25

Her şey bitti. Zorba teli, aletleri, küçük vagonları, demir eşyayı, keresteleri toplamış, deniz kıyısına yığmış, kayığın gelip yüklemesini bekliyordu.

“Onları sana veriyorum Zorba,” dedim, “senin olsun; iyi kazançlar!”

Zorba, bir hıçkırığı önlemek istermiş gibi yutkundu.

“Ayrılıyoruz,” diye mırıldandı. “Sen nereye gideceksin patron?”

“Yabancı ülkelere gideceğim; içimdeki keçi daha çok kâğıt yiyecek.”

“Hâlâ akıllanmadın mı patron?”

“Akıllandım Zorba, sağ olasın; ama ben de senin yolundan gidiyorum; ben de kitaplarla, senin kirazlarla yaptığını yapacağım; o kadar çok kâğıt yiyeceğim ki, bulantı gelecek, kusacak ve kurtulacağım.”

“Senin arkadaşlığın olmadan ben ne yaparım patron?”

“Üzülme Zorba, yine buluşacağız ve kim bilir –insanın gücü büyüktür– büyük planımızı uygulama yoluna girişiriz: Kendi istediğimiz gibi Tanrısız, Şeytansız, özgür insanlara özgü manastırı kurarız ve sen Zorba, kapısında Ayos Petrus gibi anahtarlarla oturur, açıp kaparsın...”

Zorba yere oturmuş, sırtını barakaya dayamış, bardağını üst üste doldurup içiyor ve konuşmuyordu.

Karanlık basmıştı, yemeği bitirmiştik, şimdi de tek tük atıştırarak son konuşmamızı yapıyorduk. Yarın ayrılacaktık. Ben Kastro’ya gidiyordum.

Zorba, “Evet, evet...” diyor, bıyıklarını çekiyor ve içkiyi katıksız içiyordu.

Yaz göğsü yıldızlarla doluydu. Gece tepemizde kıvılcımlar saçıyordu. İçerdeyse, yüreğimiz ulumak istiyor, ama kendini tutuyordu.

Kendi kendime, “Veda et,” diyordum, “Zorba’yı bir daha göremeyeceksin; veda et; ona iyi bak, artık gözlerin, Zorba’yı bir daha asla görmeyecek!”

O ihtiyar kucağa atılıp ağlamak istedim ama, utandım; heyecanımı gizlemek için gülmek istedim, ama yapamadım; boğazım tıkanmıştı.

İnce kemikli boynunu kaldırıp sessizce içen Zorba’ya baktım. Ona bakıyor ve bu hayatın gerçekten ne şaşırtıcı bir sır olduğunu, insanların, fırtına tarafından kovalanan sonbahar yaprakları gibi nasıl birleşip ayrıldıklarını ve insanın bakışlarıyla sevdiği kimsenin yüzünü, vücudunu ve el hareketlerini boşuna yakalamaya çalıştığını, birkaç yıl sonra da, gözlerinin mavi mi, yoksa siyah mı olduklarını hatırlamayacağını düşünüyordum.

İçimden, “İnsanın ruhu katı bronzdan, çelikten olmalıydı, havadan değil!” diye bağırıyordum.

Zorba içiyor, kocaman, iri başını dik ve hareketsiz tutuyordu. Gecenin içinde sanki yaklaşan bir yürümeyi ya da uzaklaşan ve sadece içten duyulan ayak seslerini dinliyordu.

“Ne düşünüyorsun Zorba?”

“Ne düşüneyim patron? Hiç. Hiç diyorum sana! Hiçbir şey düşünmüyorum.”

Biraz sonra da, yeniden bardağını doldurarak, “Sağlığına patron!” dedi.

Bardakları tokuşturduk. İkimiz de, bu kadar üzüntünün daha çok süremeyeceğini anlıyorduk. Ya ağlamaya ya da horaya başlamamız ve zilzurna sarhoş olmamız gerekiyordu.

