Madam Ortans’ın küçük oteli, arka arkaya yapışık çok eski, bir sıra banyo kabinesinden oluşmuştu. İki kabine dükkândı; burada karamela, sigara, yerfıstığı, lamba fitilleri, alfabeler, kokulu günlük satılıyordu. Sonraki dört kabine uyuma odalarıydı; ötekinin arkasında da mutfak, çamaşırhane, kümes ve adatavşanları vardı. Çevreyi ise, ince kum üzerine dikilmiş sık kamışlarla arapincirleri sarmıştı. Bütün çevre, deniz, tavuk pisliği ve keskin sidik kokmaktaydı. Yalnız ara sıra Madam Ortans geçerken insanın önünde bir berber çanağı dökülüyormuş gibi, havanın kokusu değişiyordu.
Yataklar serildi, yattık; hemen de uyuduk. Ne düş gördüğümü hatırlamıyorum, ama sabahleyin çok hafif ve denizden çıkıyormuş gibi sevinçliydim.
Günlerden pazardı, işçiler yarın çevre köylerden gelip iş tutacaklardı; yani, gezintiye çıkıp talihin beni hangi kıyılara attığını görecek vaktim vardı. Şafakla birlikte dışarı fırladım, bahçeleri geçtim, biraz kıyıda dolaştım, bu yerlerin suyu, toprağı ve havasıyla şöyle üstünkörü bir tanıştım, kokulu yabanıl otlar topladım, avuçlarım kekik, adaçayı, nane kokusuna bulandı.
Bir tepeye çıkıp çevreye baktım. Granitten, koyu renkli ağaçlardan, beyaz kireçli topraktan oluşmuş bir yer ki, insan bunu kazmanın bile deşemeyeceğini sanır; fakat birden narin, sarı zambak filizleri bu kaskatı toprağı sanki aniden delerek fışkırıyor ve güneşte parlıyorlardı. Uzakta, güneyde, alçak kumsallı küçük bir ada çiçekler içinde parlıyor, ilk ışıkların önünde bütün dokunulmazlığıyla kızarıyordu.
Kıyıdan biraz içeride zeytin, keçiboynuzu, incir ağaçları, birkaç tane de bağ vardı; iki küçük dağın arasındaki rüzgâr tutmayan çukurlarda limon ve muşmula ağaçlarıyla, denize biraz daha yakın bir yerde bostanlar görünüyordu. Yükselen toprağın yumuşak dalgalanışlarını uzun zaman seyrettim; granitler, koyu yeşil renkteki keçiboynuzu ağaçları, gümüş yapraklı zeytinler küme kümeydi; insanın önüne sanki çizgileri dalga dalga bir kaplan postu serilmişti. Güneye doğru uzakta hâlâ öfkeli olan, garip ve alışılması güç deniz kıvılcımlanıyor, Berberistan’a ulaşıyor, kükrüyor, kişniyor ve Girit’i yiyordu.
Bana öyle geldi ki Girit’in bu kesimi güzel bir nesir parçasına benzemekteydi: iyi işlenmiş, az konuşan, aşırı zenginlikten kurtulmuş; sağlam ve tutumlu. Lezzetini en basit araçlar sunmaktaydı. Oynamıyor, hiçbir gösterişe kapılmıyor, nutuk çekmiyor; ne söylemek istiyorsa erkekçe bir ağırbaşlılıkla söylüyordu. Ama Girit’in bu kesiminin haşin çizgileri arasında umulmadık bir duyarlılık ve şefkat hissedilmekteydi; rüzgârsız köşelerde limon ve portakal ağaçları kokularını saçıyor, ötede ise, geçit vermez denizden tükenmez bir şiir taşıyordu.
“Girit!..” diye mırıldanıyordum. “Girit!..” Ve yüreğim hızla çarpıyordu.
Tepeden indim, kıyı kıyı yürüdüm. Köyden fıkırdaya fıkırdaya gelen kızlar göründü; kar gibi önlükleri, sarı çizmeleriyle ve etekleri yukarı çekilmiş halde deniz kıyısındaki manastıra tapınmaya gidiyorlardı.
