21

Bugün Paskalya. Zorba giyinip kuşandı. Sağdıcı olan bir kadının ördüğünden söz ettiği patlıcan rengi, kaba, Makedonya çoraplarını giydi. Kıyıya yakın bir tepede, kuşkulu kuşkulu gidip geliyordu. O kocaman, kalın kaşlarının üzerine elini siper ediyor, uzağa köye doğru bakıyordu.

Yeniden Doğuş’u birlikte kutlamak üzere bugün Madam Ortans’ı bekliyorduk. Bir kuzu çevirdik, kokoreç yaptık, kumun üstüne beyaz bir çarşaf serdik, yumurta boyadık. Zorba ile yarı alaylı, yarı heyecanlı halde, bugün Madam’a büyük bir karşılama yapalım diye düşünmüştük. Bu ıssız kumsalda, bu semiz, pis kokulu, kafadan sakat, yarı çürük dilberimiz, biz istemesek de, garip bir alımla bizi çekiyordu. Yanımızda olmadığı zaman, noksan bir şey vardı sanki... Kolonya gibi bir koku, kırmızı bir renk, ördeğinki gibi paytak bir sallanış, boğukça bir ses, eskimiş ve renksiz iki göz.

Birkaç mersin dalı ve defne kesip altından geçsin diye, bir zafer takı da yaptık; takın üstüne de dört bayrak çiviledik: İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya. Ortaya, biraz daha yükseğe de, mavi çizgili, beyaz bir çarşaf astık. Toplarımız yoktu ama, ödünç iki tüfek bulduk ve tepenin üstüne çıkıp, bizim sallantılı kocakarının kıyıda yuvarlanmaya başladığını görür görmez ateşe başlamayı kararlaştırdık. Böyle bir günde, bu ıssız kumsalda, ona eski, görkemli günlerini hatırlatmak istiyorduk. O zavallı da, bir an için aldansın, yeniden gül gibi al tenli, dik göğüslü, rugan ayakkabılı ve ipek çoraplı bir genç kız olduğunu sansın istiyorduk. Eğer içimizde gençlik, neşe, mucize inancı canlanmayacak ve kart bir koket yirmi yaşında olmayacaksa, İsa’nın yeniden dirilişinin ne değeri olabilirdi?

Zorba, ikide bir düşen patlıcan rengi çoraplarını çekerek söyleniyordu:

“Gecikiyor dişi domuz... gecikiyor paçavra... gecikiyor yırtık bandıra...”

“Gel Zorba,” dedim, “şu keçiboynuzu ağacının gölgesine otur; bir sigara iç, nerdeyse gelir!”

Zorba, köy yoluna doğru son kez özlemle bakarak ağacın altına uzandı. Öğle yaklaşıyordu. Hava sıcaktı. Uzaktan neşeli ve aceleci Paskalya çanları duyuluyordu. Ara sıra rüzgâr, bir lire sürtünen yayın seslerini bize kadar ulaştırıyordu. Bütün köy, bir arı kovanı gibi uğuldamaktaydı. Zorba, “Her Paskalya’da, İsa ile birlikte benim ruhumun da canlandığı yıllar geçti,” dedi. “Geçti! Şimdi yalnız bedenim canlanıyor. Çünkü, biri ısmarlar, bir başkası ısmarlar, al şu mezeciği, al şunu da... derken, daha bol ve daha lezzetli yemekler yiyorum ve bunların hepsi gübre olmuyor; bir şeyler kalıyor, bir şeyler kurtulup keyif, hora, şarkı ve kavgacık oluyor. Ben bu bir şeylere ‘canlanma’ diyorum işte.”

Yine fırlayıp ayağa kalktı, bakındı. Kızgın bir halde suratını astı.

“Koşarak bir çocuk geliyor!” dedi ve haberciyi karşılamak üzere yerinden fırladı.

Çocuk, ayaklarının ucunda yükseldi, Zorba’nın kulağına bir şeyler fısıldadı. Zorba irkildi. Öfke içindeydi.

“Hasta mı?” dedi. “Hasta mı? Kaç, yoksa dayaktan gebertirim seni!”

Sonra bana döndü:

“Patron, köye kadar uzanayım da, bakayım dişi domuza ne olmuş?.. Sabırlı ol. İki kırmızı yumurta ver, ona götüreyim, tokuştururuz; hemen dönerim.”

