Hemen hemen gece vakti, kıyımızda hayvanlardan indiğimizde, karşılaştığımız ilk insan Bubulinamız oldu; barakanın önünde bir yumak gibi oturmaktaydı. Kandili yakıp da yüzünü gördüğüm zaman korktum.
“Ne oldun Madam Ortans? Hasta mısın?”
Bizim kart dilber, kafasında büyük evlenme umudu parladığından beri, bütün o ne idüğü belirsiz ve kuşkulu çekiciliğini yitirmişti. Bütün geçmişleri silmek, paşaları, beyleri ve amiralleri yolarak süslemiş olduğu hayalî kanatları atmak için çırpınıyordu. Ciddi, hanım hanımcık bir su nergisi olmak için can atmaktaydı. Artık boyanmıyor, süslenmiyor, yıkanmıyor; güzel güzel kokuyordu.
Zorba konuşmadan, sinirli sinirli, yeni boyanmış bıyığını buruyordu. Eğildi, gazocağını yaktı, kahve için ibriği koydu.
Kart şantözün boğuk sesi birden işitildi:
“Kalpsiz!”
Zorba başını kaldırıp ona baktı; gözleri tatlı bir anlam kazandı. Bir kadının, yalvaran bir sesle kendisine seslendiğini duyup da altüst olmaması olanaksızdı. Bir kadının gözyaşı onu boğabilirdi.
Konuşmadı; kahve ile şekeri koyup karıştırdı. Kart dilber guruldadı:
“Neden beni bunca zamandır nikâhsız bırakıyorsun? Artık köye görünecek yüzüm kalmadı. Namusumdan oldum! Namusumdan oldum! Kendimi öldüreceğim!”
Yorgun olduğumdan yatağıma uzanmış, yastığa yaslanmış halde, bu yürekler acısı komediyi izliyordum.
Madam Ortans şimdi Zorba’ya yaklaşmış, dizlerine dokunuyordu.
Acıklı bir sesle sordu:
“Gelinlikleri neden getirmedin?”
Zorba bunu iyi bildiği için yüreği yumuşadı. Ama yine de konuşmadı. Kahveyi üç fincana bölüştürdü.
Derken acıklı bir ses daha duyuldu:
“Gelinlikleri neden getirmedin Zorbam?”
“Kastro’da iyileri yok,” dedi Zorba.
Herkese fincanını verdi ve bir köşeye büzüldü.
“Atina’ya yazdım,” dedi, “iyilerinden gönderecekler; beyaz mumlar, içleri çikolata, kavrulmuş badem dolu şekerlemeler için de yazdım...”
Konuştukça kafasının içi alevleniyordu; gözleri kıvılcımlanıyor, şairin yaratma sırasındaki ateşli ânında olduğu gibi, yalanla gerçeğin birleştiği, birbiriyle kardeş kabul edildikleri yüksek bir ortama doğru yol alıyordu. Artık, böyle büzülmüş halde dinleniyor, kahvesini gürültüyle çekiyordu. Bir sigara yaktı. Gün iyi geçmişti. Orman cebindeydi. Mutluydu. Fayrap etti:
“Düğünümüzün dünyayı altüst etmesi gerek, Bubulinam. Görsen, senin için nasıl bir gelinlik ısmarladım! Kastro’da da, bu kadar gün kalışım ondandı sevgilim. Atina’dan iki büyük terzi getirip dedim ki: ‘Aldığım kadının, Mağrip’ten Maşrık’a eşi yoktur! Dört Devlet’in kraliçesi idi, şimdi devletler öldü, o dul kaldı ve benimle evlenmeye, peki dedi. Gelinliğinin de eşsiz olmasını istiyorum. Sırf ipekle inciden olmalı, eteğine altın pullar asmalı, göğsünün sağ yanına Güneş’i, sol yanına Ay’ı koymalısınız!’ Terziler, ‘Ama, bunu kim görse gözleri kamaşacak, gözleri bozulacak!’ diye bağırdılar. Ben, ‘Bozulsun!’ dedim. ‘Aşkımız sağ olsun da!..’”
Madam Ortans duvara dayanmış dinliyordu. Sıvılaşmış, yalnızca tende oluşan bir gülümseyiş, buruşmuş ve sarkık küçük yüzüne yayılmıştı. Boynundaki pembe kurdelecik de neredeyse kopacaktı...
Baygın gözlerle, Zorba’ya bakarak mırıldandı:
“Kulağına bir şey söylemek istiyorum...”