“Çal Zorba!”

“Santur mu? Demedik mi patron? Santur keyif ister. Bir ay sonra, iki ay, iki yıl sonra çalacağım belki; ne bileyim ben!.. O zaman da, bir daha buluşmamacasına ayrılan iki insanın şarkısını söyleyeceğim.”

Ben korkuyla bağırdım:

“Bir daha buluşmamacasına mı?”

Bu iyileştirilmesi olanaksız korkunç sözü içimden söylüyor, ama, onu haykırış halinde duymaya cesaret edemiyordum; şimdi korkmuştum artık!

Zorba, tükürüğünü güçlükle yutarak, yine, “Bir daha buluşmamacasına!” dedi. “Buluşmamacasına. Senin bana bu söylediklerin, yok yine buluşacakmışız, yok manastır kuracakmışız, hepsi hastaya, canı çıkıncaya kadar söylenen avuntulardır. Onları kabul etmiyorum! Ne yani? Kadın mıyız ki avuntu isteyelim? Avuntu istemiyoruz. Evet, bir daha buluşmamacasına!..”

Ben, Zorba’nın bu vahşi sevgisinden korkmuş bir halde, “Belki de kalırım,” dedim. “Belki de seninle gelirim; ben özgürüm.”

Zorba, başını salladı.

“Hayır, özgür değilsin,” dedi. “Senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu kadar! Senin patron, uzun ipin var, gidip geliyor, kendini özgür sanıyorsun. İpi koparmadın mıydı da...”

Zorba’nın sözleri, içimdeki açık bir yaraya dokunup acıttıkları için inatla, “Bir gün koparacağım!” dedim.

“Güç, patron, çok güç! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? Ya hep ya hiç! Ama sende beyin var ve seni bu yiyecek. Aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar verdim, bu kadar aldım; kâr şu kadar, zarara bu kadar diye yazıyor. Yani, iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. Hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir! Ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana? Papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin!”

Sustu. İçmek için içki doldurdu, ama vazgeçti.

“Kusura bakma, patron, ben köylüyüm; çamurların ayaklara yapıştığı gibi, sözler de benim dişlerime yapışıyor; sözleri eğirip incelik haline sokamıyorum; yapamıyorum, ama sen anlarsın.”

Bardağını boşaltıp bana baktı. Ansızın bir öfkeye kapılmış gibi bağırdı:

“Anlıyorsun! Anlıyorsun ya, seni bu yiyecek! Anlamasaydın, mutlu olurdun! Neyin eksik senin? Gençsin, paran var, aklın var, sağlamsın, iyi adamsın, hiçbir eksiğin yok, Tanrı kahretsin: Yalnız bir tane var; dedik ya: delilik. Bu olmadı mı, patron...”

Koca kafasını salladı ve yine sustu.

Ağlamaya başlamama ramak kalmıştı; Zorba ne söylüyorsa doğruydu. Çocukluğumda büyük atılımlarım, insanüstü heyecanlarım olmuştu; yalnız başıma oturup içimi çekerdim, çünkü dünyaya sığmıyordum.

Sonra, zamanla yavaş yavaş uslandım; sınırlar çiziyor, güçlüyü güçsüzden, insancıl olanı Tanrısaldan ayırıyor, kaçırmayım diye kâğıttan uçurtmamı sıkı sıkıya tutuyordum.

Büyük bir yıldız, gökyüzünde bir çizgi çizerek kaydı. Zorba irkildi, gözlerini açarak korkuyla baktı, sanki ilk kez yıldızın kaydığını görüyordu.

“Yıldızı gördün mü?” dedi.

“Evet.”

Sustuk.