Kırmızı yumurtaları cebine soktu, düşük çoraplarını çekti ve yola koyuldu.

Tepeden inerek aşağıda, bizim kıyının çakılları üzerine uzandım. Çok hafif bir imbat esiyor, denizin yüzü pürtükleniyordu. İki küçük martı, karınlarını dalgacıklara dayayıp nazlı nazlı denizin iniş çıkışlarına uyarak sallanmaya başlamıştı. Karınlarının beyazlık ve tazeliğine hayran hayran bakıyordum. Onlara baktıkça şöyle düşünmekteydim: Yol budur; büyük uyumu bulmak ve güvenle izlemek...

Zorba bir saat sonra göründü. Durumdan hoşnuttu, bıyıklarını okşuyordu.

“Zatülcenp olmuş zavallı; bir şey değil. Şimdi Büyük Hafta olduğundan o da, Frenk olduğu halde, sırf benim onuruma, gece dualarına katılıyormuş. Zavallı bu yüzden zatülcenp olmuş. Vantuz kestim, kandilden iyi kötü vücuduna yağ sürdüm, bir de rom verdim, yarın keklik kesilir. Hey namussuz hey!.. Hoş yanları da yok değil ha!.. Gövdesine yağ sürdüğüm zaman gıdıklanıyor, dişi güvercin gibi gurulduyordu.”

Yemeğe oturduk; Zorba bardakları doldurdu. Tatlı bir sesle, “Sağlığına!” dedi. “Şeytan onu almakta gecikir inşallah!”

Bir zaman konuşmadan yiyip içtik. Rüzgâr bize uzaktan arı vızıltısı gibi, hastalıklı lir sesleri getiriyordu. İsa damlarda hâlâ diriliyor, Paskalya kuzusu ile Paskalya simitleri, biçim değiştirerek hâlâ sevdalı maniler halini alıyordu.

Zorba, iyice yiyip içtikten sonra kocaman, kıllı kulağını dikti.

“Lir!” diye mırıldandı. “Köyde çalıp oynuyorlar!”

Ayağa kalktı, karnı doymuş, şarap başına vurmuştu. Bağırdı:

“Guguk kuşları gibi ne oturuyoruz burada be? Gidip oynayalım! Sen kuzucuğa acımıyor musun? Böyle boşuna mı gidecek? Haydi, gidip onu hora ve şarkı yapalım! Zorba dirildi!”

“Dur be Zorba, delirdin mi sen?”

“Doğru doğru dosdoğru patron, sen ne dersen de, ama ben kuzucuğa acıyorum; kırmızı yumurtalara, Paskalya simitlerine, lor peynirine acıyorum! Yemin ederim ki, zeytin ekmek yemiş olsaydım şöyle derdim: ‘Eh uzanıp da uyuyalım! Ne yapayım ben eğlenceyi? Zeytin ekmekten ne yarar beklersin yani?’ Ama şimdi günahtır; diyorum sana, böyle bir yemeğin haram olması... Gidip Dirilme yapalım patron!”

“Bugün keyfim yok; sen git, benim için de oyna!”

Zorba beni kolumdan yakalayıp ayağa kaldırdı.

“İsa dirildi be oğlum! Eeh, senin gençliğin bende olmalıydı! Deniz, kadın, şarap ve bol iş! Nereye olsa burunüstü düşmelisin! İşe, şaraba, aşka burunüstü düş ve ne Tanrı’dan ne de Şeytan’dan kork! Delikanlı bu demektir...”

“Kuzucuk senin içinde konuşuyor Zorba,” dedim. “Vahşileşip kurt oldu kuzu!”

“Kuzucuk Zorba oldu be, Zorba konuşuyor diyorum sana! Sen beni dinle önce, sonra istersen küfret. Ben bir Denizci Sinbad’ım; çok yer gezdiğim için değil, asla! Ama, çaldım, öldürdüm, yalan söyledim, bir sürü kadınla yattım. Bütün kutsal buyrukları çiğnedim. Kaç taneydi onlar? On mu? Neden yirmi, elli, yüz olmasın da, hepsini çiğnemeyeyim be? Ama, Tanrı varsa eğer, yarın onun önüne çıkmaktan da asla korkmayacağım. Anlaman için sana nasıl söylemeliyim bilmem ama, bütün bunların hiç önemi yok. Şimdi Tanrı, yeryüzündeki bazı ufacık kurtları gözetleyip de hesap tutmaya tenezzül eder mi hiç? Yanımızdakinin kurt yuvasına sataşıp üstünden geçtiğimiz ve çarşamba ile cuma günü bir lokma et yediğimize kızar, bizi azarlayıp tatlı canını üzer mi? Hay yok olasınız, azgın boğalar!”

