Bugün yavaş yavaş, tatlı tatlı yağmur yağıyor; gökyüzüyle toprak, sonsuz bir tatlılıkla birleşiyorlar. Koyu gri renkte, taştan bir Hint kabartmasını hatırlıyorum: Erkek, kollarını kadına dolamış, öyle birleşiyorlar ki, insan, bir an havanın vücutları yalayıp yediğini, iki böceğin birleştiğini ve ince yağmurun başladığını, bir an da, her ikisini birden toprağın yavaşça, şehvetle, birbirine sıkıca sarılmış halde yuttuğunu sanıyor.
Barakada oturuyor, dünyanın karardığını, kül yeşili renkteki denizin ışıldadığını görüyorum. Denizin bir ucundan öbür ucuna, ne insan ne sandal yelkeni ne de bir kuş var. Yalnız, açık duran küçük pencereden toprak kokusu giriyor içeri...
Ayağa kalkıp dilenci gibi elimi yağmura uzattım. Birden ağlayasım geldi. Islak topraktan bağırsaklarıma, kendim için değil, bana ait olmayan, daha derin, daha karanlık bir itme yükseliyordu. Panik! Kaygısızca otlarken, birdenbire, hiçbir şey görmeden çevresinin sarılı olduğunu ve kurtulamayacağını sezen bir hayvanın kapılabileceği panik...
Bağırmak istedim; bunun beni hafifleteceğini biliyordum, ama utandım.
Gökyüzü durmadan alçalıyordu; küçük pencereden dışarı baktım. Bulutlar linyit tepesini örtmüş, o eğik kadın yüzü onların arasına gömülüp kaybolmuştu. Bu ince yağmurun yağdığı saatlerin hepsi, sanki insanın kelebek ruhunu ıslatıp toprağa gömen bir baskıdan başka bir şey değildir. Kalbimde birikmiş bütün acı anılar, dostlardan ayrılışlar, yitirilen kadınların gülümseyişi, kendileri de kelebekler gibi yolunup yalnız kurtları kalan umutları hatırlarım; bu kurt, kalbimin yaprakları üzerinde sürünüp onları yer.
Yavaş yavaş, uzakta, ta Kafkas’ta kalmış olan gurbet yolcusu dostum, yağmur ve ıslak toprağın içinden çıkıp yine kalbimde belirdi. Kalemi aldım, kâğıdın üstüne eğildim; yağmurun ağını yırtabilmek, baskıyı kovabilmek için onunla konuşmaya başladım:
Sevgili Dostum,
Sana, birkaç ay kalıp oynamak üzere kader ile anlaştığım Girit’in ıssız bir kıyısından yazıyorum. Kapitalist, linyit kuyusu sahibi, işadamı rolünü oynar ve oyunum rast giderse o zaman oynamadığımı söyleyip yalnızca büyük bir karar aldığımı ve hayatımın değişiverdiğini söylerim.
Giderken, beni kâğıt faresi olmakla suçladığını hatırlarsın. Ben de bunun üzerine inada bindirdim, bir süre için –ya da sonuna kadar– kâğıtları bırakıp eyleme girmek kararını aldım. Küçük bir linyit dağını kiraladım; işçiler, kazma kürekler, asetilen lambaları, küfeler, küçük arabalar satın aldım; dehlizler açtım, şimdi onların içine gömülüyorum. Böylece, inadına, kâğıt faresiyken, kazan ve yerde lağımlar açan tarlafaresi oldum.
Bu değişikliği uygun göreceğini umarım. Sık sık benimle alay ederek öğrencim olduğunu söylersin. Ben ise, gerçek hocanın borcu ile kazancının ne olduğunu pek iyi bildiğim için bundan yararlanırım. Gerçek hoca, öğrencisinden öğrenebileceği her şeyi öğrenmeli, gençliğin ne yöne gittiğini anlamalı, o da ruhunu oraya doğru yöneltmelidir. Ben işte böyle, öğrencimin hocalığına takılarak Girit’e geldim.
Benim buradaki sevincim çok büyük. Çünkü çok çok basit şeylere seviniyorum. Sevincim, dayanıklı nesnelerden fışkırıyor: temiz hava, güneş, deniz ve kepekli ekmek. Akşamları önümde bağdaş kurup Türkler gibi oturan, ağzını açıp konuşarak dünyayı ferahlatan bir Denizci Sinbad var. Bazen, sözler yetmedi mi, ayağa fırlayıp raks eder; bazen raks yetmezse santurunu dizlerinin üstüne alır ve çalmaya başlar.