Zorba birden ince kemikli boynunu yukarı kaldırdı, göğsünü şişirdi ve vahşi, umutsuz bir çığlık attı. Bu korkunç çığlık, birdenbire Türkçe sözler halini aldı, Zorba’nın ta içinden, eski, tek sesli, sırf acı ve yalnızlıktan oluşmuş bir türkü çıkmaya başladı. Toprağın yüreği yarıldı, en tatlı Doğu zehri aktı, beni hâlâ erdeme ve umuda bağlayan... İçimdeki bütün bağların çürüdüğünü fark ettim:

İki keklik bir tepede ötüyor;

Ötme de keklik, benim derdim yetiyor,

Aman aman!

Issızlık... Yüksek, aşılmaz bir kumsal... Pembe, mavi, sarı rüzgâr titriyor... Şakalar boşandı, ruh çılgın bir ses çıkarıyor ve hiçbir sesin yanıt vermeyişine seviniyor. Issızlık... ıssızlık... Birden gözlerim doldu:

İki keklik bir tepede ötüyor;

Ötme de keklik, benim derdim yetiyor,

Aman aman!

Zorba sustu; parmaklarıyla alnındaki teri kabaca sildi ve yere silkeledi. Eğildi, toprağa bakmaya başladı.

Uzunca bir zaman sonra sordum:

“Ne türküsü bu Zorba?”

“Devecinin. Deveci bu türküyü çölde söylermiş. Yıllardır ne hatırlamış ne de söylemiştim. Şimdiyse...”

Sesi kuruydu, boğazı tıkanmıştı...

“Uyumanın zamanı geldi. Yarın Kastro’ya gidip vapura binmek için şafakta kalkacaksın. Hayırlı geceler!”

“Uykum yok,” dedim, “ben burada kalacağım. Birlikte geçirdiğimiz son gece bu!”

Zorba bağırdı:

“İyi ya işte, onun için de kısa kesmemiz gerek.”

Ve boşalmış bardağını ters çevirdi; bu, artık içmek istemediğine işaretti. Tıpkı, sağlam erkeklerin sigarayı, şarabı, zarı kestikleri gibi: yiğitçe!

“Şunu bilmelisin ki, babam sapına kadar erkekti; sen bana bakma; ben üfürüktüm; onun önünde dikiş tutturamam! O, ‘Eski Yunanlılar’ denen soydandı; elini tuttu mu, kemiklerini kırardı. Ben bazı bazı, insan gibi, akıllı uslu konuşabilirim; ama babam uluyor, kişniyor ve şarkı söylüyordu; ağzından pek seyrek, insanca bir söz çıkardı. Bütün tutkunluklar vardı onda, ama hepsini kılıçla kesip attı. Vapur bacası gibi sigara içerdi; bir sabah kalktı, çift sürmek için tarlaya gitti; varıp çite dayandı, o dev gövdesiyle, tütün kesesini çıkarıp işe koyulmadan önce bir sigara yakmak için elini hırsla kuşağının arasına soktu. Tütün kesesini çekti, boş! Bez beze yapışmış; evde doldurmayı unutmuştu. Kızgınlığından köpükler saçarak uludu; birden, bir sıçrayışta geri döndü, köye doğru koşmaya başladı; yani tutkunluk sarmıştı onu. Ama, öyle koşarken, birden –insan sırdır derler ya– durdu, utandı, tütün kesesini çıkardı, dişleriyle bin parça yaptı ve kudurmuşçasına ayaklarıyla çiğnedi. ‘Namussuz! Namussuz!’ diye uludu. ‘Orospu!’ O andan sonra da, bütün hayatı boyunca, bir daha ağzına sigara koymadı... Erkekler böyle yapar, patron; hayırlı geceler!”

Kalktı, çakılları aceleyle geçti, arkasına dönmedi bile, tam deniz kıyısına vardı. Sonra onu karanlıkta yitirdim.

Onu bir daha görmedim. Daha horozlar ötmeden, beni götürecek olan katırcı geldi, hayvana binip gittim. Öyle sanıyorum ama, belki de aldanıyorum; sabahleyin bir yere saklanmış, beni gözlüyor olmalıydı; fakat ayrılışın o alışılmış sözlerini söyleyelim, gözlerimiz sulansın, el ve mendillerimizi sallayıp yeminler edelim diye de koşup yanıma gelmedi.