Durdum. Beni görür görmez gülmeleri kesildi. Yabancı bir erkeği görünce yüzleri sertleşerek kapanmış, vücutları tepeden tırnağa kuvvet kesilmiş, parmakları sinirli bir halde sıkı sıkıya düğümlenmiş, korselerinden göğüslerine doğru bir korku yayılmıştı.
Damarlarındaki çok eski kan, geçmişi hatırladığı için ürpermişti; Girit’in Berberistan’a bakan bütün bu kıyılarına yüzyıllardır korsanlar saldırıyor, koyunları, kadın ve çocukları yakalıyor, onları kırmızı kuşaklarıyla bağlıyor, ambarlara atıyor, Cezayir’e, İskenderiye’ye, Beyrut’a satmaya götürmek üzere demir alıyorlardı. Bu deniz, yüzyıllardır hıçkırıkları yankılamış ve yüzü saç örgüleriyle örtülmüştü. Kızların, aşılmaz bir engel oluşturarak bir savunmaya girişmek istermiş gibi, birbirine yapışmış halde vahşice kaçtıklarını gördüm. Yüzyıllardan beri bırakılmayan ve bugün, hiç kuşkusuz eski bir gereksinmenin sesine uyarak tekrarlanan güvenlik davranışlarıydı bunlar...
Kızlar, tam önümden geçerken, yavaş yavaş geri çekildim ve gülümsedim. Tehlikenin yüzyıllardır geçmiş olduğunu bir anda anımsayınca, birdenbire uyanmış da, bugünkü güvenli döneme girmiş gibi yüzleri açıldı, sıkı savaş saffı seyrekleşti, hepsi birden o temiz sesleriyle, “Günaydın!” dediler; boğazları berraklaştı. Aynı anda, uzaktaki manastırın neşeli ve oynak çanları havayı mutluluğa boğmaya başlamıştı.
Güneş yükselmişti, gökyüzü tertemizdi. Kayaların arasına daldım, küçük bir martı gibi bir oyuğun içine sokuldum, mutlulukla açık denize baktım. Vücudumu güçlü, taze ve uysal hissettim; aklım dalgaları izleyerek bir yerde kendisi de dalga oluyor, hiç karşı koymaksızın denizin oynak temposuna uyuyordu.
Sonra kalbim yavaş yavaş hırçınlaşmaya başladı, karanlık sesler yükseliyordu içimde. Kimin seslendiğini biliyordum. Bir an yalnız kalsam, içimde adlandırılamaz isteklerle, şiddetle, dengesiz umutlarla korkmuş bir halde kükrer; kükrer ve benden kurtuluş beklerdi...
Onu duymamak için, çabucak yol arkadaşım Dante’yi11 açtım; yalnız keder ve kuvvetten oluşmuş içimdeki şeytanı kovmak istiyordum. Sayfaları çeviriyor, rastgele bir dize, bir dörtlük okuyor, bütün ilahiyi hatırlıyordum; cehennemlikler ateşten sayfaların arasından bağırarak çıkıyorlardı; ötede büyük yaralı ruhlar çok yüksek bir dağa tırmanmak için çırpınıyorlardı; daha yukarıdakiler, mutlak mutluluk içindeki zümrüt çayırlarda gezinmekteydiler. Kader’in üç katlı korkunç yapısını bir inip bir çıkıyordum; sanki bu yapı benim evimmiş gibi, Cehennem, Araf ve Cennet’i kolaylıkla dolaşıyordum. Doğaüstü dizeler üzerinde gezinerek acı duymakta, durup sevinmekteydim.
Dante’yi kapadım, uzak ufka baktım. Bir küçük martı, karnını dalgaya dayadı, vücudunu büyük ve serin hazzın içine salıverdi. Güneşte yanmış, çıplak ayaklı bir erkek çocuğu deniz kıyısında belirdi; sevdalı madinada’lar12 söylüyordu; bana öyle geldi ki, çocuk bunların acısını anlıyordu, çünkü sesi, kısık horozlarınkine benzemeye başlamıştı bile...