Bazen çaldığı hava vahşidir, birden insana hayatının anlatılmaz derecede tatsız ve kara bahtlı olduğunu; bazen de çaldığı hava acıklı olduğundan, hayatın, kum gibi parmaklar arasından geçip gittiğini duyarsın; ama her defasında bunun bir çaresi bulunmadığını anlattığı için seni ağlamaklı eder.
Ruhum, göğsümün bir yanından öbürüne ok gibi gidip gelerek mekik gibi şu Girit’te kalacağım birkaç ayı dokur; Tanrı affetsin ama, ben kendini mutlu sanırım.
Konfüçyüs der ki: “Pek çokları mutluluğu, insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha da alçakta; ama mutluluk insanın boyu hizasındadır.” Doğru. Yani, ne kadar insan boyu varsa, o kadar da mutluluk vardır. Benim şimdiki mutluluğum budur, ey sevgili öğrencim ve öğretmenim; şimdi boyumun ne olduğunu öğrenmek için, huzursuzluk içinde onu yeniden yeniden ölçüyorum. Çünkü, iyi bilirsin ki, insanın boyu hep aynı kalmaz.
İnsanın ruhu iklimle, sessizlik, ıssızlık ya da kalabalıkla nasıl da değişir! Buradaki yalnızlığımdan dolayı insanlar beni, senin mutlaka sanacağının aksine, karıncalar gibi değil, karbonik asit ve koyu kozmogonik çürümeyle doymuş hava içinde yaşayan dinozor ve pterodaktil gibi büyük canavarlar olarak görüyorlar. Anlaşılmaz, budala ve acıklı bir vahşi orman. Senin sevdiğin sakin kavramlar olan “vatan” ve “dostluk” ile beni saran “üstün vatan” ve “insanlık”, yıkıp yok etmenin aynı güçlü rüzgârı karşısında aynı değeri taşırlar. Bazı heceleri, hatta bazen heceleri de değil, bazı söylenmemiş sesleri, bir a’yı, bir u’yu söylemek için kurulmuş olduğumuzu hisseder, sonra bozuluruz. Hatta, en büyük düşüncelerin bile işkembelerini açtığın zaman, onların da içlerine, tenekeden bir motorun özenle yerleştirilmiş olduğu, kepekle doldurulmuş kuklalar olduklarını görürsün.
İyi bilirsin ki, bu en katı düşünceler, cesaretimi kırmakla kalmayıp içimdeki alevin kaçınılmaz kundakçılarıdır. Çünkü hocam, Buddha’nın da dediği gibi, ben “gördüm” ve keyifle fantezi dolu, görünmeyen sahne vaizine karşı gözümü yumarak görüp düşündüğüm için de yeryüzündeki rolümü kendi kendime, yani cesaretle ve acelesiz oynayabilirim. Çünkü, bu rolü bana, yalnız beni kuran o vermiş değil, kendi isteğimle, ben de kendi kendime kuruldum. Neden? Çünkü “gördüm” ve Hacivat İlah’ın sahnesinde oynadığım eserde, ben de birlikte çalıştım.
Böylece, gözüm dünya sahnesinde dolaşırken uzakta, Kafkas’ın efsanevi haydut yatakları içinde senin de oynadığını ve ırkımızdan tehlikede olan binlerce candan birkaçını kurtarmak için çabaladığını görüyorum. Sen sahte bir Prometheus’sun, ama kendileriyle savaştığın ve seninle savaşan açlık, soğuk, hastalık ve ölüm gibi karanlık güçlere gerçek kurbanlar verdireceksin. Bana kalırsa, gururlu olduğun için, karanlık güçlerin bu kadar çok ve yenilmez oluşuna sevineceksin sen; çünkü böylelikle, özellikle ruhunun seferberliği de, umutsuzca daha trajik bir büyüklük kazanınca, amacın da daha kahramanca olacaktır.
Sen bu hayatı mutluluk olarak kabul edersin, kuşkusuz. Mademki öyle kabul edersin, öyledir de... Şimdi sen de mutluluğu boyunun ölçüsüne göre biçtin ve artık, çok şükür Tanrı’ya, senin boyun benimkinden büyük. İyi bir öğretmen, şundan daha güzel bir armağan istemez: kendinden üstün öğrencisi olması!
Ben sık sık unutuyor, yanılıyor, sendeliyorum, dinim dinsizliklerden yapılmış bir mozaiktir; bazen içimden, küçük bir ânı alıp karşılığında bütün hayatımı veresim gelir. Ama sen dümeni sağlam tutuyor ve en tatlı, ölesiye anlarda bile rotayı nereye çevirdiğini unutmuyorsun.