Zorba bana göz kırpıp eğildi. Geleceğin gelini, dilceğizini Zorba’nın kocaman, kıllı kulağına sokarak fısıldadı:
“Bu akşam sana bir şey getirdim!”
Koynundan bir ucu düğümlenmiş, küçük bir mendil çıkardı, Zorba’ya verdi.
Zorba mendili iki parmağıyla tuttu, sağ dizinin üstüne koydu, sonra dışarı dönüp denize baktı.
Bubulina, “Düğümü çözmüyor musun Zorba?” dedi. “Hiç acelen yok mu senin be mübarek?”
Öteki, karşılık verdi:
“Önce kahvemle sigaramı içeyim. Ben onu çözdüm bile; içinde ne olduğunu biliyorum.”
Dilber, “Çöz düğümü, düğümü çöz...” dedi.
“Önce sigaramı içeyim dedim ya!”
Sonra bana, “Kabahat sende!” der gibi sitemli sitemli baktı.
Sigarasını yavaş yavaş içiyor, dumanı burun deliklerinden çıkarıyor, denize bakıyordu.
“Hava değişti, yarın keşişleme var!” dedi. “Ağaçlarla birlikte, kızların göğüsleri kabaracak, bluzlarına sığmayacak... Şeytan icadıdır, namussuz ilkbahar!”
Sustu, biraz sonra, “Bu dünyada iyi olan ne varsa, hepsi Şeytan’ın icadıdır,” dedi. “Güzel kadın, ilkbahar, şarap... Bunları Şeytan icat etti; Tanrı da keşişleri, oruçları, adaçayını, çirkin kadınları yarattı. Yok olasıcalar!”
Bunları söylerken, köşeye büzülüp onu dinleyen Madam’a şöyle bir baktı.
“Zorba... Zorba...” diye mırıldanıyordu Bubulina.
Ama o bir sigara daha yaktı. Denize bakıyordu.
“İlkbaharda,” dedi, “Şeytan egemendir. Kuşaklar laçka olur, bluzların düğmeleri açılır, kocakarılar iç çeker... Hey, Kira Bubulina, çek o pis ellerini!”
Madam eğilip mendili aldı. Zorba’nın avucuna sıkıştırıp yine yalvaran bir sesle, “Zorba... Zorba...” dedi.
O da sigarayı attı, düğümü yakaladı; çözdü. Şimdi avucunu açmış bakıyordu.
Dehşetle, “Ne bunlar, Kira Bubulina?” diye sordu.
Kart dilber, titreyerek mırıldandı:
“Yüzük... yüzükçük, cicim... Nişan yüzükleri... Sağ olsun, sağdıç da burada. Gece güzel. Keşişleme de esiyor. Tanrı bizi görüyor. Nişanlanalım Zorbacığım!”
Zorba bir bana baktı, bir Madam Ortans’a, bir de yüzüklere. İçinde bir sürü şeytan çarpışıyordu. Şimdilik hiçbiri öbürüne üstün gelmemişti. Zavallı kadın da, korkuyla ona bakmaktaydı.
“Zorbam... Zorbam...” diye gurulduyordu.
Artık ben de yatakta doğrulmuş, bekliyordum. Acaba Zorba, yollardan hangisini seçecekti?
Birden kafasını sallayıp kararını verdi. Yüzü parladı; avuçlarını birbirine sürtüp ayağa fırladı.
“Dışarı çıkalım!” diye bağırdı. “Tanrı görsün diye yıldızların altına!.. Al yüzükleri, sağdıç; dua etmesini bilir misin?”
“Bilmem!” dedim gülerek. “Ama hiç önemli değil.”
Ve yerimden fırlayıp Madam’ın kalkmasına yardım ettim.
“İyi ya. Ben kendim yapabilirim,” dedi Zorba. “Unutmuşum sana söylemeyi; bir zamanlar kilise korosunda okuyuculuk da yaptım ben. Düğünlerde, vaftizlerde, cenaze törenlerinde papaza eşlik ederdim. İlahileri dışarıdan ve karışık bir biçimde öğrendim. Gel Bubulinam, gel ördeğim, kımılda! Gel Frengistan firkateyni, sağımda dur!”
Bu akşam Zorba’nın bütün şeytanlarından, yine oyunu seven, iyi şeytan üstün gelmişti. Zorba, ihtiyar şantöze acıdı; bayatlamış, ölgün gözünün, o kadar büyük bir acıyla kendisine dikildiğini görünce yüreği sızlamıştı.
Kararını verirken, “Şeytan alsın!” diye mırıldandı. “Dişilere bir iyilik daha yapabilirim; yapayım öyleyse!”