Ayrılış kılıçla bölünme gibi olmuştu.

Kastro’da bir telgraf aldım, uzun süre baktım. Elim titriyordu. Ne dediğini kesin olarak biliyordum; kaç sözcük, kaç harften oluştuğunu, korkunç bir kesinlikle bilmekteydim.

Yatmak hevesine kapıldım; madem biliyordum, ne diye okuyacaktım? Ama ne yazık ki, daha ruhumuza güvenimiz yok; tüccar, perakendeci aklımız, bizim ihtiyar üfürükçü ve büyücü karılarla alay ettiğimiz gibi, onunla alay eder. Telgrafı açtım, Tiflis’tendi; yazılar bir an gözlerimin önünde oynadı, hiçbir şey fark edemedim; fakat yavaş yavaş hareketsizleştiler ve okudum:

Dün öğleden sonra, Stavridakis, ani bir zatürree sonunda öldü.

Aradan beş yıl geçti, zamanın hızlandığı, sınırların dansa başladığı ve devletlerin armonikler gibi yayılıp toplandığı, uzun, korkunç yıllar. Zorba ile ben, bir ara bu boranın içinde kaybolduk; aramıza açlık ve korkular girdi. İlk üç yıl içinde, ara sıra kısa bir kartını alırdım: Bazen Aynaroz’dan, acılı iri gözleri ve sırf istekten oluşmuş çenesiyle Kapı Korucusu Meryem’in kartı gelirdi; Zorba bana kâğıdı yırtan o kalın ve ağır kalemiyle şunları yazardı:

Burada iş olmuyor, patron; burada keşişler pireyi bile nallıyor; kaçacağım!

Birkaç gün sonra da başka bir kart:

Lotaryacılık için, elimde papağanı taşıyarak manastırları dolaşamıyorum; bunun için tutup onu meraklı bir keşişe hediye ettim; keşişin bir karatavuğu var; namussuz, “Kıkırdadım Tanrım”ı iyi sesli ilahiciler gibi bir okuyor ki, duysan aklın durur. Yani keşiş, bizim zavallı papağana da ilahi okumayı öğretecek. Eh, neler gördü hayatında namussuz. Şimdi de... Papaz da mı oldun, papağan?.. Kör talih böyle getirdi işte! Seni dostça öperim, hepten yalnız Peder Aleksios!

Aradan altı-yedi ay geçti; Romanya’dan göğüsleri açık, şişman bir kadın resmi taşıyan bir kart aldım:

Hâlâ yaşıyorum, mamaliga yiyor, bira içiyor ve yağ sıçanı gibi petrollerde çalışıyorum. Fakat burada, canın neyi isterse bol bol bulursun; benim gibi cehennemlik moruklar için, cennet burası; anlarsın beni patron; yaşamak, orospu ve Tanrı büyüktür! Seni dostça öperim; Zorbesko Yağsıçanı.

İki yıl geçti, bir gün başka bir kart aldım; bu kez Sırbistan’dan geliyordu:

Daha yaşıyorum; şeytanca bir soğuk oluyor burada; bu yüzden evlenmek zorunda kaldım; arka tarafa bak, ufacık suratını görürsün; esaslı bir parça! Karnı biraz şiş, çünkü bana küçük bir Zorba yapmaya hazırlanıyor. Benim sırtımda ise, senin hediye ettiğin elbise var; elimde gördüğün alyans da zavallı Bubulina’nın; kemikçikleri aziz ola (dünyada her şey olur). Bunun adı Liuba. Arkamdaki tilki postundan yakası olan palto, karımın düğün hediyesidir; bana tuhaf bir cinsten olan yedi yavrulu dişi bir de domuz verdi. İlk kocasından da iki çocuğu var; yani dul. Yakın bir yerde mermer buldum; işin içine yine bir kapitalisti karıştırdım, bey gibi geçiniyorum. Seni dostça öperim; Aleks Zorbieç, Sabık Dul.