Bir zaman, birlikte İtalya’dan geçip Yunanistan’a döndüğümüzü hatırlar mısın? O sıralarda tehlikede bulunan Pontus bölgesine gitmeye karar verdiğimizi ve onu kurtarmaya gittiğimizi... İkinci tren gelinceye kadar yalnız bir saat vaktimiz olduğu için, küçük bir kentte, alelacele trenden inmiştik. İstasyon yakınında yemyeşil, ağaçlık bir parka girmiştik; geniş yapraklı ağaçlar, muzlar, koyu madenî renkli kamışlar, çiçekli bir dala yapışmış arılar... Emildiği için sevinerek titreyen dal.
Düşteymişiz gibi sessiz, heyecanlı, ilerliyorduk. Çiçekli yolun bir dönemecinde, birdenbire karşımıza, yürüyerek okuyan iki genç kız çıkmıştı. Çirkin mi, yoksa güzel miydiler, hatırlamıyorum. Hatırladığım şey, birinin sarışın, öbürünün esmer olduğu ve ikisinin de bahar bluzları taşıdığıdır.
Ancak düşlerde elde edilen bir cesaretle arkalarından gittik ve sen gülerek onlara dedin ki: “Okuduklarınız üzerinde konuşabilir ve tartışabiliriz.” Onlar Gorki’yi okuyordu. Acelemiz olduğu için çabucak hayattan, yoksulluktan ve ruhun başkaldırıcı oluşundan, aşktan söz etmeye başladık...
Duyduğumuz sevinç ve acıyı asla unutamam. Eski dostlar, eski sevgililerdik sanki. Bu iki yabancı kızın ruh ve vücutlarına karşı sorumluluğumuz varmış da, birkaç dakikaya kadar sonsuza dek ayrılacakmışız gibi, acele ediyorduk; fırtınalı havada bir insan kaçırma, bir ölüm korkusu vardı.
Tren gelip düdüğünü öttürdü; biz uyanıyormuş gibi silkindik ve el sıkıştık. Ellerin umutsuzca sarılışını, ayrılmak istemeyen on zavallı parmağı nasıl unutabilirim? Kızlardan birinin benzi solmuştu, öteki hem gülüyor, hem de titriyordu.
O zaman sana şunları söylediğimi hatırlıyorum: “Yunanistan. Anayurdumuz. Görev... Nedir bütün bunların anlamı? Asıl gerçek burada işte.” Ve sen de şöyle karşılık vermiştin: “Yunanistan. Anayurdumuz. Görev... Bunlar hiçbir şey demek değil. Yine de bizler, bu hiçlik adına, seve seve yok olmaya koşarız.”
Ama, bütün bunları sana neden yazıyorum? Seninle birlikte yaşamış olduklarımızdan hiçbirini, ama hiçbirini unutmadığımı söylemek için... Ve sonunda mektuplarımda, birlikte bulunmakla edindiğimiz iyi ve kötü alışkanlıktan, bir arada olduğumuz zaman bir türlü açıklayamadığım şeyleri açığa vurmak fırsatını elde etmiş olmak için.
Yanımda bulunmadığın, yüzümün nasıl bir biçim aldığını görmediğin ve böylece ben de, aşırı duyarlı ve gülünç görünme tehlikesiyle karşı karşıya bulunmadığım şu anda, seni çok sevdiğimi söyleyebilirim.
Mektubu bitirdim, dostumla konuşmuş, hafiflemiştim. Zorba’yı çağırdım. Islanmamak için bir kayanın altına büzülmüş, hava yoluyla ilgili denemelerini yapıyordu.
“Gel Zorba!” diye bağırdım. “Kalk, köye gidip gezelim!”
“Keyiflisin patron! Yağmur yağıyor!.. Yalnız gitmez misin?”
“Keyfim var ve kaybetmek istemiyorum! Birlikte olursak korkmam! Gel!”
Güldü.
“Bana gereksinme duymandan hoşlandım! Haydi, gidiyoruz!..”
Kendisine hediye etmiş olduğum sivri külahlı, küçük Girit kaputunu giydi; çamurlara bata çıka yola koyulduk.
Yağmur yağıyordu. Tepeler kapanmıştı, rüzgâr esmiyor, taşlar parlıyordu. Sis, linyitin olduğu tepenin sivriliğini yumuşatmıştı. Bir kadın yüzünü andıran tepe, sanki hüzünle örtülmüş, yağmurun altında sanki bayılmıştı.
“Yağmur yağarken insanın kalbi acı çeker,” dedi Zorba. “Kusura bakma ama patron.”
Bir çitin dibine eğildi, ilk yabani zambakları kopardı. İlk kez zambak görüyormuş gibi, uzun uzun doymak bilmeyen bir gözle onlara baktı, gözlerini yumarak kokladı; içini çekti, sonra bana verdi.