Kıyıya fırlayıp Madam’a sarıldı, yüzükleri bana verdi, denize döndü ve duaya başladı:
“Her daim Tanrı’ya hamdolsun, şimdi, yarın ve her zaman, âmin!”
Sonra bana döndü.
“Aklını başına topla patron!” dedi.
“Bu akşam patron yok,” dedim, “bana sağdıç de!”
“Öyleyse, aklını başına topla sağdıç, ‘Vira, vira!’ diye bağırdığım zaman yüzükleri takacaksın.”
Bunları söyledikten sonra, o falsolu, koca eşek sesiyle yine duaya başladı:
“Tanrı’nın kulu Aleksios ile Tanrı’nın kulu Fortensias’ın hayrına, ikisinin nişanları ve kurtuluşları için Tanrı’ ya sığınıyoruz!..”
Ben, gülmemek ve ağlamamak için kendimi güç tutarak tempoya katılıyordum:
“Ulu Tanrım! Ulu Tanrım!”
Zorba, “Başka ilahiler de var ama,” dedi, “hatırlıyorsam şeytan alsın beni! Ama, biz yine işin özüne dönelim.”
Arkadan bir hamle yapıp bağırdı:
“Vira! Vira!”
Ve kocaman elini bana uzattı. Nişanlısına ise, “Sen de uzat elceğizini, kokonam!” dedi.
Çamaşırdan yıpranmış tombul el titriyordu.
Yüzükleri parmaklarına taktım; Zorba bir derviş gibi coşarak bağırdı:
“Tanrı’nın kulu Aleksios, Tanrı’nın kulu Fortensias ile, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına nişanlanıyor, âmin! Tanrı’nın kulu Fortensias, Tanrı’nın kulu Aleksios ile... Tamam, bitti! Ömrümüz olursa, gelecek yıla da!.. Gel buraya Bayan Zorbam, gel de, sana hayatının ilk namuslu öpücüğünü vereyim!”
Ama, Madam Ortans yere kapanmış, Zorba’nın ayaklarına sarılıp ağlıyordu. Zorba alevlenmiş kafasını acımayla sallayıp mırıldandı:
“Zavallı kadınlar!”
Madam Ortans kalktı, eteklerini silkeledi ve kollarını açtı. Zorba bağırdı:
“Ee, ee! Bugün Büyük Salı’dır; eller aşağı! Sarakosti var!”
Kadın ise baygın bir halde mırıldandı:
“Zorbam!”
“Paskalya’ya kadar sabret, hanımcığım, et yiyeceğiz. Kırmızı yumurtaları da tokuşturacağız. Şimdi, eve dönmenin zamanı. Bu saatte, dışarıda dolaştığını görürlerse kim ne demez?”
Bubulina yalvaran gözlerle ona baktı. Zorba, “Hayır, hayır!” dedi. “Paskalya’da! Gel bizimle sağdıç!”
Kulağıma eğildi, “Allah aşkına bizi yalnız bırakma, bu akşam hiç keyfim yok!..”
Köyün yolunu tuttuk; gökyüzü kıvılcımlanıyor, deniz kokuyor, gece kuşları iç çekiyordu.
Kart dilber, Zorba’nın koluna asılmış, mutlu ve düşünceli, sürüklenip gidiyordu. Bu gece, bütün hayatı boyunca özlemini duyduğu limana varmıştı. Zavallı, bütün ömrünce şarkı söylemiş, eğlenmiş, namuslu kadınlarla alay etmişti, ama kalbi yanıyordu. Kokular sürünmüş, yüzü ağır sıvalı bir halde, göz alıcı tuvaletlerle İskenderiye’nin, Beyrut’un ve İstanbul’un sokaklarından geçerken, yavrularını emziren yoksul kadıncağızları gördüğü zaman, zavallı Madam Ortans’ın göğsü karıncalanıyor, meme başları, kendileri için de bir bebek ağzı özleyerek dikiliyordu. “Evleneyim, evleneyim de çocuğum olsun!” Hayatı boyunca aklı fikri bunda olmuş, iç çekmişti. Ama, hiçbir zaman, acısını kimseye açmadı. Şimdiki ise, şükür Tanrı’ya, biraz geç olmuştu ama, yine de iyiydi. Kırık dökük ve fırtınalar tarafından dövülmüş bir halde, çok özlediği limana varıyordu şimdi.
Ara sıra gözlerini kaldırıyor, hırsızlamadan yanı başındaki upuzun ızbanduda bakıyordu. “Altın püsküllü, zengin bir paşa değil,” diye düşünüyordu. “Güzel bir beyzade de değil, ama şükür Tanrı’ya, yine iyi! Kocam oldu, nikâhlı kocam, şükür Tanrı’ya!..”