Kartın ön tarafında Zorba’nın fotoğrafı vardı; iyi beslenmiş, damat kılığında ve kürk kalpaklıydı. Elinde bir züppe bastonu vardı; bir de yepyeni paltosu. Koluna da yirmi beş yaşlarında, geniş sağrılı, azgın bir kısrak gibi çapkın, uzun çizmeler giymiş, zengin göğüslü, tatlı bir Slav kadını takılmıştı. Altta ise, Zorba’nın keserle yontulmuş gibi kalın yazıları:

Ben Zorba ve tükenmeyen problem: kadın, şimdilik adı Liuba.

Bütün bu yıllar içinde gurbette geziyordum. Benim de tükenmeyen problemim vardı; fakat bunun bana verecek zengin göğsü, paltosu ve domuzları yoktu.

Bir gün de ondan şu telgrafı aldım:

Çok güzel, yeşil bir taş buldum, hemen gel – Zorba.

Dedim ya, bende her şeyi bırakacak ve hayatımda bir kez olsun, cesurca ve saçma bir hareket yapacak cesaret yoktu. Başlarda yazdığım, Zorba’nın haklı olarak beni, mahvolmuş bir insan, bir kâğıt sıçanı olarak kabul eden kısa mektubunu aldım.

Ondan sonra, bana bir daha yazmadı; aramıza yine korkunç dünya çapında olaylar girdi, dünya nazara gelmiş de sarhoş olmuş gibi topallamaya başladı; atom aşklarıyla kuşkular birbirinden ayrıldı.

Dostlarımla sık sık konuşup içimdeki büyük ruhu canlandırıyor; okumamış adamın, mantıktan da öte, gururlu ve sağlam yürüyüşünü hızla seyrediyordum. Bizim, fethetmek için yıllarca, büyük yorgunluklar harcadığımız manevi doruklara o, yaratıcı birkaç sözle ulaşıyordu ve biz diyorduk ki; “Zorba büyük ruhtur.” Ya da onları aşınca, biz o zaman şöyle diyorduk: “O delidir.”

Zaman, böyle anılarla, tatlı bir biçimde zehirlenerek geçiyordu. Zorba’nın zamanında, Girit’teki kıyıma düşmüş olan öbür gölge, dostumun gölgesi de, ruhumu ağırlaştırıyor, beni bırakmıyordu; ben de onu bırakmıyordum çünkü.

Ama, bu gölgeden kimseye söz etmemekteydim; benim gizlice yaptığım ve beni ölümle dost olmaya alıştıran gizli konuşmaydı; bu benim, Cehennem’le karşı kıyı arasındaki gizli köprümdü. Ölü ruh onun gerçekten, bitkin ve solgun olduğunu duyardı; sağlam konuşamıyordu, elimi sıkacak gücü yoktu.

Bazen acı acı düşünüyorum: Belki dostum yeryüzünde vücudunun tamamını bozacak, çalışacak ve tehlikeli anda ölüm paniğine tutulup havaya serpilmemesi için ruhunu sağlamlaştıracak zaman bulamamıştır. Belki, ölümsüz yapısından ölmezleştirmesi mümkün olanı ölmezleştireceği zaman eline geçmediği için yok olma tehlikesi geçiyordu, diye de düşünürdüm.

Fakat, birden kuvvetlenip –O mu beni, yoksa ben mi onu birden daha güçlü bir sevgiyle hatırlıyorum?– kuvvetli, yeniden doğmuş bir halde geliyor ve ben neredeyse, merdivenlerde ayak seslerini duyacak gibi oluyorum.

Az bir zaman önce, Engadin’in karlı dağlarında tek başıma bir gezinti yapmıştım; burada bir zamanlar, dostum ve sevdiğim bir kadınla olağanüstü gün ve geceler geçirmiştim.

