.

“Peki, öğrendin mi Zorba?” diye sordum.

“Tabanca sesini mi? Kendini üzme diyorum sana patron, Zaharias’ın hakkı var: Sodom ve Gomorra! Güzel keşişoğlunu Dometios öldürmüş.”

“Dometios mu? Neden?”

“Karıştırma diyorum sana patron! Pis ve mide bulandırıcı bir koku bu!..”

Manastıra doğru baktı. Keşişler şimdi mihraptan çıkıyor, hücrelerine kapanıyorlardı. Zorba bağırdı:

“Lanetiniz benim üstüme olsun, aziz pederler!..”

40. Büyük Oruç. (Ç.N.)
41. Bal ile Süt: Aynı zamanda Yunancada bizim “sütliman” deyimindeki anlama da gelir. (Ç.N.)