Zorba onun, ağırlaşarak üzerine çöktüğünü duyuyor, bir an önce köye varıp kurtulmak için kadını hızlı hızlı sürüklüyordu. O zavallı ise, taşlara çarpıyordu; ayak tırnakları neredeyse sökülecekti, nasırları acıyor, ama ses çıkarmıyordu. Neden çıkarsındı? Neden yakınsındı? Her şey iyiydi, şükür Tanrı’ya!
Arhontopula’nın incir ağacını, dulun bahçesini geçmiştik; köyün ilk evleri göründü. Durduk. Mutlu olan şantöz, ayaklarının ucunda yükselerek nişanlısının ağzına yetişmeye çalıştı ve “Hayırlı geceler cevahirim!” dedi.
Ama Zorba eğilmiyordu. Yere kapanmaya hazırlanan kadın sordu:
“Ayaklarına kapanıp öpeyim mi sevgilim?”
Heyecanlanan Zorba, onu yakalayıp kollarının arasına aldı.
“Hayır, hayır!” dedi. “Asıl ben senin ayaklarını öpmeliyim, ama üşeniyorum... Hayırlı geceler!”
Ayrıldık. Dönüş yolunu tuttuk. Konuşmuyorduk. Kokulu havayı derin derin içimize çekmekteydik. Zorba bir ara dönüp bana baktı.
“Ne yapalım patron?” dedi. “Gülelim mi, ağlayalım mı? Akıl ver bana...”
Bir şey diyemedim. Benim de boğazımda bir düğüm oturuyordu; hıçkırık mı, yoksa kahkaha mı olduğunu bilmiyordum. Zorba yine birden sordu:
“Patron, dünyada hiçbir dişiyi üzgün bırakmayan, o eski kötü tanrının adı neydi? Bir şeyler duymuştum. O da sakallarını boyar, kollarına yürek ve denizkızı dövmeleri yaptırır, her kadının isteğine göre maskaralaşır; boğa, kuğu, koç ve bağışla, ama eşek bile olurmuş. Ne olursun, adını söyle bana!”
“Zeus’u mu söylüyorsun, nerden aklına geldi Zeus?”
Zorba ellerini havaya kaldırarak, “Tanrı ruhunu aziz etsin,” dedi. “Çok çekti, çok acı duydu, tam bir ulu şehittir o. Sen beni dinle, elbet bir bildiğim var benim de... Sen kitapları dinlersin, ama onları kimlerin yazdığını bir düşünsene! Püf! Öğretmenler... Peki, ne anlar öğretmenler zamparalarla kadınlardan? Ellerinin körünü!..”
“Peki sen neden yazıp da, bize dünyanın bütün sırlarını anlatmıyorsun Zorba?”
“Neden mi? Çünkü ben, senin dediğin o bütün sırları yaşıyordum ve yazmaya vaktim yok da ondan. Bazen dünya, bazen kadın, bazen şarap, bazen santur... Onun için, şu saçmalar yumurtlayan kalemi ele alacak zamanım yok. Böylece de dünya, kâğıt farelerinin ellerine kaldı; sırları yaşayanların vakti yok; vakti olanlar ise sırları yaşamıyorlar. Anladın mı?”
“Peki ama, ya Zeus? Sözü değiştirme bakalım!..”
Zorba içini çekerek, “Ah zavallı!” dedi. “Onun ne çektiğini bir ben bilirim. Kadınları sevdiği doğru, ama siz kalemşörlerin sandığı gibi değil... Hayır, asla! O kadınlara acıyordu; her birinin merakını anlıyor, onlar için kendini feda ediyordu. Taşranın herhangi bir yerinde, sıkıntısından marazlanan herhangi kart bir kızı, kocası olmadığı için gözüne uyku girmeyen güzel bir kadıncağızı –Güzel değil de, isterse korkunç olaydı be!– gördü mü, o yufka yürekli, hemen istavroz çıkarır, elbise değiştirir, kadının düşündüğü adamın biçimini alır ve odasına girerdi... Sevda işlerine iştahı yoktu diyorum sana, bazı bazı, haklı olarak bitkin de düşerdi. O kalabalığa nasıl yetişsin, zavallı. Çoğu bıkkın ve rahatsız olurdu... Birkaç keçiye birden atlamış teke gördün mü sen hiç patron? Salyaları akar, gözleri bulanıp çapaklanır, öksürür, hırlar, ayaküstü duramaz. Zavallı Zeus da, çoğu bu hallere düşerdi. Sabaha karşı evine döndü mü şöyle dedi: ‘Ah İsa’cığım, ben de ne zaman şöyle uzanıp uyuyacağım? Artık ayakta duramıyorum!’ Ve ha babam salyalarını silerdi... Ama, birden bir iç çekmesi duyardı. Aşağıda, yeryüzünde bir kadın, çarşaflarını atmış, taraçaya çıkıp içini çekmiştir. Zeus’un yüreği hemen eriyiverirdi. ‘Ah, ah! Haydi yine dünyaya ineyim,’ diye mırıldanırdı, ‘zavallı ben, ineyim yine dünyaya, bir kadın içini çekti, ineyim de avutayım onu!’ Sonunda kadınlar onu mahvetti, beli koptu, kustu, felç geldi ve kıkırdadı. O zaman, vârisi İsa geldi, eski Tanrı’nın halini gördü ve ‘Kadınlardan avara!’ dedi.”
