Yataklarımıza uzandık; Zorba, durumundan hoşnut, ellerini ovuşturuyordu.
“Bugün iyi gitti patron!” dedi. “İyi de ne demek? Bana sorarsan, dopdolu bir gündü bugün! Bir düşünsene! Sabahleyin şeytanın anası manastırdaydık, başpapazı–Laneti üstümüze olsun!– kafesledik. Sonra yerimize döndük. Kira Bubulina’yı bulduk, nişanlandık; işte yüzüğü! Halis altın; geçen yüzyılın sonlarında, İngiliz amiralinin verdiğinden iki İngiliz Lirası daha varmış kendisinde, cenazesi için saklıyormuş; şimdi de, bunları kuyumcuya verip yüzük yaptırmış. Bir sırdır insan, vesselam!”
“Uyu Zorba!” dedim. “Dinlen artık. Yeter. Yarın resmî törenimiz var; hava yolunun ilk direğini çakacağız. Ben Papaz Stefanos’a da gelmesini bildirdim.”
“İyi ettin patron, çok açıkgözce davranmışsın! Gelsin o teke papaz, köy ihtiyar heyeti de gelsin, küçük mumlar dağıtalım; yakılsın da etki yapsınlar; bunlar işimizi sağlamlaştırır bizim. Sen bana bakma; benim özel Tanrım ve özel Şeytanım vardır, ama halkınki...”
Güldü, uyuyamıyordu, beyninde canlı bir alev yanmaktaydı. Biraz sonra, “Hey be dedeciğim, hey!” dedi. “Tanrı kemiklerini aziz etsin! O da benim gibi biriydi ama, Tanrı’dan korkmaz adam, Ayos Tafos’a42 gitmiş, hacı olmuştu. Ne amaçları vardı kim bilir? Köye döndüğü zaman, keçi hırsızı ve hayırsız bir herif olan sağdıcı, ona dedi ki: ‘Ah bre sağdıç, bana Ayos Tafos’tan bir kutsal haç parçası getirmedin!’ Tepeden tırnağa sahtekâr olan dedem ise, ‘Nasıl getirmem sağdıç?’ dedi. ‘Seni mi unutacaktım? Akşam eve gel, kutsama işi için, şöyle pişmiş ufak bir domuzcağız ile şarap da getiriver gayri.’ Dedem akşam eve döndü, testere artığı kapı tahtasından bir parça kopardı, nah şöyle, pirinç tanesi kadar, pamuğa sardı, üstüne bir parça da zeytinyağı damlattı, beklemeye koyuldu. Az sonra sağdıç, papaz ve küçük domuzla çıkageldi. Papaz tören atkısını taktı, kutsamayı yaptı, kutsal haçın teslim işi oldu ve domuza yumuldular. İnanır mısın patron? Sağdıç kutsal haça tapındı, boynuna astı, o andan sonra da bambaşka bir adam oldu. Değişti. Dağlara çıktı, milislerle hırsızları birleştirdi. Düşman köylerini yakıyor, korkmadan mermilerin üstüne atlıyordu. Neden korkacaktı? Üstünde kutsal haç vardı, kurşun işlemezdi ki ona!”
Zorba gülmekten katılıyordu.
“Hepsi düşünce işi,” dedi. “İnanıyor musun? Külüstür bir kapı kıymığı kutsal haç bile olur! İnanmıyor musun? Kutsal haçın bütünü, külüstür bir kapı olur.”
Zorba’nın ruhunun neresine dokunulsa kıvılcımlar saçılıyordu.
“Sen hiç savaşa gittin mi Zorba?”
O, büzülerek karşılık verdi:
“Ne bileyim ben? Hatırlamıyorum. Hangi savaşa?”
“Vatan için yapılan savaş, demek istiyorum işte!”
“Sana bırak o lafları demedim mi ben? Geçmiş saçmalar, unutulmuş saçmalardır!”