Ben onu kışkırtmak için, “İyi de Zorba,” dedim, “Tanrı senin ne yediğini sormaz, ama ne yaptığını sorar!”

“Ben de sana diyorum ki: Onu da sormaz! ‘Peki, sen bunu nasıl biliyorsun be, cahil Zorba?’ diyeceksin. Biliyorum işte! Çünkü benim iki oğlum olsa, biri namuslu, aile reisi, tutumlu, Tanrı’dan korkan; öteki boktan, haksızlık eden, yiyici, zampara, haydut olsa, elbet ikisini de soframa oturturdum. Ama biliyor musun, kalbim ikincisiyle olurdu. Herhalde bana benzediğinden olacak. Gece gündüz tapınan, mangır toplayan, ama kendi meleğine bir yudum su bile vermeyen Papaz Stefanos’tan Tanrı’ya benim daha yakın olmadığımı kim söyleyebilir sana, ha? Kim söyleyebilir? Tanrı da tıpkı benim gibi eğleniyor, öldürüyor, haksızlık yapıyor, seviyor, çalışıyor, tutulması olanaksız kuşları kovalıyor. Hoşuna ne giderse onu yer o, hangi kadını isterse alır. Serin sular kadar hoş bir kadının yeryüzünde yürüdüğünü görünce kalbini sevinç sarar; birden yer açılır ve o kadın kaybolur. Nereye gider? Kim alır onu? Namusluysa denir ki: ‘Tanrı aldı!’ Çapkınsa deriz ki: ‘Şeytan aldı.’ Ama, ben sana diyorum ki, patron, diyor ve yine diyorum ki: Tanrı ile Şeytan birdir.”

Ses çıkarmadım. Zorba sopasını aldı, başlığını efece yana eğdi, acıyan bir gözle bana baktı. Belki de bana öyle geldi. Bir ara dudakları bir şey söylemek istermiş gibi kımıldadı; ama konuşmadı. Bıyığını bura bura, hızla köye doğru yürüdü.

Gecenin aydınlığında, çakılların üzerinde uzayan dev gibi gölgesinin, sopasını sallaya sallaya uzaklaşışına bakıyordum. Onun geçişiyle bütün kıyı canlanıyordu. Bir ara kulağımı dikip Zorba’nın yavaş yavaş kaybolan ayak seslerini dinledim. Yalnız kaldığımı anlar anlamaz birden ayağa fırladım. Neden? Nereye? Bilmiyordum. İçimde hiçbir şey kararlaşmış değildi. Gövdem sanki kendi başına ayaklanmış, bana sormadan karar veriyordu:

“İleri!”

Köyün yolunu tuttum. Kararlı ve acele gidiyordum. Ara sıra durup ilkbaharı ciğerlerime çekmekteydim. Toprak papatya kokuyordu. Bahçelere yaklaştıkça, limon ve portakal ağaçlarıyla, çiçek açmış defnelerden kokular, soluk soluk bana geliyordu. Batı’da Akşam Yıldızı oynamaya başlamıştı.

İstemeye istemeye Zorba’nın, “Deniz, kadın, şarap, bol iş!” sözlerini mırıldanarak gidiyordum. Kendime güç katmak istermiş gibi içimden durmadan: “Deniz, kadın, şarap, bol iş! İşe, şaraba, aşka burunüstü düşmeli, Tanrı ile Şeytan’dan korkmamalısın!” diyor ve ilerliyordum. Sanki, istediğim yere varmıştım. Nereye? Baktım: Dulun bahçesi. Kamış çitin ve frenkincirlerinin arkasında, tatlı bir kadın sesi, yavaşça şarkı söylüyordu. Önüme arkama baktım, kimse yoktu. Yaklaştım, kamışları araladım; bir portakal ağacının altında, siyahlar giymiş, boynu tombul bir kadın, çiçekli dalları kesiyor, şarkı söylüyordu. Alacakaranlıkta yarı açık göğsünün ışıldadığını gördüm.

