9

Günler kısaldıkça aydınlık çabuk çekiliyor ve her ikindi vakti insanın kalbine bir sıkıntı çöküyordu. Kış aylarında, güneşin hep daha erken battığını gören ataların ilkel korkusu yeniden başlıyordu. Atalar umutsuzca, “Yarın tümüyle batacak!” diye düşünür, bütün gecelerini tepelerde, “Doğacak mı?” sıkıntısı içinde geçirerek titrerlerdi.

Zorba bu sıkıntıyı benden daha derin ve daha ilkel bir biçimde duyuyordu. Kurtulmak için, yeraltında açtığı geçitlerden, ancak yıldızlar gökyüzünde yandığı zaman çıkardı.

Daha az küllü ve daha az nemli, daha çok sıcaklık veren bir linyit damarına rastladığı için Zorba sevinçliydi. Çünkü, yıldırım hızıyla kazancın biçimini değiştiriyor, onu yolculuk, kadın ve yeni yeni serüvenler haline sokuyordu. Bazen, böyle çok kazanıp çok kanada sahip olmak –paraya kanat derdi– ve uçmak için sabırsızlanırdı. Bunun için de minyatür hava yolu ile denemeler yaparak uykusuz kaldığı geceler olurdu. Odunların yavaş yavaş, melekler taşıyormuş gibi inmeleri için tam eğimi bulmak istediğini söylerdi.

Bir ara, büyük bir tabaka kâğıtla renkli kalemler aldı; dağı, ormanı, hava yolunu, tele asılı halde inen odunları çizdi ve her odunun sağına soluna, iki büyük mavi kanat yaptı. Yuvarlak olan küçük limana ise, papağan yavruları gibi, yeşil bahriyelileri olan siyah vapurlar, sarı ağaç gövdelerini taşıyan mavnalar çizdi. Dört köşede ise dört keşiş duruyor, ağızlarından, üzerlerinde siyah büyük harflerle şu sözler yazılı bulunan çiçekli kurdeleler çıkıyordu:

“Sen ne büyüksün Tanrım ve yarattıkların ne hayranlık vericidir!”

Zorba son günlerde ateşi çabuk çabuk yakıyor, yemeği pişiriyor, yedikten sonra köy yolunda kayboluyordu. Bir süre geçince de üzgün üzgün geri dönerdi.

“Yine nerelerde dolaşıyordun Zorba?” diye sorardım.

“Boş ver patron!” der, konuyu değiştirirdi.

Bir akşam dönüşünde üzgün üzgün bana sordu:

“Tanrı var mı, yok mu? Sen ne dersin, patron? Ve eğer varsa –Olur a!– sen onu nasıl düşünüyorsun?”

Ben omuz silkip sustum.

“Gülme ama patron, ben Tanrı’yı tıpkı kendim gibi düşünüyorum. Yalnız daha uzun boylu, daha kuvvetli, daha kaçık ve ölümsüz. Yumuşak pöstekiler üzerinde rahat rahat oturuyor. Onun barakası da gökyüzü. Bizimki gibi gaz tenekeleriyle değil, bulutlardan yapılmış. Sağ elinde kılıç ve terazi değil –bu aletler katillerle bakkallara özgüdür– Tanrı’nın elinde yağmur bulutu gibi suyla dolu büyük bir sünger var. Sağında Cennet, solunda Cehennem. Zavallı ruh, vücudunu yitirmiş olduğu için çırılçıplak bir halde gelir ve tir tir titrer. Tanrı bakıp bakıp bıyık altından güler; ama umacı taklidi yapar ona: ‘Gel buraya, lanetli seni!..’ Ve sorguya başlar. Ruh, Tanrı’nın ayaklarına kapanır: ‘Aman!’ diye bağırır. ‘Günahlarım!’ Sonra da, günahlarını saymaya koyulur. Söyler, söyler, bitmek bilmez. Tanrı da bıkar, esner, ‘Sus artık!’ diye bağırır, ‘Kulaklarımı sağır ettin!’ Ve ‘Paaf!’ diye süngerle bir tane vurup bütün günahlarını siler: ‘Defol, Cennet’e git!’ der. ‘Petro! Al şu zavallıyı da içeri!’ Yani, şunu bilmelisin ki patron, Tanrı büyük bir arhont’tur, büyük bir beyefendidir. Beyefendilik demek de, bağışlamak demektir.”

O akşam Zorba, bana bunları sıraladığı sırada güldüğümü hatırlıyorum, ama o zamandan beri, Tanrı’nın bu arhont’luğu, içimde merhametli, cömert ve sonsuz kuvvetiyle gelişiyordu.

Başka bir akşam, yağmur yağdığı için barakamızda büzülmüş, yine mangalda kestane pişiriyorduk; Zorba döndü, büyük bir sırrı eşelemek ister gibi bir süre bana baktı. Sonunda dayanamadı.

“Şunu öğrenmek istiyordum patron!” dedi. “Bende ne Allah’ın belasını buluyorsun da, kulağımdan tutup dışarı atmıyorsun? Sana, bir adımın da ‘Pas Hastalığı’ olduğunu, çünkü nereye gidersem kuruttuğumu söylemiştim. Senin de işine şeytan karışacak; at beni dışarı diyorum sana!”