Zorba’yı dinledikçe beyninin tazeliğine hayran oluyor, kahkahadan kırılıyordum.
“Gül sen patron, gül, ama eğer Tanrı-Şeytan, işleri rast getirirse, ki bana iyi gidecek gibi geliyor, ben ne dükkânı açacağım o zaman, biliyor musun? Bir Evlenme Acentesi! Evet, Zeus Evlenme Acentesi! Koca bulamamış zavallı kadınlar, kart kızlar, çirkin suratlılar, çarpık bacaklılar, şaşılar, topallar, kamburlar gelecek; ben onları, duvarları delikanlı resimleriyle örtülü, küçük bir salonda karşılayıp diyeceğim ki: ‘İstediğinizi seçin güzel hanımlarım, ben onu size koca olarak almaya çalışacağım.’ Sonra, ona benzeyen bir delikanlı bulup resimdeki gibi giydirecek, eline de para verip şöyle diyeceğim: ‘Filan cadde, feşmekân numarada, koşup falancayı bul ve ona kur yap. İğrenme, yat onunla, parası benden; erkeklerin kadınlara söylediği ve zavallının hayatında duymadığı tatlı sözleri söyle ona; biraz neşe, keçilerin, hiç olmazsa kaplumbağa ve kırkayakların bile duyduğu neşeyi ver zavallıya!’ Ama, sağ olsun bizim Kira Bubulinamız gibi, ne kadar para versen delikanlıların avutmayı kabullenemeyeceği bir kocakarı rast gelirse, o zaman istavroz çıkarıp onu acentenin müdürü olan ben üstlenirim. Bütün şom ağızlılar da şöyle der: ‘Bak sen sarsak moruğa! Görecek gözü, koku alacak burnu yok mu bunun be?’ ‘Var ulan sersemler, gözlerim de, burnum da var ulan duygusuzlar, ama kalbim de var ve acıyorum! Kalbin olduktan sonra, varsın gözlerin ve burnun da olmasın! Haydi yallah!’ Sonunda ben de, aşırı sevap yüzünden felçleşip kıkırdadığım zaman Anahtarcıbaşı Petrus, bana Cennet’i açıp şöyle diyecek: ‘Gir sevdalı Zorba, gir koca şehit Zeus’un yanına, uzan da dinlen mübarek! Hayatında çok çektin!’”
Zorba konuşuyor, hayalinde, kendisinin içine düştüğü tuzakları kuruyor, bu akşam da kendi uydurduğu masala inanıyordu. Arhontopula’nın inciri önünden geçerken sözünü bitirerek içini çekti; yemin edermiş gibi gözlerini kaldırdı.
“Üzülme sen Bubulinam, çürümüş, çok çekmiş mavnam benim! Merak etme, ben seni avuntusuz bırakmam, hayır! Seni dört devlet bıraktı, gençlik bıraktı, Tanrı bıraktı, ama bırakmam ben!”
Kıyımıza vardığımızda vakti gece yarısını geçmişti. Rüzgâr çıktı; uzaktan, Afrika’dan sıcak bir lodos geliyor, Girit’in ağaçlarını, bağlarını, göğüslerini kabartıyordu. Denize uzanmış olan bütün ada, rüzgârların ağaç uyandıran sıcak solumalarını ürpererek kabullenmekteydi. Bu gece Zeus, Zorba ve sevdalı lodos rüzgârı, gecenin içine kara sakallı, yağlı siyah saçlı, ağır bir erkek suratı halinde birleşiyor ve kıpkırmızı, sıcak dudaklarıyla Madam Ortans’a, yani toprağa doğru eğiliyordu.