Yıllar ve yüzyıllar boyunca, Dante’nin de yurdunda şarkılar okunmuştu. Ve nasıl sevda şarkısı erkek çocuklarını aşka hazırlıyorsa, ateşli Floransa şarkıları da İtalyan gençlerini ulusal savaşa ve özgürlüğe hazırlıyordu. Hepsi yavaş yavaş ozanın ruhunu alarak tutsaklığı özgürlüğe çeviriyorlardı.
Arkamda bir gülme duydum. Birdenbire Dante’nin doruklarından aşağı yuvarlandım. Dönünce arkamda bütün yüzüyle gülen Zorba’yı gördüm.
“Nedir bunlar patron!” diye bağırdı. “Seni saatlerdir arıyorum, ama bir türlü bulamıyorum!”
Beni sessiz ve hareketsiz görünce sesini yükseltti:
“Öğle vakti geçti, tavuk kaynadı, erimiştir zavallı! Anladın mı?”
“Anladım, ama karnım aç değil.”
Zorba, ellerini bacaklarına vurarak, “Aç değil misin?” dedi. “İyi ama, sabahtan beri bir şey yemedin ki. Vücudun da canı vardır, acı ona! Ver ona yesin, patron, ver yesin! Bizim zavallı eşeğimizdir o; onu yedirmezsen seni yarı yolda bırakır sonra.”
Ben bedenin bu zevklerini küçümserdim. Becerebilsem, ayıp bir şey yapıyormuş gibi, yemeğimi gizli yiyecektim; ama Zorba bağırmasın diye, “Peki,” dedim, “geliyorum!”
Köyün yolunu tuttuk. Saatler, kayaların arkasındaki âşıkların zamanı gibi şimşek hızıyla geçmişti. Floransa’nın ateşli soluğunu hâlâ üzerimde hissediyordum. Zorba çekinerek sordu:
“Linyiti mi düşünüyordun?”
Gülerek karşılık verdim:
“Başka neyi olacak? Yarın işe başlıyoruz, birtakım hesaplar yapmam gerekiyordu.”
Zorba, gözucuyla bana bakıp sustu. Hâlâ beni tartmakta olduğunu anlıyordum; bana inanması gerekip gerekmediğini daha kestirememişti. Yine sakınarak sordu:
“Peki nasıl bir sonuca vardın?”
“Masrafı karşılamak için, üç ay sonra, günde on ton linyit çıkarmamız gerektiği sonucuna.”
Zorba yine bana baktı, ama bu kez huzursuzdu. Biraz sonra, “Peki ama,” dedi, “hesap yapmak için neden deniz kıyısına gittin? Sorduğum için beni bağışla patron, ama anlamıyorum. Ben rakamlara bulaştım mı, toprak içindeki bir deliğe saklanmak, kör olmak, görmemek isterim. Gözlerimi kaldırıp da denizi, bir ağacı ya da ihtiyar da olsa bir kadını gördüm mü hesaplar şeytanın yanını boylar. Sayılar kanatlanır, Tanrı kahretsin, kanatlanır ve uçarlar!”
Onu kızdırmak için, “Neden Zorba?” dedim. “Çünkü kabahat sende. Aklını toparlayacak güçte değilsin.”
“Haklı olabilirsin patron. Yoruma göre değişir bu. Öyle şeyler vardır ki, yaşlı bilge Süleyman bile... Bak, bir gün, küçük bir köyden geçiyordum. Çok ihtiyar, doksanlık bir adam badem ağacı dikiyordu. ‘Ee, dede,’ dedim, ‘badem ağacı mı dikiyorsun?’ O, eğilmiş olduğu halde bana baktı ve ‘Ben, oğlum,’ dedi, ‘ölümsüzmüşüm gibi hareket ederim.’ Karşılık verdim: ‘Bense, her an ölecekmişim gibi davranırım!’ İkimizden hangimiz haklıydık patron?”
Zorba zafer kazanmış gibi baktı bana:
“Haydi söyle bakalım?” dedi.