“Patron,” dedi, “taşların, çiçeklerin, yağmurun söylediklerini bir bilseydik! Belki bağırıyorlardır, bağırıyorlardır bize de işitmiyoruzdur. Nah işte, tıpkı bağırdığımız halde, onların da bizi duymadığı gibi. Dünyanın kulakları ne zaman açılacak patron? Ne zaman gözlerimiz açılacak da göreceğiz? Taşlar, çiçekler, yağmur ve insanlar, kucaklarımız ne zaman açılıp birbirimize sarılacağız? Sen ne dersin patron? Bu konuda, kitaplar ne söylüyor?”
Zorba’nın sevdiği deyimi kullanarak karşılık verdim:
“Elinin körünü söylüyor, elinin körünü! Bunu söylüyorlar işte, başka bir şey değil...”
Zorba kolumdan tuttu, “Aklıma bir şey geldi,” dedi. “Bunu sana söyleyeceğim, ama kızmayacaksın: Bütün kitaplarını bir yere yığ ve yak. O zaman... anlama olanağını bulursun belki...”
İçimden bağırdım:
“Doğru, doğru!.. Doğru ama, yapamam!”
Zorba durakladı, düşündü, biraz sonra, “Ben bir şeyler anlıyorum...” dedi.
“Neyi? Söylesene Zorba!”
“Biliyor muyum ben de? Bana öyle geliyor; bir şeyler anlıyorum işte! Ama söylemek istersem bozarım. Günün birinde keyfim olursa, bunu sana raksla anlatırım.”
Artık yağmur hızlanmıştı. Köye yaklaşıyorduk. Küçük kızlar koyunlarını otlatmaktan dönüyordu. Çiftçiler öküzlerini sapandan çıkarıp tarlalarını yarı sürülmüş halde bırakmışlardı. Kadınlar sokaklardan çocuklarını topluyordu. Bu beklenmedik yağmur karşısında köyde, sevimli bir panik başlamıştı. Kadınlar çığlıklar atıyor, ama gözleri gülüyordu. Erkeklerin sivri sakallarından ve düşük bıyıklarından iri damlalar dökülmekteydi. Toprak, taşlar ve otlar kokuyordu.
Namus Kasabı ve Kahvehanesi’ne sırsıklam bir halde daldık. Çok kalabalıktı; bazıları prafa oynuyor, bazıları karşılıklı dağlardaymışlar gibi yüksek sesle konuşuyordu.
Dipteki küçük bir masanın önünde Barba Anagnosti, beyaz, geniş kollu gömleğiyleydi, sessiz ve ciddi Mavrandonis, gözleri yere dikilmiş nargile içiyordu; orta yaşlı, kuru bir adam olan öğretmen, kalın sopasına dayanmış, Kastro’dan henüz dönerken bu büyük kentin harikalarını anlatan iriyarı, kıllı bir adamı dinliyordu. Tezgâhından kalkmış olan kahveci de dinliyor, gülüyor ve kızgın külde sıralanmış olan ibrikleri aklından çıkarmıyordu.
Barba Anagnosti bizi görür görmez ayağa kalktı.
“Bu yana buyurun hemşeriler!” dedi. “Sfakianonikolis bize Kastro’da gördüklerini ve başına gelenleri anlatıyor... Hoş bir şey... Buyurun da dinleyin!”
Sonra, kahveciye döndü.
“İki rakı, Manolaki!” dedi.
Oturduk. Çoban kılıklı yabanıl herif, biz yabancıları görüverince toparlanıp sustu. Öğretmen onu konuşturmak için sordu:
“Tiyatroya da gittin mi bari, Kaptan Nikoli? Nasıl buldun onu bakalım?”
Sfakianonikolis, kocaman elini uzattı, şarap bardağını avuçladı, bir dikişte içerek cesaret buldu:
“Gitmez olur muyum!” diye bağırdı. “Gittim elbette... Kotopuli, Kotopuli26 diye işitip dururduk; bir akşam istavroz çıkarıp kendi kendime şöyle dedim: Dinim hakkı için gideceğim, ben de gidip göreceğim şunu! Ne Allah’ın belasıdır acaba, bu Kotopuli dedikleri?”
Barba Anagnosti sordu:
“Peki ne gördün ulan Nikoli? Tanrı aşkına söyle ne gördün?”