Soluğum kesildi, “Canavar bu,” diye düşündüm, “canavar ve bunu biliyor. Karşısında erkekler ne zayıf, ne günübirlik yaratıklar, karşı koyma gücünden ne kadar yoksun, sersem ve zevzek şeylerdir! Bazı böcekler –Meryem’in küçük atı, çekirge ve örümcek– gibi beslenmiş olduğu halde, doymak bilmeyen bu kadın da, sabaha karşı erkekleri yiyordur.”

Dul, baktığımı birden fark etmiş gibi, çok yavaş söylediği şarkısını hemen kesiverdi ve döndü. Bakışlarımız iki şimşek gibi birleşti. Kamışların arkasında dişi bir kaplanla karşılaşmış gibi dizlerimin kesildiğini fark ettim.

Dul, kısık bir sesle, “Kim o?” dedi.

Bluzunu ilikleyip göğsünü örttü. Yüzü karanlık bir anlam aldı. Kaçmak istedim, ama Zorba’nın sözleri yüreğimi doldurdu ve erkekleştim:

“Deniz, kadın, şarap...”

“Ben,” dedim. “Benim!”

Bu sözleri söyler söylemez titremiştim. Yine kaçmak istedim. Ama dayanamadım. Zorba’dan utanmıştım.

“Sen kimsin?”

Yavaş, dikkatli, gürültüsüz bir adım attı; boynunu uzattı, fark edebilmek için gözlerini yarı yarıya kıstı, eğilmiş ve gözetler bir halde bir adım daha attı.

Birden yüzü aydınlandı; dilinin ucunu çıkarıp dudaklarını yaladı.

“Patron mu?” dedi; sesi yumuşamıştı.

Sessiz, toparlanmış ve kişnemeye hazır halde bir adım attı. Boğuk bir sesle bir daha sordu:

“Patron mu?”

“Evet.”

“Gel!”

Güneş göründü, sabah oldu. Zorba dönmüş, barakanın önünde oturuyordu. Sigara içerek denize bakmakta, beni beklemekteydi.

Ben görünür görünmez başını çevirip baktı; burun kanatları tazınınkiler gibi oynadı, boynunu uzattı, derin bir soluk aldı. Kokluyordu. Birden yüzü aydınlandı; üzerimde dulun kokusunu keşfetmişti.

Yavaşça ayağa kalkarak ta yürekten gülümsedi, sonra kollarını açtı.

“Hayırduam üzerine olsun!” dedi.

Uzandım, gözlerimi kapadım. Denizin, ninni söyler gibi yavaş yavaş soluduğunu duyuyor, üzerinde bir martı gibi inip kalkıyordum. Böyle tatlı bir ninniyi dinleye dinleye uykuya daldım ve şu düşü gördüm:

Dev bir Arap karısı çömelmiş oturuyordu; bu bana, siyah granitten yapılmış, eski, ulu bir anıtmış gibi geldi. Giriş yerini bulmak için, çevresinde acıyla dört dönüyormuşum; boyum, onun ayağının küçük parmağına ancak varıyormuş; birden, topuğunun çevresini dolanırken, mağara gibi siyah bir kapı görmüşüm, ağır bir ses duyulmuş: “Gir!” Ve girmişim...

Öğleye doğru uyandım. Güneş, küçük pencereden kayıyor, çarşafların üstüne dökülüyor, duvarda asılı küçük bir aynaya öyle güçlü çarpıyordu ki, onu bin parça ediyordu sanki!..

Dev Arap karısıyla ilgili düş aklıma geldi. Denizin mırıltılarını duyuyordum. Yine gözlerimi yumdum. Mutlu sandım kendimi. Ava çıkan, avını yakalayan, yiyen, sonra da güneşte uzanıp yalanan bir hayvan gibi gövdem hafiflemişti. Aklım da doymuş, dinleniyordu; tıpkı gövdem gibi. Sanki kendisine işkence eden yırtıcı sorular bile en açık karşılığını bulmuştu.

Dün geceki bütün sevinç, içerden akıyor, bölünüyor ve benim yapılmış olduğum toprağı sulayıp doyuruyordu. Böylece, gözlerim kapalı, uzanmış olduğum halde, içimin gıcırdayıp genişlediğini duyuyordum sanki! Dün gece, ilk kez elle tutulur halde ruhun da, belki daha çabuk hareket eden, daha saydam, daha özgür bir beden olduğuna inandım. Beden de, biraz uykusu gelmiş, büyük yürüyüşlerden yorulmuş, ağır miraslarla aşırı yüklenmiş bir ruhtur; ama, büyük anlarda o da uyanır, beş kolunu da kanat gibi silkeleyerek doğrulur.