Susuyordum. İki yol da sarp ve çetindi; ikisi de insanı doruğa çıkarabilirdi. İnsanın ölüm yokmuş gibi hareket etmesiyle, aklında her an ölüm olduğu halde hareket etmesi, belki aynı şeydi, ama, o zaman bunu bilmiyordum daha.
Zorba, alaycı bir tavırla sordu:
“Evet? Üzme kendini patron, ucunu bulamazsan, başka sözler edelim be yahu! Ben şu anda yemeği, tavuğu ve tepesinde tarçınıyla pilavı düşünüyorum; bütün beynim pilav gibi buram buram tütüyor. Önce yemek yiyelim, önce safra alalım, sonra düşünürüz. Her şey sırayla. Şimdi önümüzde pilav var; öyleyse, aklımızda pilav olmalı. Yarın önümüzde linyit olacak, aklımızda da linyit. Yarım yarım olmaz bu iş, anladın mı?”
Köye giriyorduk. Kadınlar, kapılarının eşiğinde oturmuş yavaş yavaş konuşuyor, ihtiyarlar da bastonlarına dayanmış susuyordu. Meyve dolu bir nar ağacının altında kuşüzümü gibi bumburuşuk bir kocakarıcık, küçük torununun bitlerini ayıklıyordu.
Kahvenin önünde dik vücutlu, şiş gözlü, derli toplu bir yüzü olan, karga burunlu ve arhont bakışlı bir ihtiyar durmaktaydı. Bu, bana linyiti kiralamış olan köy ihtiyar heyetinden Mavrandonis’ti. Dün bizi evine almak için Madam Ortans’a uğramıştı.
“Köyde adam yokmuş gibi, handa kalmanız çok ayıp!” demişti.
Ciddi, az konuşan bir adam; yani gerçek bir arhont’tu. Kabul etmedik. Alındı ama, diretmedi.
“Ben görevimi yaptım!” diyerek gitti.
Biraz sonra bize iki kelle peynir, bir küfe nar, bir küçük küp kuşüzümü ve bir damacana rakı gönderdi.
Uşak, eşeğin yükünü indirirken, “Kaptan Mavrandonis’in selamı var,” dedi. “‘Az şey ama candandır!’ diyor.”
Biz de köyün büyüğüne candan sözlerle teşekkür ettik.
O, avucunu göğsüne bastırarak, “Uzun ömürlü olasınız,” dedi, bir daha da konuşmadı.
Zorba mırıldandı:
“Fazla laf istemiyor, sert adam!”
“Gururlu,” dedim, “hoşuma gidiyor!”
Artık susuyorduk. Zorba’nın burun kanatları sevinçle açılıp kapanıyordu. Madam Ortans bizi kapıda karşılayıp sevinç belirten birtakım sesler çıkardı ve içeri girdi.
Zorba, avluda yaprakları dökülmüş asmanın altında sofrayı kurdu. Ekmeği kocaman kocaman dilimler halinde kesti, şarap getirdi, tabaklarla çatal kaşık koydu. Dönüp sırnaşık sırnaşık bakarak masayı işaret etti; üç kişilik servis koymuştu. Kulağıma fısıldadı:
“Anladın mı, patron?”
“Anladım, anladım, ihtiyar çapkın!”
Dudaklarını yayarak, “Kart tavuğun suyu lezzetlidir, ben bilirim!” dedi.
Çevik hareketlerle gidip geliyor, gözlerinde şimşekler çakıyor, eski sevda şarkıları söylüyordu.
“Hayat budur patron!” diyordu. “Hayat ve tavuk. Nah işte, şimdi, sanki hemen şu anda ölecekmişim gibi davranıyor ve tavuğu yemeden kıkırdamayayım diye acele ediyorum.”
Madam Ortans komutu verdi:
“Sofraya buyurun!”
Önümüze koymak üzere tencereyi kaldırdı. Fakat ağzı açık kaldı, gözü üç kişilik servise takılmıştı. Sevincinden kıpkırmızı kesildi; Zorba’ya baktı ve ak renkli kekre gözleri oynadı.