“Hiçbir şey görmedim; dinime imanıma hiçbir şey! Tiyatro diye duyunca, oraya gidip zevk alacağını sanırsın. Yazık oldu verdiğim paraya! Sandalye, fenerler ve insanlarla tıka basa dolu, harman gibi yuvarlak bir kahvehaneydi orası. Kendimi kaybettim, gözüm karardı, çevremi göremiyordum. ‘Şeytan alsın!’ dedim. ‘Burada bana büyü yapıyorlar, kaçayım!’ Ama, bir piliç elimden tuttu. ‘Beni nereye götürüyorsun be?’ dedim. Aldırmadı; götürdü, götürdü, sonra dönüp dedi ki: ‘Otur!’ Oturdum. Önümde, arkamda, sağımda, solumda adamlar vardı. ‘Boğulacağım ulan!’ diye düşündüm, patlayacağım... Hava yok! Yanımdakine döndüm: ‘Permadonalar27 ne zaman çıkıp gelecek be bacanak?’ dedim. ‘Nah, şunun içinden!’ dedi ve bana bir perdeyi gösterdi. Ben de gözlerimi perdeye diktim. Sahiden de, bir çan çaldı, perde açıldı ve o Kotopuli dedikleri çıktı. Dinime imanıma bu, Kotopuli28 falan değil, bayağı kadındı. Her yanıyla kadın. Bir aşağı, bir yukarı kuyruk salladı, kırıttı falan... Adamlar bıkınca alkışladılar, o da içeri girdi.”
Köylüler kahkahayı bastı. Sfakianonikolis ciddileşti, utandı; kapıya doğru baktı. Sözü değiştirmek için, “Yağmur yağıyor!” dedi.
Hepsi kahkahayı bastılar. Tam o sırada, şeytanın işi bu ya, siyah eteğini dizlerine kadar çekmiş, saçları omuzlarına dökülmüş bir kadın koşarak geçti. Tombuldu, her yanı oynuyordu, üstüne yapışmış olan elbisesi, çırpınan balık gibi, baştan çıkarıcı olan oynak vücudunu ortaya çıkarmaktaydı.
İrkildim. Ne biçim canavardı bu? Bana, insan yiyen bir dişi kaplan gibi görünmüştü.
Kadın bir an için kahveye baktı ve kılıç gibi keskin bakışlarını gezdirdi; yanan yüzü ışıldadı, gözleri kıvılcımlandı.
Camın yanında oturan, yanakları ayva tüylü bir genç mırıldandı:
“Panayamu!”29
Kır bekçisi Manolakas mırıldandı:
“Tanrı kahretsin seni azgın karı! Hepimizin bacaklarına ateş salıyorsun, sonra da söndürmüyorsun!..”
Camın yanında oturan genç, bir şarkıya başladı; önceleri yavaş ve çekingen ve hep aynı olan sesi, boğuk bir horozunkini andırıyordu:
Ayva gibi kokuyor dulun yastığı,
Kokladım ben de
Ve yerini bulmuyor kafam!
Mavrandonis, nargilesinin marpucunu kaldırarak bağırdı:
“Patla!”
Genç büzüldü. Saçı sakalı uzamış bir ihtiyar, kır bekçisi Manolakas’a doğru eğilerek alçak sesle, “Amcan yine kızdı,” dedi. “Eline bir geçirse, zavallı kadını lime lime eder; Tanrı ömrünü uzun etsin!”
Manolakas, “Ee, ihtiyar Androlios,” dedi, “sanırım sen de kendini dulun eteğine kaptırdın. Utanmıyor musun? Üstelik bir de kandil yakıcısısın!”
“Sen benim dediğime bak... Tanrı ona sağlık versin! Son zamanda köyümüzde doğan bebekleri gördün mü? Çocuk değil, melek bunlar. Bu nedendir sanırsın? Dul kadın sağ olsun! Bütün köyün neşesi o; kandili söndürünce karıma değil de dula sarılıyorum sanır insan. Böylece de senin anlayacağın, köyümüzün çocukları güzel oluyor.”
İhtiyar Androlios bir an sustu, biraz sonra mırıldandı:
“Ne mutlu ona sarılan ellere! Ah ulan, Mavrandonis’in Pavlis’i gibi yirmi yaşında olaydım!..”
Birisi, “Neredeyse çıkar gelir!” dedi ve güldü.
Kapıya baktılar; tulumlardan boşanırcasına yağıyor, sular taşların üzerinde horozlar gibi ötüyor, şimşekler ara sıra havayı kılıç gibi kesiyordu. Dulun geçişinden hâlâ şaşkın halde olan Zorba, bana bakıp bir işaret yaptı.
“Artık yağmıyor patron, gidelim!” dedi.
Kapıda şaşkın, iri gözlü, saçları karışmış, çıplak ayaklı bir genç göründü; Vaftizci Yahya’nın da resmini, açlıktan ve tapınmaktan gözleri böyle alabildiğine açılmış olarak yaparlar.
Birkaçı gülerek bağırdı:
“Hoş gelmişsin Mimitos!”
Her köyün bir salağı vardı; olmasa bile, vakit geçsin diye köy yaratır; Mimitos da bu köyün salağıydı.