“Bunlara saçma mı diyorsun Zorba? Utanmıyor musun? Vatan için böyle mi konuşursun sen?”
Zorba boynunu uzatıp bana baktı. Ben de yatağa uzanmıştım, tepemde kandil yanıyordu; uzun uzun bana baktı; bıyıklarını avuçladı, sonra da, “Çiğ şey,” dedi... “Öğretmen eti, öğretmen beyni... Bağışla ama, patron, sana ne söylersem havaya gidiyor!”
Ben karşı koydum:
“Ama neden? Ha, anlıyorum Zorba, yemin ederim ki anlıyorum!”
“Evet, beyninde anlıyorsun. Diyorsun ki: Doğru, yanlış, böyledir, böyle değildir, haklıdır, haklı değildir. Ama bundan ne çıkar? Konuştuğun zaman ben, senin kollarına, ayaklarına, göğüslerine bakıyorum; onların hepsi de dilsiz duruyor; bir şey söylemiyorlar. Kanları yokmuş gibi... Öyleyse, nasıl anlayabilirsin? Kafadan mı? Püff!..”
Onu kışkırtmak için bağırdım:
“Söyle be Zorba, evirip çevirme! Bana öyle geliyor ki, vatan senin pek umurunda değil, namussuz!”
Zorba kızdı, yumruğunu duvara vurdu ve tenekeler gibi gümbürdedi:
“Şu gördüğün ben!..” diye bağırdı. “Bana söyleme bunları... Ben Ayasofya’yı saçımla örmüş, boynuma asmış, tam göğsümün üstünde muska gibi taşımıştım... Evet, şu koca ellerle ve o zaman karga gibi simsiyah olan şu saçlarımla örmüştüm. Şu gördüğün ben, Pavlos Melas ile birlikte, Makedonya kayalıklarında dolaşıyordum; leventtim, boyum, nah şuraya kadardı, dev gibiydim; çaprazlarımla, tozluklarım, muskalarım, zincirlerim, fişeklerim, tabancalarımla! Sırf demir, gümüş ve çivi idim ve yürüdüğüm zaman, bir süvari geçiyormuş gibi gürültü çıkarırdım. Nah, buraya; buraya bak! Buraya bak... Buraya bak!..”
Gömleğini açtı, pantolonunu çıkardı, sonra şöyle buyurdu:
“Getir kandili buraya!”
Kandille yaklaştım; pörsümüş, zayıf vücudu aydınlandı; derin yaralarla, kurşun delikleriyle dolu vücudu kalbur gibiydi.
“Şimdi buraya da bak!”
Döndürüp sırtını gösterdi:
“Görüyorsun, arkamda bir yara bile yok... Anladın mı? Al şimdi kandili öteye!”
Pantolonuyla gömleğini giydi ve yatağına oturdu. Kızgın bir halde bağırdı:
“Saçma ha? Ayıp! İnsan ne zaman insan olacak be? Pantolonlar, kolalı yakalar, şapkalar giyiyoruz, ama hâlâ katırız, kurduz, tilkiyiz, domuzuz. Bizde Tanrı’nın sureti varmış! Kimde? Bizde mi? Tuh suratımıza!”
Zorba’nın kafasında korkunç anılar canlanıyor, durmadan da kızıyordu. Çürümüş, sallanan dişlerinin arasından anlaşılmayan sözler çıkmaktaydı.