Zorba bana yavaşça, “Bacakları alevlendi!” dedi. Sonra ona döndü, “Güzeller güzeli deniz perisi,” dedi, “gemimiz battı, deniz bizi senin hükümdarlığına çıkardı, bizimle birlikte yemeği kabul et, benim denizkızım!”
İhtiyar şarkıcı, ikimizi de almak istermiş gibi, geniş boynunu açıp kapıyordu; süzüldü, önce Zorba’ya, sonra bana şefkatle sürtündü; güvercin gibi guruldayarak odasına koştu; biraz sonra fıkırdak, sallana sallana, en iyi tuvaletiyle çıkageldi; erimiş sarı şeritli, havı dökülmüş eski bir yeşil kadifeydi bu. Göğsü cömertçe açıktı, memelerinin arasına da yaprakları yolunmuş, bezden bir gül sokmuştu: İçinde papağan bulunan bir kafesi elinde tutuyordu; bunu karşı taraftaki asmaya astı.
Üçümüz de yemeğe yumulduk. Bir süre sesimiz çıkmadı. İçimizdeki hayvanı besliyor, susuzluğu şarapla gideriyorduk. Yemekler hemen kana dönüşüyor, içimiz kuvvetleniyor, dünya güzelleşiyor, yanımızdaki kadın gençleşiyor, buruşukları yok oluyordu. Karşımızda asılı duran sarı göğüslü yeşil papağan ise eğilip bize bakıyor ve bazen gözümüze büyülü, mikroskobik bir insan, bazen de aynı sarılı yeşili tuvaleti giymiş ihtiyar şantözün ruhu gibi görünüyordu. Başımızın üstünde yaprakları dökülmüş asma da, birden siyah taneli, büyük salkımlar salıverdi.
Zorba, dünyayı kucaklarmış gibi kollarını kavuşturdu. Şaşırmış bir halde bağırdı:
“Nedir bu be? Bir bardakçık şarap içiyorsun, sonra dünya alabora oluyor. Hayat nedir be, patron? Allahını seversen şu üstümüzde sarkanlar üzüm mü, melek mi, ayırt edemiyorum. Yoksa hiçbir şey mi yok, hiçbir şey mi gerçek değil? Ne tavuk ne peri ne de Girit!.. Konuş patron konuş, yoksa sapıtacağım!”
Zorba aşka gelmişti. Tavuğu bıraktı. Artık açgözle Madam Ortans’a bakıyordu. Gözleri saldırıya geçiyor, yukarı çıkıyor, aşağı iniyor ve kabarık göğsüne dalarak sanki göz değil de elmiş gibi yokluyorlardı. Hanımımızın gözceğizleri de parlıyordu. Şarabı seviyordu. Oldukça da çekmişti. Bağın iskandilci şeytanı onu geçmişe götürmüştü; yine canlanmış, göğsü de, kalbi de açılmıştı; kalkıp köylüler (onlara vahşi insanlar diyordu) kendisini görmesin diye dış kapıyı kapadı; bir sigara yakarak Fransızlara özgü kalkık burnundan halka halka dumanlar çıkarmaya başladı.
Böyle anlarda kadının bütün kapıları açıktır, nöbetçiler uyumuştur ve iyi bir söz, altının ve aşkın büyük gücüne sahiptir.
Bunun için ben de pipomu yaktım ve o iyi sözü söyledim:
“Sağ olasın Madam Ortans! Bana Sarah Bernhardt’ın gençliğini hatırlatıyorsun. Bu yabanıl çevrede, böyle incelik, böyle hoşluk, böyle kibarlık ve böyle güzelliği bulacağımı ummazdım hiç. Seni buraya, yamyamların arasına hangi Shakespeare attı?”
O, boyası dökülmüş küçük gözlerini açarak sordu:
“Shakespeare mi? Shakespeare mi?”
Aklı, görmüş olduğu tiyatroları tarayarak uçtu uçtu, Paris’ten Beyrut’a kadar kafeşantanlarda dolaştı, oradan kıyı kıyı Doğu’ya gitti, sonra İskenderiye’de avizeli ve kadife kanepeli büyük bir salondaki kadınlı erkekli kalabalığı, çıplak sırtları, kokuları, çiçekleri hatırladı; birden sahne açıldı, korkunç bir Arap göründü...