“Köylüler, köylüler, Sürmeli Dul koyununu kaybetti; kim bulursa beş okka şarap bahşiş var.”
Yine Mavrandonis’in sesi duyuldu:
“Çık dışarı, cin çarpması, çık dışarı!”
Mimitos, korkmuş bir halde, kapının yanındaki köşeye büzüldü.
Ona acıyan ihtiyar Anaynostis, “Otur ulan Mimitos!” dedi. “Bir rakı iç de donmayasın. Sonra köyümüz delisiz kalırsa ne yaparız?”
Solgun, yanakları tüylenmiş, pörtlek mavi gözlü bir genç, kapıda göründü. Soluk soluğaydı; alnına yapışmış saçlarından sular akıyordu.
Manolakas bağırdı:
“Hoş gelmişsin Pavlis! Hoş geldin kardaşlık! Topluluğumuza buyur!..”
Mavrandonis baktı, oğlunu gördü ve kaşlarını çattı. “Bu benim oğlum mu?” diye düşündü. “Bu bücür mü? Kime benziyor bu? Ensesinden yakalayıp ahtapot gibi yere çarpasım geliyor!”
Zorba sanki diken üstündeydi! Dul kadın beynini tutuşturmuştu ve artık dört duvar arasına sığmıyordu. İkide bir bana, “Gidelim patron,” diyordu, “gidelim; patlayacağız burada!”
Bulutlar dağılmış da, güneş görünmüş gibi geliyordu ona.
Kahveciye baktı; önem vermiyormuş gibi görünerek sordu:
“Kim bu dul?”
“Bir kısrak!” dedi Kodomanolios.
Sonra, parmağını dudaklarına götürdü Zorba. Yeniden gözlerini yere dikmiş olan Mavrandonis’e gözüyle işaret ederek, “Bir kısrak,” dedi. “Günaha girmemek için ondan söz etmeyelim.”
Mavrandonis kalktı, marpucu nargilenin boynuna sardı.
“Kusura bakmayın,” dedi, “eve gideceğim; gel buraya Pavlis, arkamdan gel!”
Oğlunu aldı, kendisi öne düştü ve ikisi yağmurun içinde kayboldular. Manolakas kalktı, arkalarından gitti.
Kodomanolios, hemen Mavrandonis’in sandalyesine kuruldu. Yanındaki masalardan duymasınlar diye alçak sesle, “Zavallı Mavrandonis kederinden çatlayacak!” dedi. “Yüreğine büyük bir ateş düştü. Dün kulaklarımla Pavlis’in şöyle dediğini duydum: ‘Onu almazsam intihar ederim!’ Ama, utanmaz karı istemiyor onu; sümük diyor ona.”
Dulun sözünü duyunca patlayıveren Zorba, yine, “Gidelim patron!” dedi.
Horozlar ötmeye başlamıştı; yağmur da durur gibi olmuştu.
“Gidelim!” deyip ayağa kalktım.
Mimitos köşesinden fırlayıp arkamızdan koştu.
Taşlar parlıyordu. Islak kapılar simsiyah kesilmişti. İhtiyar kadınlar sepetçiklerini almış, salyangoz toplamaya çıkmışlardı.
Mimitos, arkamdan gelip koluma dokundu.
“Kimi seviyorsan, onun başı için bana bir sigara ver patron!” dedi.
Verdim. Güneşte pişmiş ince elini uzattı:
“Ateş de ver!”
Verdim. Derin bir nefes çekti, dumanı burun deliklerinden çıkardı, gözlerini yarı yarıya yumdu. Sonra mutlu bir halde mırıldandı:
“Beylik bu işte!..”
“Nereye gidiyorsun?”
“Dulun çiftliğine. Koyunu için tellaklık yaparsam, bana yemek vereceğini söyledi.”
Acele acele yürüyordu. Bulutlar biraz açılmıştı, güneş göründü. Yeni yıkanmış olan bütün köy gülümsedi. Zorba sordu:
“Dul hoşuna gidiyor mu Mimitos?”
Ve çenesi öylece, sarkmış halde kaldı.
Mimitos ise kıkırdadı:
“Neden hoşuma gitmesin bacanak? Ben de maden ocağından çıkmadım ya!..”
Kendimi tutamayıp sordum:
“Maden ocağından mı? Ne demek istiyorsun Mimitos?”
Ürperdim. “Ancak bir Shakespeare, en yaratıcı anlarında, doğuşun bütün karanlık ve pis kokan gizlerini, bu kadar gerçekçi bir biçimde anlatacak cümle bulabilirdi,” diye düşündüm.
Mimitos’a baktım; gözleri iri, şiş ve biraz da şaşıydı.
“Gününü nasıl geçiriyorsun Mimitos?”