O vakit kalmış olduğumuz aynı oteldeki, aynı yatağa uzanmıştım yine. Uyuyordum; açık pencereden ay içeri akıyor, uyumuş ruhumun içine dağlar, kristalleşmiş ve derin mavi gece giriyordu.

Uykumda söylenmemiş bir mutluluk duymaktaydım; sanki uyku derin, dingin ve saydam bir denizdi de ben, mutlu ve hareketsiz, onun dibinde yatıyordum; duygululuğum öylesineydi ki, binlerce kulaç üstümde, ufacık bir gemi suyun yüzünden geçse vücudumu çizecekti sanki...

Birden üstüme bir gölge geldi; kim olduğunu anladım. Yakınma dolu sesi duyuldu:

“Uyuyor musun?”

Ben de, aynı yakınan tonla yanıt verdim:

“Geciktin; aylardır sesini duymadım... Nerelerde dolaşıyordun?”

“Ben her zaman yanındayım ama, sen beni unutuyorsun. Her zaman bağıracak gücüm yok; sen ise beni bırakmak istiyorsun. Ay iyidir, karlı ağaçlar iyidir, dünyadaki hayat iyidir ama, beni de unutma!..”

“Seni asla unutmam, biliyorsun. İlk günlerde gurbete çıktım, vahşi dağlarda dolaşıyor, vücudumu harap ediyor, uykusuz kalıyor, senin için ağlıyordum. Acı beni boğmasın diye şarkılar da uydurmaktaydım; ama şarkılar sefildi, soluk almam için acımı asla dindirmediler. Biri şöyle başlıyor bunların:

Ölümle yan yana gidişiniz,

O kayalıklı yolda.

O çevik gövdeleriniz.

Hayranlıkla izledim sizleri.

Şafakta uyanıp yola çıkan.

İki yabanördeği gibiydiniz.

Yine bitmemiş olan başka bir şarkıda sana şöyle bağırmaktaydım:

Ruhunu sıkı tut dostum,

Dağılmasın!”

O acı acı gülümsedi, yüzünü bana doğru eğdi, benzinin solgunluğunu görünce korktum.

Göz çukurlarıyla, konuşmadan, uzun zaman bana baktı; içlerinde göz yoktu; yalnız iki küçük toprak küre vardı.

“Ne düşünüyorsun?” diye mırıldandım; “Neden konuşmuyorsun?”

Sesi yine uzaktan gelen, derin bir iç çekiş gibiydi:

“Ah! Dünyaya sığamayan bir ruhtan ne kaldı! Bir başkasının dağınık, yarım yamalak birkaç dizesi, tam bir dörtlük bile değil. Dünya üzerinde gidip geliyor, sevdiklerimin çevresinde dolaşıyorum, ama kalpleri kapandı onların. Nereden gireyim? Nasıl dirileyim? Sahibinin kapalı evi çevresindeki köpek gibi dolanıyorum. Ah, sizin sıcak, canlı vücutlarınız tarafından, boğulmuş gibi yakalanmaksızın, özgürce yaşayabilseydim!”

Göz çukurlarından yaşlar boşandı, içlerindeki toprak çamur oldu.

Ama, biraz sonra sesi sağlamlaştı.

“Bana vermiş olduğun en büyük haz,” dedi, “bir zamanlar Zürich’te, yıldönümüm dolayısıyla yapmış olduğun konuşmadır, hatırlar mısın? Yanımızda başka bir canlı da vardı; hatırlıyor musun?”

Ben karşılık verdim:

“Hatırlıyorum; o ‘hanımımız’ dediğimiz kadındı.”

Sustuk. Ondan bu yana kaç yüzyıl geçti? Onun bayram sofrasında biz sıcak odaya kapanmışken, dışarıda kar yağıyordu; sevişen üç insan bir aradaydık. Ben dostumu övmüştüm.

Gölge, çok hafif bir alayla sordu:

“Ne düşünüyorsun hocam?”