Sonunda hatırladığına sevinerek yine, “Hangi Shakespeare?” dedi. “Şu aynı zamanda Othello dedikleri mi?”
“Evet o! Seni bu vahşi deniz kıyısına hangi Shakespeare attı, hanımcığım?”
Çevresine bakındı; kapılar kapalıydı, papağan uyumuştu, adatavşanları sevişiyordu, yalnızdık. Baharat, soluk aşk mektupları, eski tuvaletler ve benzeri şeylerle dolu eski bir sandığı açıyormuşuz gibi, o da bize kalbini açmaya başlamıştı.
Rumcayı çatra patra konuşuyor, heceleri birbirine karıştırıyordu; navarhos’a13 navrakos14, epanastasi’ye15 anastasi16 diyordu. Fakat şarap sağ olsun, çok güzel anlıyorduk onu. Bazen birden kahkahayı basıyor, bazen de (kafayı iyi tutmuştuk) ağlamaya başlıyorduk.
“Yani,” (kart dilber, kokulu bahçesinin içinde bize aşağı yukarı bu masalları okuyordu) “... yani şu gördüğünüz ben, ah! Büyük ve görkemliydim. Hayır, taverna şarkıcısı değildim; ünlü bir artisttim ben; gerçek dantelli ipek kombinezonlar giyerdim. Ama aşk...”
Derin derin içini çekti. Zorba’nın ateşinden bir sigara yaktı.
“Bir navrakos’u sevdim. Girit yine ayaklanmıştı; donanmalar Suda Limanı’nda demirlendi. Birkaç gün sonra da ben demir attım. Ne görkemliydi.
İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya’nın dört navrakos’unu görmeliydiniz; baştan aşağı sırmalıydılar, ayakkabıları glase idi ve başlarında tüyleri vardı; horozlar gibi. Her biri 60-70 okka gelen büyük horozlar canımı çıkardılar... Ya o sakalları!.. Kıvırcık, ipek gibi, siyah, sarışın, kır, kumraldılar, nasıl da kokuyorlardı! Her birinin kendine özgü kokusu vardı; geceleyin ancak kokularıyla birbirinden ayırabiliyordum onları, İngiliz kolonya kokardı. Fransız menekşe, Rus misk. Ve İtalyan... Ah İtalyan! O, ambere bayılırdı. Ne sakallardı onlar, ey Hazreti İsa ve Meryem Ana, ne sakallar! Çoğu zaman beşimiz de navrakida’da17 oturur, ayaklanmadan konuşurduk. Hepimiz de açık saçık olurduk. Ben ipek bir gömlekle otururdum; durmadan şampanya ile ıslattıkları için gömlek üzerime yapışırdı. Mevsim yaz. Ayaklanmadan söz açar, önemli konuşmalar yaparlardı. Sakallarından tutar, zavallı Girit delikanlılarını bombardıman etmemeleri için yalvarırdım hep. Dürbünlerle onlara bakıyorduk, Hanya yakınında bir kayalığın üstündeydiler; karıncalar gibi ufacık olurlardı, üzerlerinde gök mavisi poturlar, ayaklarında sarı çizmeler vardı. ‘Yaşa! Yaşa!’ diye bağırıyorlardı ve bir de bayrakları vardı.”
Avluya çit görevi gören kamışlar sallandı. Eski amiral düşmanı, korkudan titreyerek durdu; kamışların arasında bir çift küçük göz arsızca parıldadı. Köyün çocukları eğlentimizin kokusunu almış, gözetliyorlardı.
Şantöz kalkmak istedi, ama beceremedi; çok yiyip içmişti, ter içinde yerine oturdu. Zorba yerden bir taş aldı; çocuklar bağırarak kaçıştılar.
Zorba, sandalyesini sürükleyerek, “Söyle periciğim, söyle!” dedi. “Söyle altınım!..”