“Nasıl geçireceğim? Bey gibi! Sabah uyanınca bir parça ekmek yerim. Sonra hamallık yaparım; nerede bulursam; onun bunun işini yapar, gübre taşır, fışkı toplarım. Bir kamışım var, onunla balık avlarım. Ağıtçılık yapan teyzem Kira Lenio’nun evinde otururum. Herhalde bilirsiniz onu; herkes bilir! Fotoğrafını bile almışlardır onun! Akşam olunca eve dönüp bir çanak yemek yer, varsa şarap da içerim; yoksa, Tanrı’nın suyu bol! Karnım davul olur. Sonra, hayırlı geceler!”
“Sen de evlenmeyecek misin Mimitos?”
“Ben mi? Delirdim mi ben? Sen ne diyorsun oğlum? Başıma bela mı alayım? Kadın pabuç ister! Ben nerede bulayım? Nah işte, kendim yalınayak geziyorum.”
“Peki, senin çizmelerin yok mu?”
“Olmaz olur mu? Geçen yıl birisi öldü de, Lenio teyzem kendisi ayaklarından çizmelerini çıkardı. Ama ben onları yortularda giyip kiliseye gidiyor, papazları seyrediyorum. Sonra çıkarıyor, boynuma asıp eve dönüyorum.”
“Dünyada en çok neyi seversin Mimitos?”
“Önce ekmeği. Hey gözünü sevdiğim! Sıcak sıcak, hele bir de buğday ekmeği oldu mu! Ulan, arpadan da olsun be! Sonra şarabı severim... Sonra uykuyu...”
“Ya kadını?”
“Püff! Ben sana ne diyorsam odur! Ye, iç, sonra dayan uykuya! Ötesi maval!”
“Ya dul?”
“Senin iyiliğine söylüyorum, bırak, şeytan alsın onu!”
Üç kere tükürüp istavroz çıkardı.
“Okuma yazma bilir misin?”
“Yok yahu! Küçükken zorla okula götürdüler; ama çabucak tifoya tutulup aptal oldum. Böylece de kurtuldum.”
Konuşmalarımdan bıkmış olan Zorba, dulu düşünmekteydi.
“Patron!” deyip kolumdan tuttu. “Bizim kendi konuşacaklarımız var.”
Sesini alçalttı; heyecanlanmışa benziyordu:
“Patron, burada kendini göstermeni istiyorum; erkek cinsini utandırma. Tanrı ya da şeytan sana bu mezeyi yolluyor, dişlerin de var, gayri bırakma onu! Elini uzatıp yakala! Tanrı bizde niçin el yarattı? Tutalım diye; öyleyse sen de tut! Ben hayatımda çok kadın gördüm, fakat lanet olsun!.. Şu dul, kaleleri temellerinden yıkar.”
Öfkeyle, “Bela istemem!” dedim.
Kızmıştım, çünkü ben de, koku yüklü azgın bir canavar gibi önümden geçmiş olan, bu güçlü kuvvetli vücudu ta içimden istemiştim.
Zorba korkuyla, “Bela istemiyorsun!” dedi. “Peki, ya neyi istiyorsun patron?”
Karşılık vermedim.
“Hayat beladır, ölüm değil,” dedi Zorba. “Sen, canlı insan ne demektir, bilir misin? Kuşağını çıkarıp kavga aramak demektir.”
Konuşmuyordum. Zorba’nın haklı olduğunu biliyordum, biliyordum ama, cesaretim yoktu. Hayatım yanlış yola sapmıştı, insanlarla olan ilişkilerimi bir iç konuşma haline sokmuştum. O kadar düşmüştüm ki, bir kadına âşık olma ile kitap okuma arasında seçim yapmam gerekse, kitabı seçerdim.
Zorba konuşuyordu:
“Hesaplaşmayı bırak patron, bırak bu numaraları, kır namussuz teraziyi, beni dinle, kapat bakkal dükkânını. Ruhunu kurtaracağın ya da gömeceğin zaman, işte bu zamandır. Dinle bak patron: Bir mendil al, iki-üç lirayı (ama altın olsun, kâğıt değil, çünkü onlar göz boyamaz) kenarına düğümle, Mimitos ile dula gönder, ne söyleyeceğini de tembihle; ‘Kömür patronunun selamları var, buyurun, şu mendili alın. Az şey ama, sevgisi çokmuş. Koyun kaybolsa da üzülmeyesinmiş; biz buradayız, korkmasın diyorlar! Senin kahveden geçtiğini görmüş de, kafası karışmış!’ Bu işte!.. Sonra, hemen ertesi akşam –erkenin hikmeti vardır– kapısını çalarsın. Yolunu şaşırdığını, havanın karardığını söyler, bir fener vermesini istersin. Ya da birden başının döndüğünü bildirir, bir bardak su rica edersin. Ya da daha iyisi şu: Başka bir koyun alır ona götürürsün: ‘Buyurun hanımcığım,’ dersin, ‘kaybettiğin koyunu ben buldum.’ Ve dul, sen beni dinle patron, sana bahşişini verecektir. Sen de –Ah atının arkasında ben olsam!– Cennet’e atla girersin, dinle beni! Başka Cennet yoktur, zavallıcığım benim; papazlara kulak asma; başka Cennet yoktur!”