Kalktı, sürahiyi yakalayıp içti, içti, serinledi. Kendine gelince, “Nereme dokunsan inlerim,” dedi. “Yaralarla doluyum. Bana ne diye oturmuş, kadınlardan dem vuruyorsun? Ben, sahici erkek olduğumu anlayınca, dönüp onlara bakmıyordum bile. Dönsem de, şöyle horoz gibi zıplayarak bir an onlara dokunur kaçardım. ‘Kokmuş sansarlar,’ derdim, ‘kokmuş papaz karıları, gücümü yutmak istiyorlar, tuh yok olasıcalar!’ Sonunda tüfeğimi alıp yola koyuldum! İsyanlara katıldım, komitacı oldum. Bir gün akşamüzeri, bir Bulgar köyüne daldım, bir ahırda saklandım. Bu vahşi, kan içici bir komitacı olan Bulgar papazının eviydi. Geceleyin cüppesini çıkarır, çoban elbisesi giyer, silahlanır ve Yunan köylerinin yolunu tutardı; gün doğarken geri döner, üstündeki çamurla kanları yıkar, dinsel törene girerdi. O günlerde Yunan bir öğretmeni yatağında uyurken öldürmüştü. İşte ben, papazın ahırına girip beklemeye başladım. İki öküzün arkasında uzanıp başımı gübrenin üstüne koydum, bekledim. Derken, gece olacağı sırada papaz, hayvanlarını yedirmek için içeri girdi; üstüne atılıp koyun gibi boğazladım. Kulaklarını kesip aldım; yani, Bulgar kulağı koleksiyonu yapıyordum; neyse, papazın kulaklarını alıp kaçtım işte... Birkaç gün sonra, öğleüzeri, aynı köye sözde seyyar satıcıymışım gibi girdim; silahlarımı köyde bırakmış, bizim çocuklar için ekmek, tuz, çarık almak üzere köye girmiştim. Bir ara, evin birinin önünde, el ele tutuşmuş dilenen, siyahlar giymiş, çıplak ayaklı beş çocuk gördüm. Üçü kız, ikisi oğlandı; en büyükleri on yaşında olmalıydı; en küçüğü ise, bebekti daha; büyük kız onu kucağında tutuyor, ağlamasın diye okşuyordu. Neden bilmiyorum ama, Tanrı’nın kışkırtması olacak, çocuklara yaklaşacağım tuttu. Bulgarca sordum: ‘Kiminsiniz be çocuklar?’ En büyükleri olan erkek çocuğu, küçük başını kaldırdı: ‘Geçende ahırda kesilen papazın!’ dedi. Gözlerim karardı, toprak değirmen taşı gibi yuvarlandı, yeryüzünün dönmesi durdu. ‘Yaklaşın be çocuklar!’ dedim. ‘Gelin yanıma!..’ Türk liraları ve mecidiyelerle dolu kesemi kuşağımdan çıkardım, diz çökerek yere boşalttım. ‘Nah, alın!’ diye bağırdım. ‘Alın, alın!’ Çocuklar yere yumuldular; mecit ve liraları küçük elleriyle topluyorlardı. Ben bağırıyordum: ‘Sizin bunlar, sizin! Alın onları!’ Eşya ile dolu selemi de bıraktım: ‘Hepsi sizin, alın!’ Ve hemen tabana kuvvet, köyden çıktım, gömleğimi açtım, örmüş olduğum Ayasofya’yı çıkarıp yırttım, attım ve koştum, koştum... Hâlâ da koşuyorum!”
Zorba duvara dayandı, dönüp bana baktı.
“Böyle kurtuldum!” dedi.
“Vatandan mı kurtuldun?”
Zorba sakin ve kararlı bir sesle karşılık verdi:
“Evet, vatandan!”
Biraz sonra da, “Vatandan kurtuldum,” dedi, “papazlardan kurtuldum, paradan kurtuldum; silkiniyorum. Silkindikçe de hafifliyorum. Nasıl söyleyeyim sana? Kurtuluyor, insan oluyorum.”
Zorba’nın gözleri parlıyor, kocaman ağzı mutlu bir halde gülüyordu.