“İşte canım, en çok yüz bulduğum İtalyan’a diyordum ki... Sakallarını tutarak şöyle diyordum işte: ‘Kanavarom (adı böyleydi), Kanavarocuğum, bum bum yapma! Bum bum yapma!..’ Görüyorsun ya... Giritlileri kaç kez ölümden kurtardım ben! Kaç kez topları hazırdı da ben, Kanavrakos’un sakallarını tutup ona bum bum yaptırmıyordum! Ama, bu iyiliğimi bilen kim? Eğer, siz bir madalya gördünüzse ben de gördüm...”
Madam Ortans insanların hayır bilmezliğine kızdı, yumuşak, küçük ve buruşuk yumruğunu masaya vurdu.
Zorba da açık ve çok iş görmüş dizlerini daha çok açtı. Herhalde heyecandan olacak, kadının ellerini tutup bağırdı:
“Bubulinam,18 ne olursun bum bum yapma!”
Bizim hatun fıkırdayarak, “Çek şu pis ellerini!” dedi. “Sen beni kim sandın ayol?”
Sonra tatlı tatlı Zorba’ya baktı.
Tepeden tırnağa arsızlık kesilen bizim ihtiyar madrabaz, “Tanrı var!” diyordu. “Üzülme Bubulinam! Tanrı var; burada biz de varız, içini çekme öyle...”
Kart Fransız karısı, kanlanmış küçük mavi gözlerini gökyüzüne kaldırdı, fakat kafesinde uyuyan yemyeşil papağanıyla karşılaştı.
Bir güvercin gibi sevdalı sevdalı guruldadı:
“Kanavaro! Kanavaro!”
Papağan bu sesi tanıdı, gözlerini açtı, kafesin tellerine asıldı ve boğulan bir insanınkini andırır kısık bir sesle bağırmaya başladı:
“Kanavaro! Kanavaro!”
Zorba, fethetmek istermiş gibi çok çalışmış dizlere elini uzattı, “Buyurun!” diye bağırdı.
İhtiyar şantöz, sandalyesine sürtündü ve yine buruşmuş küçük ağzını açtı:
“Ben de göğüs göğüse, kahramanca savaştım. Ama kötü günler de geldi: Girit özgürlüğe kavuştu, donanmalar gitme emrini aldı. Ben dört sakalı yakalamış, bağırıyordum: ‘Ben ne olacağım? Beni nereye bırakıyorsunuz? Büyüklüğe, şampanyalarla tavuklara alıştım, bana selam veren genç bahriyelilere, öylece yatmış erkekler gibi bana bakan o güzelim toplara alıştım! Dört kez dul kalan benim halim ne olacak navrakos’larım?’ Onlarsa gülüyordu (Ah şu erkekler!), beni sterlinlere, poundlara, liretlere, ruble ve franklara boğdular. Bunları çoraplarıma, koynuma ve pabuçlarıma doldurdum. Son gece ağlayıp bağırıyordum. Navrakos’lar bana acıdılar, leğeni şampanya ile doldurup beni içine soktular; önlerinde yıkandım (söylemiştim, aramızda saklı gizli yoktu). Sonra kulakları çınlasın, bardaklarını daldırıp bütün şampanyayı içtiler! Ve sarhoş olup ışıkları söndürdüler. Sabahleyin tepeden tırnağa, kat kat menekşe, kolonya, misk ve amber kokuyordum. Ben, dört büyük devleti İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya’yı na şuramda, koynumda tutuyor ve onlarla şöyle oynuyordum işte!..”
Ve Madam Ortans, dizlerinde bir bebeği sallarmış gibi, tombul ve kısa kollarını kaldırıp indiriyordu.
“Nah, böyle böyle!.. Sabah olunca da toplar atılmaya başladı, namusum üzerine yemin ederim ki toplar atılmaya başladı ve on iki kürekli beyaz bir sandal beni dışarı, Hanya’ya çıkardı.”
Küçük mendilini tutarak avutma kabul etmez bir halde ağlamaya başladı.
Zorba, heyecanla bağırdı:
“Bubulinam, kapat gözceğizlerini, gözceğizlerini kapat. Kapat gözceğizlerini altınım, Kanavarom benim!”