Üstüme bir gölge düştü, gözlerimi açtım. Zorba dikilmiş, mutlu mutlu bana bakıyordu. Anaç bir sevgiyle yavaş sesle, “Uyanma patron, uyanma...” dedi. “Bugün de yortudur, uyu!”

“Uykuya doydum!” deyip ayağa kalktım.

Zorba, gülümseyerek, “Sana bir yumurta çırpayım,” dedi, “güç verir.”

Ses çıkarmadım. Denize koştum, suya daldım. Güneşte kurundum. Ama burun deliklerimde, dudaklarımda, parmaklarımın ucunda hâlâ tatlı, inatçı bir kokuyu duyuyordum. Gülsuyu gibi bir şey. Ya da, Girit’te kadınların saçlarına sürdükleri defne yağı gibi bir şey!

Geçen gece, dul, kilisedeki İsa’ya götürmek üzere bir kucak limon çiçeği koparmıştı; köylülerin köy alanında ve salkım söğüt ağaçlarının altında oynayacakları kilisenin tenha saatinde... Yatağının üstündeki kutsal resmin çevresi bir sürü limon çiçeğiyle doluydu. Aralarında iri gözlü, iyi yürekli, Üzgün Meryem görünüyordu.

Zorba eğildi; bir fincan çırpılmış yumurtayla iki büyük portakalı, bir de Paskalya çöreğini yanıma koydu. Bir ananın, savaştan dönen oğluna yaptığı gibi, sessizce ve mutlu bir halde bana hizmet ediyordu. Şımartıcı bir gözle bana bakıp uzaklaştı.

“Birkaç direk dikmeye gidiyorum,” dedi.

Serin ve yeşil bir denizin içinde yüzüyormuş gibi, derin bir beden hafifliğine dalmış, güneşte yavaş yavaş yiyeceklerimi çiğniyordum. Aklımın, bedenimdeki bütün bu ten hazzını toparlayıp kalıplarının içine sokmasına, onu düşünce biçimine dönüştürmesine izin vermiyordum. Bütün bedenimi, tepeden tırnağa, bir hayvan gibi hazza bırakmaktaydım. Yalnız, ara sıra çevremdeki dünya mucizesine, içimdeki mucizeye hayranlıkla bakıyordum; “Nedir bu?” diyordum. “Nasıl olmuş da dünya, ayaklarımız, ellerimiz, karnımızda bu kadar güzel bir uyum yapmış?” Sonra, yine gözlerimi kapıyor ve susuyordum.

Birden ayağa kalktım; barakaya girdim. Buddha elyazmasını alıp açtım. Artık sonuna gelmiştim. Çiçekli ağacın altına uzanan Buddha, elini kaldırmış, kendisini uyumlu olarak yaratan beş öğenin –toprak, su, ateş, hava ve ruh– çözülüp dağılmasını önlüyordu.

Çabuk çabuk, her zaman güçlü afsunlar olan sözlerden yararlanarak, onun bedenini, sonra ruhunu, sonra da aklını yıkamaktaydım. Bunu acımadan yapıyordum, çünkü acelem vardı. Son sözü çiziktirdim, son çığlığı attım; kalın bir kırmızı kalemle adımı karalayıp bitirdim. Kalın bir sicim aldım ve elyazmasını sıkıca bağladım. Büyük bir düşmanın el ve ayaklarını bağlıyormuş gibi ya da vahşilerin, sevdikleri ölüleri, mezardan çıkamasın ve hortlamasınlar diye bağladıkları zaman duyduklarına benzer garip bir sevinç duydum.

Çıplak ayaklı bir kız çocuğu koşarak geldi; üstünde sarı bir entari vardı, elinde kırmızı bir yumurtayı sıkı sıkı tutuyordu. Durdu, heyecanla bana baktı.

Yüreklendirmek için, gülümseyerek sordum:

“Ne var? Bir şey mi istiyorsun?”

O sümüğünü çekti, solumalı ince bir ses işitildi:

“Beni Madam gönderdi, gelesinmiş. Zavallı yatakta yatıyor, Zorba dedikleri sen misin?”

“Peki,” dedim, “geliyorum.”

Kızın öteki eline bir yumurta daha sokuşturdum, kapıp kaçtı.