Kısa bir sessizlikten sonra yine fayrap etti; kalbi taşıyor, artık ona komuta edemiyordu:
“Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunan’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim... Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış ya da bilmem neymiş... Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte... Boş versem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek... Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be... Hepimiz kurtların yiyeceği etiz... Ve bu kadınsa, gayri o zaman, vallahi ağlayasım geliyor. Sen ikide bir, kadınları seviyorum diye benimle alay edersin. Nasıl sevmeyeyim be? Nasıl acımayayım ki, onlar zayıf yaratıklardır, ne yaptıklarını bilmezler; memelerinden tutuversen, kapılarını açıp teslim olurlar!... Ben, bir zamanlar yine bir Bulgar köyüne girmiştim. Namussuz bir Yunan köy ihtiyar heyeti üyesi beni ihbar etti, kaldığım evde sarıldım. Dama fırladım, damdan dama atladım. Ay ışıklı bir geceydi. Kaçmak için kedi gibi taraçadan taraçaya atlıyordum. Ama gölgemi görüp damlara çıktılar, beni yaylım ateşe tuttular. Ne yapabilirdim? Bir avluya atladım; avluda uyuyan bir Bulgar karısı geceliğiyle fırladı, beni görünce ağzını açıp bağırmak istedi, ama elimi uzatıp dedim ki: ‘Aman! Aman! Sus!’ ve göğsünü tuttum. Kadın sararıp mayna etti. Yavaşça, ‘Gir içeri,’ dedi, ‘görmesinler bizi!..’ İçeri girdim, elimi sıktı. ‘Yunan mısın?’ dedi. ‘Evet, Yunan’ım, beni ele verme!’ deyip belinden yakaladım. Ses çıkarmadı. Birlikte yattık. Kalbim hazdan titriyordu. ‘Nah,’ diyordum, ‘nah ulan Zorba, kadın bu demektir, insan bu demektir! Bu Bulgar mı, Rum mu, ham hum şaralop mu? Aynı şey be; insandır, insan! Öldürmekten utanmıyor musun? Tuh sana!’ Onunla birlikteyken, onun ılıklığı içinde olduğum sürece bunları düşünüyordum. Ama o kuduz köpek ‘vatan’ bırakmaz ki! Sabahleyin, dul Bulgar karısının verdiği Bulgar elbiselerini giyerek kaçtım; merhum kocasının elbisesini sandıktan çıkarıp vermişti; tekrar geleyim diye de dizlerimi öperek yalvarıyordu... Evet, evet, ertesi gece oraya gene döndüm, ama, yurtsever olarak; evcilleşmez bir canavar olarak; bir teneke petrolle döndüm. Köyü yaktım. O zavallı kadın da birlikte yanmış olmalı. Adı Ludmila idi...”
Zorba içini çekti; bir sigara yaktı, iki soluk çektikten sonra attı:
“‘Vatanım’ diyorsun... Kâğıtlarının sana söylediği, incir çekirdeğini bile doldurmayan o boş sözlere kulak asıyorsun... Sen beni dinle; vatan var oldukça insan canavar kalacaktır, evcilleşmez canavar... Ama, şükür Tanrı’ya, kurtuldum, geçti! Ya sen?”
Karşılık vermedim. Benim, sandalyeme çakılmış, yalnızlığımın içinde düğüm düğüm çözmeye savaştığım bütün sorunları, bu adam dağların arasında; temiz hava içinde, kılıcıyla çözmüştü.
Umutsuzca gözlerimi yumdum.
Zorba bıkmıştı.
“Uyudun mu patron?” dedi. “Ben budala da, oturmuş seninle konuşuyorum.”
Mırıldana mırıldana yatağına uzandı. Biraz sonra horladığını duydum.
Bütün gece uyuyamadım. Yalnızlık dolu köşemizde, o gece, ilk kez duyduğum bir bülbül sesi dünyayı dayanılmaz bir acıya boğdu. Gözyaşlarımın yanaklarımdan süzülüp aktığını duydum birden.