Artık dulun bahçesinde ilerlemekteydik, Mimitos içini çekerek o kadın sesiyle acısını dile getirmeye başladı:
Kestane şarap ister, çeyiz ise bal!
Delikanlı kız ister, kız ise delikanlı!
Zorba pergelleri açtı, burun kanatları oynadı. Durdu, derin bir nefes aldı, bana baktı.
“Ee, şimdi?” dedi ve heyecanla bekledi.
Hemen karşılığını verdim:
“Gidiyoruz!”
Adımlarımı sıklaştırdım.
Zorba kafasını salladı, bir şeyler homurdandı, ama anlamadım.
Barakaya gelince bağdaş kurdu, santurunu dizlerinin üzerine uzattı, şarkıları kafasında ayıklıyormuş gibi, derin bir düşünceye dalmış halde kafasını kaldırdı; çok acı, çok içli bir şarkıya başladı...
Ara sıra, yan gözle bana bakıyordu. Anlıyordum ki, bana sözle söyleyemediğini santurla söylüyordu. Hayatımın boşuna geçtiğini, dul ile benim iki böcek olduğumuzu, güneşte bir saniye yaşadıktan sonra sonsuza dek öldüğümüzü... Artık asla! Artık asla!..
Zorba birden kalktı. Boşuna çabaladığını anlamıştı. Duvara dayandı, bir sigara yaktı, sonra, “Patron,” dedi, “sana bir gün Selanik’te bir hocanın bana söylemiş olduğu sözü söyleyeceğim; boşuna olsa bile söyleyeceğim... O sırada Selanik’te seyyar satıcılık yapıyordum. Mahallelerde dolaşıyor, yumaklar, iğneler, azizlerin hayatlarını, kokulu günlük ve biber satıyordum. Bülbül gibi bir sesim vardı. Şunu bil ki, kadınlar sese de tutulurlar –Neye tutulmazlar ki, dişi domuzlar!–, içlerinde neler olup bittiğini bir şeytan bilir! Çirkin, topal, kambur olabilirsin, ama tatlı bir sesin var da şarkı söyleyebiliyorsan, kadınlar şapşallaşıverir... Neyse, seyyar satıcılık yapıyor, mahallelerden de geçiyordum; anlaşılan zengin bir karı, sesime tutulup keçileri kaçırmıştı. İhtiyar birini çağırdı, avucunu mecitlerle doldurdu ve ‘Aman,’ dedi, ‘satıcıyı çağır gelsin, aman! Göreyim onu, dayanamıyorum!’ Adam gelip beni buldu, ‘Ulan Rumoğlu,’ dedi, ‘gel benimle!’ ‘Gelmem!’ dedim, ‘Nereye götüreceksin beni?’ ‘Ulan Rumoğlu, serin sular gibi bir hanım, odasında seni bekliyor, gel!’ ‘Hayır, gelmem!’ dedim. ‘Tanrı’dan korkmaz mısın sen, gâvur?’ ‘Neden korkacakmışım?’ ‘Ulan gâvuroğlu, çünkü bir kadınla birleşecek halde olup da birleşmeyen bir kimse, büyük günah işlemiş olur. Bre! Bir kadın yatağına çağırsın da sen gitmeyesin... Ruhun mahvoldu demektir! Bu kadın, Tanrı’nın büyük mahkemesinde içini çekecektir ve kadının bu iç çekişi, kim olursan ol, ne kadar iyilik yapmış olsan da seni Cehennem’e attırır!’”
Zorba içini çekti:
“Eğer Cehennem varsa, ben Cehennem’e gideceğim; nedeni de bu olacak. Çaldığımdan, öldürdüğümden, zina yaptığımdan değil, hayır, hayır! Bunlar hiçbir şey değil! Tanrı bunları bağışlar. Ama ben, o gece, bir kadın yatağında beklediği halde gitmediğim için Cehennem’e gideceğim.”
Ayağa kalktı, yaktığı ateşe yemeği oturttu. Yan yan baktı. Alaylı alaylı gülümsedi.
“Sağırın, istediğin kadar kapısını çal!” diye mırıldandı ve eğilip ıslak odunları hırsla üflemeye başladı.