“Çook, her şeyi...”

“Ben senin son sözlerini düşünüyorum. O zaman bardağını kaldırıp demiştin ki: ‘Hanımcığım, Stavridakis bebekken, yaşlı dedesi onu, dizinin dibinde oturtur, öbür dizine Girit lirini dayayıp türküler çalardı; bu akşam onun şerefine içelim: Şans kısmet etsin de, her zaman yine öyle Tanrı’nın dizlerinde otursun!’ Tanrı senin duanı çabuk kabul etti hocam!”

“Zararı yok,” dedim. “Sevgi ölümü yener!”

O acı acı gülümsedi, ama bir şey demedi. Vücudunun uyumla çözüldüğünü, karanlığı yokladığını, hıçkırık, iç çekmesi ve alay haline geldiğini hissediyordum.

Ölümün tadı günlerce dudaklarımda kaldı; yüreğim hafifledi. Ölüm bizi almaya gelip de, işimizi bitirelim diye bekleyen ve acelesi olmayan bir dost gibi, tanıyıp sevdiğim bir dost yüzünün aracılığıyla hayatıma girmişti. Beynim, ölümün böyle dostça olan işaretini anlayarak yatıştı.

Ölüm, bazen hayatımızın içine, baş döndüren bir koku gibi akar; hele ıssız bir yerde olup, ay ışığı ve derin bir sessizlik varken, insanın vücudu yine yıkanmış, hafifçecikken ve ruhun karşısına aşırı engeller çıkmazken, yani uykuda. O vakit, bir an için hayatla ölüm arasındaki yarım duvar saydamlaşır, insan onun arkasında, toprakların altında neler olduğunu görür.

Bu ıssızlıkta, böyle bir hafifleme ânında Zorba uykuma girdi. Nasıl olduğunu, ne dediğini, nereden geldiğini hiç hatırlamıyorum. Uyandığımda, yüreğim yerinden kopacak gibiydi ve birden, nasıl olduğunu biliyorum, gözlerim yaşlarla doluverdi.

Aynı anda, ikimizin Girit kıyısında yaşadığımız hayatı yeniden kurma; belleğimi zorlayıp Zorba’nın tüm dağınık konuşmalarını, bağırmalarını, el hareketlerini, gülüşlerini, ağlayışlarını, tüm rakslarını hatırlama ve onları kurtarma yolunda güçlü bir istek –istek değil, zorunluluk– içimi sardı.

O kadar güçlü ve aniydi ki bu, o günlerde dünyanın herhangi bir yerinde, Zorba’nın can çekişmekte olduğundan korktum. Çünkü hayatımı onun hayatıyla o kadar birleşmiş duymaktaydım ki, biri ölürken ötekinin sarsılıp bağırmamasına olasılık tanımıyordum.

Zorba’nın belleğimdeki tüm izlerini toparlayıp söz olarak formüle etmekte bir an için kararsızlık gösterdim. İçimi çocukça bir korku aldı. Şöyle diyordum: “Eğer bunu yaparsan, Zorba gerçekten tehlikede demektir; elimi iten ele karşı koymalıyım...”

İki gün, üç gün, bir hafta karşı koydum; kendimi başka yazılara verdim; gezintiler yapıyor, okuyordum. Görünmeyen varoluşu bu gibi düzenlerle aldatmaya çabalamaktaydım. Ama, bütün aklım, huzursuz ve olanca ağırlığıyla Zorba’nın üzerinde toplanmıştı.

Bir gün Eğin’de, deniz kıyısındaki evimin taraçasında oturuyordum. Öğle üzereydi. Çok güneş vardı. Karşımdaki güzel, çıplak Salamis yamaçlarına bakıyordum. Birden, hiç düşünmediğim halde, kâğıt aldım, taraçanın kızgın taşları üzerine uzandım ve Zorba’ya ait olan bu masalı yazmaya başladım.