Sabaha karşı kalktım. Kapının önüne çıktım, denize, toprağa baktım; dünya bir gecede değişmiş gibime geldi. Karşımda, kumun üstünde, daha düne kadar yararsız bulduğum bir küme diken, çok küçük beyaz çiçekler açmış, uzaktaki çiçeklenmiş limon ve portakal ağaçlarından gelen koku bütün havayı doldurmuştu. İlerledim, baştan aşağı yeniden süslenmiş toprak üzerinde birkaç adım attım. Dünyanın oluşundan beri yinelenen bu mucizeye doyamıyordum.
Birden arkamda neşeli bir çığlık duydum. Döndüm; Zorba yarı çıplak bir halde ayağa fırlamış, kapının önüne dikilmiş, şaşkınlık içinden baharı kavramaya çalışıyordu.
“Nedir bu patron?” dedi. “Dinim hakkı için dünyayı ilk kez görüyorum. Bu ne mucize patron! Şu uzakta sallanan mavi şey? Ne onun adı? Deniz! Deniz! Ya şu çiçekli yeşil önlük giymiş olanı? Hangi meraklı yaptı bunları? Yemin ederim ki patron, ilk kez görüyorum.”
Gözleri dolmuştu.
“Ey Zorba!” diye bağırdım. “Çocuklaştın mı yoksa sen?”
“Gülme! Görmüyor musun? Burada bize büyü yapıyorlar patron!”
Dışarı fırladı, oynamaya başladı. Bir bahar tayı gibi çimenlerin üzerinde yuvarlandı.
Güneş göründü; ısınsınlar diye avuçlarımı uzattım. Ağaç kabarması, göğüs kabarması... Ruhum da ağaç gibi çiçek açıyordu; insan, ruh ile bedenin aynı maddeden yapılmış olduğunu sezmekteydi.
Zorba, saçları kırağı ve toprak dolu bir halde otların üstünden kalkmıştı.
“Çabuk patron!” diye bağırdı. “Giyinelim, süslenelim; bugün kutsanacağız. Papazla eşraf neredeyse gelirler. Bizim böyle otlarda yuvarlandığımızı görürlerse şirket için çok ayıp olur! Hemen kolalı yakalarla boyunbağlarını takmalıyız. Kafan olmasa da zararı yok; şapkan olsun yeter... Tüh be sana dünya!..”
Giyindik, hazırlandık, işçiler geldi, eşraf göründü.
“Sabret patron, gülmemeye bak ki, rezil olmayalım...”
En önde, yağlı cüppesi ve dipsiz cepleriyle Papaz Stefanos yürüyordu. Dualarda, ayinlerde, düğünlerde, vaftizlerde cep diye taşıdığı bu dipsiz çukurlara, kendisine ne sunulursa, kuşüzümü, simit, peynirli pideler, hıyarlar, köfteler, koliva, şeker, hepsini karmakarışık atardı; akşamüstü de, papazın ihtiyar karısı, geveleye geveleye bunları ayıklardı.
Papaz Stefanos’un arkasında eşraf vardı: Hanya’ya kadar gidip Prens Yorgos’u gördüğü için dünyayı tanıyan kahveci Kodomanolios. Bembeyaz, geniş kollu gömleğiyle sakin ve güleç Barba Anagnosti. Bastonuyla saygıdeğer ve ağırbaşlı öğretmen. En sonra da yavaş ve ağır yürüyüşüyle Mavrandonis; başında beyaz mendil, siyah gömleği, siyah çizmeleriyle. Acılı ve kızgın bir halde yarım ağızla selam veriyordu; sırtı denize dönük olmak üzere, herkesten ayrı bir yerde durdu.
Zorba saygılı bir tavırla, “Tanrı’nın adına!” diyerek öne geçti. Hepsi onu dinsel bir dikkatle izliyordu.