Kalkıp yola koyuldum; köyün uğultusu büyüyordu. Tatlı lir sesleri, bayram çığlıkları, tüfek patlamaları, maniler... Ben alana vardığım zaman, delikanlılarla kızlar yeni dallanmış salkımsöğütlerin altında toplanmış, oynamaya hazırlanıyorlardı. Çevredeki kanepelerde ihtiyarlar sıra sıra oturmuşlar, çenelerini sopalarına dayamış, bakıyorlardı. Daha arkada kocakarılar ayakta duruyordu. Orta yere, kulağında bir ilkbahar gülü ile, ünlü lirci Fanurios yerleşmişti. Liri, sol eliyle dizinin üstünde dikine tutuyordu; hızla hareket eden sağ eliyle, gök gürültüsü gibi ses çıkaran çıngıraklı yayın denemesini yapıyordu.

Geçerken bağırdım:

“İsa dirildi!”

Erkek ve kadın seslerinin oluşturduğu neşeli bir uğultu duyuldu:

“Gerçekten dirildi!”

Şöyle hızla bir göz gezdirdim; şişkin şalvarlı ince belleri sıkı sıkıya bağlı delikanlılar vardı, başlarındaki mendilin saçakları, alın ve şakaklarında bukleler gibi sarkıyordu. Boyunlarında altınları ve beyaz işlemeli bluzlarıyla, gözleri yere dikilmiş kızlar da, onlara gizli gizli bakarak acele ediyorlardı.

“Bizimle olmayı küçüklük mü sayıyorsun?” diye bazı sesler duydum, ama oradan geçmiştim bile.

Madam Ortans, elinde kalmış biricik mobilyası olan geniş karyolaya uzanmıştı; ateşten yanakları yanıyor, öksürüyordu.

“Ya Zorba? Zorba nerde?”

“Hasta. Sen hastalandığın günden beri, o da hastalandı; fotoğrafını alıyor, ona bakıp bakıp içini çekiyor.”

Zavallı dilber mırıldandı:

“Anlat! Anlat!..”

Ve mutlu bir halde gözlerini yumdu.

“Şimdi beni, bir şey isteyip istemediğini sorayım diye yolladı... Bu akşam, dizleriyle sürüklenerek de olsa, kendisi gelecekmiş. Artık dayanamıyormuş, dayanamıyormuş senin ayrılığına...”

“Söyle... söyle... söyle...”

“Atina’dan telgraf almış: Gelinlikler hazırmış, taçlar, ayakkabılar, şekerler yola çıkmış, geliyormuş... Pembe kurdeleli beyaz mumlar da...”

“Söyle... söyle... söyle...”

Ama, uykuya dalmış gibi, soluk alıp verişi değişti; sayıklamaya başladı. Oda kolonya, amonyak ve ter kokuyordu; açık pencereden de avludaki tavuk pislikleriyle adatavşanlarının kekre kokusu gelmekteydi.

Kalktım, gitmek için yürüdüm. Dış kapıda Mimitos’a rastladım. Bugün ayağında çizmeleri ve üstünde de yeni, mavi bir şalvar vardı; kulağına da bir dal fesleğen takmıştı.

“Mimitos,” dedim, “Kalohoryo’ya koş, doktoru getir.”

Mimitos çizmelerini çıkarmış, yolda bozulmasın diye koltuğunun altına sokup sıkmaya başlamıştı bile...

“Doktoru bul, benden selam söyle, kısrağına binip hemen gelsin. Madam’ın ağır hasta olduğunu söyle ona; zatülcenp olmuş zavallı, zatülcenp. Bunları söyle ona, koş...”

“Hemen gidiyorum.”

Avuçlarının içine tükürdü, sevinçle onları birbirine çarptı, ama kıpırdamıyordu. Gülerek bana bakmaktaydı.

“Git diyorum sana!”

Ama gitmiyordu; bana göz kırpıp çapkınca gülümsedi.

“Patron,” dedi, “senin eve bir şişe çiçek suyu götürdüm... Armağandır...”

Biraz durdu. Bunu kimin gönderdiğini sormamı bekliyordu, ama ben susuyordum. O, kıkırdadı:

“Kimin gönderdiğini sormuyor musun patron? Saçına süresin de, kokasın diye imiş!”

“Çabuk git! Sus!”

Güldü, yine avuçlarının içine tükürdü.

“Hop! Hop!” diye bağırdı. “İsa dirildi!..”

Ve gözden kayboldu.