Aceleyle ve heyecan içinde yazıyor, geçmişleri sabırsızca canlandırıyor, Zorba’yı eksiksiz hatırlayıp tamamlamaya çalışıyordum. Sanki yok olursa, tüm sorumluluk benim olacakmış gibi, onun, “Yeronda”mın yüzünü tam olarak belirlemek için gece gündüz çalışıyordum.

Mağaraların içinde, düşlerinde gördükleri atalarının resmini çizen ve ruhun, yüzünü tanıyıp geri dönebilmesi için, onu ellerinden geldiği kadar sadık bir biçimde çizmeye çabalayan vahşi Afrika kabilelerinin büyücüleri gibi çalışmaktaydım.

Masal birkaç hafta içinde bitti.

Bittiği gün, yine akşamüzeri taraçada oturmuş, denize bakıyordum. Elyazım, dizlerimin üstünde duruyordu. Üzerimden bir ağırlık gitmiş gibi, ne sevinç, ne hafiflemeydi o!.. Doğum yapan ve şimdi de, yeni doğmuş çocuğunu koynunda taşıyan bir kadın gibi...

O zaman –artık güneşin çekildiği bir sıradaydı–, kentten mektuplarımı getiren Sula adındaki küçük kız, taraçaya çıktı; tombalak, çıplak ayaklı, hayat dolu bir kızdı bu! Bana bir mektup bıraktı ve koşarak kaçtı. Anladım. Anladım gibime geldi; çünkü açıp okuduğum zaman ayağa fırlayıp bağırmadım, şaşırmadım. Biliyordum. Tam bu anda, böyle elyazılarımı dizlerimde tutup batan güneşi seyrederken bu mektubu alacağımı biliyordum.

Sakin sakin, ağlamaksızın okudum; Sırbistan’ın Üsküp kentine yakın bir köyden geliyordu; çata pata bir Almancayla yazılmıştı. Çevrilmişini veriyorum:

Ben köyün öğretmeniyim. Burada bir mermer yatağı olan Aleksi Zorba’nın, geçen pazar günü, saat altıda öldüğü yolundaki acı haberi size bildirmek için yazıyorum. Can çekişirken bana şöyle bağırmıştı: “Gel buraya öğretmen,” demişti, “Yunanistan’da filanca dostum var; öldüğüm zaman ona öldüğümü ve son ânıma kadar aklımın tamamıyla başımda olup kendisini hatırladığımı yaz. Ne yapmışsam pişman olmadığımı da... Sağ olmasını dilediğimi ve artık akıllanması zamanının geldiğini de söyle ona. Eğer, herhangi bir papaz, günahımı çıkarmaya ve beni kutsamaya gelirse, ona defolup gitmesini ve lanetinin üzerimde olmasını istediğimi söyle! Hayatımda yaptım, yaptım, yaptım ve yine de az yaptım. Benim gibi adamların bin yıl yaşaması gerekirdi. Hayırlı geceler!”

Son sözleri bunlardı; birden yastığından doğruldu, çarşafları attı, ayağa kalkmak istedi. Karısı Liuba, ben ve eline sağlam birkaç komşu, onu tutmak üzere koştuk; ama o bizi geriye itti, karyoladan indi, pencereye gitti. Orada pervaza tutundu, uzaklara, dağlara doğru baktı, gözlerini alabildiğince açtı, gülmeye, sonra at gibi kişnemeye başladı. Ölüm onu böyle dimdik, ayakta, tırnakları pencereye geçmiş halde buldu:

Karısı Liuba size selam ettiğini ve merhumun kendisine sık sık efendiliğinizden söz ettiğini, santurunu öldüğü zaman, kendisini hatırlamanız için size teslim etmemizi vasiyet ettiğini yazmamı da tembihliyor.

Onun için dul kadın, uygun düşer de köye uğrarsanız, evine buyurup orada kalmanızı ve hayırlısıyla gideceğiniz ertesi sabah da santuru almanızı rica ediyor.