Köylülerin göğüsleri içinde, sihirbaz törenlerinden kalma, yüzyıllarca öncelere ait anılar uyanıyordu; hepsi görünmez güçlerle güreşip onları kovmasını beklermiş gibi gözlerini papaza dikmişlerdi. Bundan binlerce yıl önce sihirbaz, ellerini kaldırır, havaya kutsal sudan serper, birtakım anlaşılmaz, büyük sözler mırıldanır, kötü ruhlar sulardan, havadan, topraklardan kaçıp gider ve iyi ruhlar insanın yardımcısı olurdu.
Hava yoluna ait ilk kazığın çakılması için deniz kıyısında açılmış olan çukura vardık. İşçiler büyük bir çam gövdesini kaldırıp çukurun içine diktiler. Papaz Stefanos, atkılarını taktı, kutsal su kabını aldı ve kazığa ciddi ve uyarıcı bir sesle, o tekdüze sönüp giden, kötü ruhları kovma duasını okumaya başladı:
“...Ve, bu sağlam bir taşın üzerine dayansın; ne rüzgâr, ne de su onu yıkamasın! Âmin!..”
“Âmin!” diye gürleyen bir sesle bağırdı Zorba ve istavroz çıkardı.
“Âmin!” diye bağırdı eşraf.
“Âmin!” dedi işçiler.
Papaz Stefanos, “Tanrı işlerinizi korusun ve sizlere Hazreti İbrahim ile İshak’ın iyiliklerini ihsan etsin!” diye hayırduada bulundu.
Zorba da eline bir kâğıt para sıkıştırdı.
Papaz hoşnut bir tavırla mırıldandı:
“Hayırduam üstüne olsun!”
Barakaya döndük. Zorba, şarap ve Sarakosti mezeleri çıkardı: ahtapot, kalamar, taze bakla ve zeytin.
Sonra bütün tören görevlileri bir bir çekilip gittiler. Sihirbazlık töreni bitmişti.
Zorba, kocaman ellerini ovuşturarak, “İyi becerdik!” dedi.
Soyundu, iş elbiselerini giydi, eline bir kazma aldı. İşçilere, “Çocuklar!” diye bağırdı. “Tanrı aşkına ileri!”
Zorba o gün, akşama kadar işten başını kaldırmadı; kudurmuşçasına çalıştı. İşçiler, her elli metrede bir çukur açıyor, kazıklar çakıyor ve dosdoğru dağın tepesine gidiyorlardı. Zorba ölçüyor, hesaplıyor, buyruklar veriyordu. Bütün gün, ne yedi ne sigara içti ne de dinlendi. Kendini tümüyle işine vermişti.
Bir zaman bana şöyle demişti:
“Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan, avara et ve korkma! Tanrı, baş şeytandan çok, yarım şeytandan iğrenir!”
Akşamüzeri paydos edince, imanı gevremiş bir halde kumsala uzandı.
“Burada uyuyacağım,” dedi, “yeniden işe başlamamız için sabah olmasını bekleyeceğim. Geceleyin bile çalışacak vardiyalar kuracağım.”
“Peki ama, bu kadar acele neden Zorba?”
O biraz durakladı:
“Neden mi? Eğilim işinde başarıya ulaşıp ulaşmadığımı görmek istiyorum işte! Eğer beceremedimse, hapı yuttuk patron! Hapı yuttuğumuzu ne kadar çabuk görürsem, o kadar iyidir!”
Acele acele, kaçarcasına yemek yedi. Az sonra bütün kıyı, onun horultusunu yankılıyordu. Bense, hafif mavi gökyüzünde yıldızları izleyerek bir zaman uyumadım. Gökyüzünün, yıldızlarıyla birlikte yavaşça sallandığını görüyordum. Kafatasım da teleskop kubbesi gibi, yıldızları izleyerek sallanıyordu. “Yıldızların yer değiştirişini görmek mi istiyorsun, onlarla birlikte dönmen gerek...” Marcus Aurelius’un bu sözü bir uyum içinde yüreğime doldu.