Bizim hanım yine nazlı nazlı kırıttı:
“Çek o pis ellerini, dedim sana! Surata bak! Nerde o parlak apoletler, üç köşeli şapka ve kokulu sakallar? Ah! Ah!..”
Zorba’nın ellerini tatlı tatlı sıktı; yine ağlamaya başladı.
Hava serinlemişti. Sustuk. Kamışların ötesindeki deniz bu kez sakin ve şefkatli, içini çekti. Rüzgâr durmuştu, güneş battı. İyi beslenmiş iki karga üstümüzden geçti; kanatları ipekli bir kumaş (bir şantözün ipekli gömleği diyelim) yırtılmış gibi hışırdadı.
Karanlık, altın bir toz gibi düşüyor, avluyu örtüyordu. Madam Ortans’ın zülfü alevlendi. Kaçmak ve yangını erkek başlarına bulaştırmak istermiş gibi, akşamın hafif rüzgârında şiddetle sallanmaya başladı. Yarı açılmış göğsü, açık, kart ve tombul dizleri, boynundaki buruşukluklar ve dipsiz küçük kunduraları altınla doldu.
Bizim kart dilber ürperdi. Gözyaşı ve şaraptan kızarmış gözlerini yarı yarıya kapadı, kâh bana, kâh da tekelerinkine benzeyen kuru sarkık dudaklarıyla başına dikilen Zorba’ya bakıyor ve –artık hava iyiden iyiye kararmıştı– hangimizin Kanavaro olduğunu anlamaya çalışıyordu. Zorba, hararetle, “Bubulinam!” diye gururlanmaktaydı.
Artık dizini onunkinin üstüne atmıştı.
“Tanrı da yok, şeytan da yok!” diyordu. “Sen üzülme. Başçağızını kaldır, elceğizini yanağına dayayıp aman aman çek ki, ecel gebersin!”
Zorba alevlenmişti. Sağ eliyle bıyığını buruyordu, sol elini de şantöze uzatmıştı. Kesik kesik konuşuyordu, gözleri baygındı. Artık hiç kuşkusuz, karşısında, bu boyanıp mumyalanmış kocakarıyı değil, kadınlara verdiği adla “dişi ırk”ın bütününü görmekteydi. Kişilik kaybolur, yüz silinir, genç ya da moruk, güzel ya da çirkin, hepsi anlamsız bir değişikliğe uğrardı; her kadının arkasında Aphrodite’in onurlu, kutsal ve sır dolu yüzü belirirdi.
Zorba bu yüzü görür, bununla konuşur, bunu isterdi; Madam Ortans sadece geçici, donuk bir maskeden başka bir şey değildi. Zorba ölümsüz ağzı öpmek için bu maskeyi yırtıyordu.
Yalvaran kesik sesi yeniden duyuldu:
“Kar gibi boynunu kaldır altınım! Kar gibi boynunu kaldır da, çek aman aman!”
İhtiyar şantöz, çamaşırdan yıpranmış çatlak elini yanağına götürdü, gözleri baygınlaştı; acıklı, korkunç bir çığlık attı, baygın gözlerle Zorba’ya bakarak (artık seçimini yapmıştı), belki bin kez tekrarladığı sevgili şarkısına başladı:
Hayatımın akışında
Neden rastladım sana...
Zorba da silkindi, içeriden santuru getirdi; yerde bağdaş kurdu, santuru soydu, dizlerinin üzerine yerleştirdi, kocaman ellerini uzattı.
“Of! Ooof!” diye uludu. “Bir bıçak al da kes beni Bubulinam!”
Gece basmaya başlayıp da, akşam yıldızı gökyüzünde yuvarlandığı ve santurun insana suç işleten sesi işitildiği zaman, tavuk, pirinç, kavrulmuş badem ve şarapla dolmuş olan Madam Ortans, ağırlığını Zorba’nın omzuna vererek eğildi ve içini çekti. Kemikli omuzlarına hafifçe sürtündü, esnedi, yine içini çekti.
Zorba bana bir işaret yaptı, “Bacakları tutuştu patron!” dedi, fısıldayarak. “Sen kaç!”