“Hoşuma gidiyorsun,” dedim, “ötesini sorma!..”

“Ama sen bende, aklın dört yüz dirhem olmadığını anlamıyor musun patron? Belki beş yüz dirhem, belki de üç yüz dirhemdir; biliyorsam Allah belamı versin. Ama dört yüz dirhem olmadığı garanti. Bak da anla işte: Şimdi günler ve gecelerdir dul bana rahat vermiyor. Kendim için değil, yemin ederim değil. Ben –Şeytan alsın o kadını!– hiçbir zaman kendisine dokunamayacağımı çok iyi biliyorum. Benim dişime göre değil o... Fakat, yine de boşa gitmesini istemiyorum. Yalnız yatmasını istemiyorum. Haksız bir şey bu patron... Gönlüm razı değil buna!.. Geceleri de bahçesinin çevresinde dolanıyorum, –bunun için de sen beni kaybedip nereye gittiğimi soruyorsun–, neden biliyor musun, biri gidip onunla yatıyor mu, göreyim de içim rahat etsin diye.”

Güldüm.

“Gülme patron!” dedi. “Eğer bir kadın, yalnız yatıyorsa, bunun suçu bizde, bütün erkeklerdedir. Yarın, Tanrı’nın huzurunda hepimiz hesabını vereceğiz. Tanrı bütün günahları bağışlar, dedik ya süngeri var; ama onu bağışlamaz! Kadınla yatacak halde olup da, bunu yapmayan erkeğin vay haline patron! Bana o adamın da ne söylemiş olduğunu hatırla.”

Bir süre sustu, sonra birden, “Bir insan öldükten sonra bir daha doğabilir mi?” diye sordu.

“Sanmam Zorba.”

“Ben de sanmam. Ama bir doğabilse, şimdi şu dediğimiz adamlar, şu hizmete yanaşmayanlar, asker kaçakları diyelim, dünyaya nasıl gelirler, bilir misin? Katır olarak!”

Yine sustu, düşündü; birden gözleri parladı. Sevinçle, “Kim bilir,” dedi, “belki gördüğümüz bütün katırlar yaşadıkları sürece, ha varmış ha yokmuş soyundan erkekler, ha varmış ha yokmuş soyundan kadınlar olan şu abullabutlar, yani şu heriflerdir. Bunun için katır oldular; bunun için o kadar inatçı olup çifte atıyorlar. Zatın ne der patron?”

Gülerek karşılık verdim:

“Sende aklın üç yüz dirhem olduğunu söylerim, Zorba. Kalk da santuru getir!”

“Bu akşam santur yok patron; gücüne gitmesin hiç. Konuşuyor, konuşuyor, saçma şeyler söylüyorum, neden biliyor musun? Çünkü büyük kaygılarım var. Büyük üzüntülerim de... Şu lanet yeni geçit başıma iş açacak. Sen de bana santurdan söz ediyorsun.”

Konuştu, sonra kestaneleri ateşli külden çıkardı, bana bir avuç verdi. Kadehlerimize rakı doldurdu. Tokuştururken, “Tanrı rast getirsin!” dedim.

Zorba düzeltti:

“Tanrı ters getirsin! Şimdiye kadar rasttan hayır görmedik.”

Sulu ateşi30 başına dikti, yatağına uzandı.

“Yarın,” dedi, “kuvvetli olmalıyım; bin şeytanla güreşeceğim. Hayırlı geceler!”

Ertesi sabah Zorba, erkenden linyitin içine gömüldü. Artık yeni geçidi iyi bir damara kadar ilerletmişlerdi, sular tepeden damlıyor, işçiler çamura batıp çıkıyordu.

Zorba, daha birkaç gün önceden geçidi desteklemek için kütükler getirmişti, ama kaygılıydı. Kütükler gerektiği kadar büyük değildi ve bütün bu yeraltı geçidini, kendi bedeni gibi yaşamasına neden olan o şaşmaz içgüdüsüyle desteklerin sağlam olmadığını hissediyor, başkaları için çok hafif, işitilmez olan gıcırtıları, sanki tavan takımları ağırlıktan iç çekiyormuş gibi duyuyordu.

Bugün Zorba’yı daha da huzursuz yapan başka bir şey de vardı: Geçide inmeye hazırlandığı sırada, köy papazı Stefanos katırına binmiş, yakındaki kadınlar manastırına, ölmek üzere olan bir rahibenin yanına gitmek için bizim oradan geçiyordu. Zorba onu görür görmez, daha o konuşmadan önce, çok şükür ki, kendi göğsüne üç kere tükürecek zamanı bulmuştu.

Papaz’ın selamına yarım ağızla karşılık verdi:

“Günaydın ihtiyar!”

Az sonra da, daha alçak sesle, “Destur ya Şeytan!” dedi.

Ama, bu lanet okumaların felaketi kovmaya yetmeyeceğini bildiği için, yeni geçide heyecanla daldı.

Ağır bir linyit ve asetilen kokusu vardı. İşçiler daha geçenlerde direkleri dikip geçidi bağlamaya başlamışlardı. Zorba, sert ve suratı asık bir halde,

“Günaydın!” dedi ve büzülüp çalışmaya başladı.

On kadar işçi, kazmalarıyla damara vuruyor, kömürler ayaklarının dibine yığılıyor, öbürleri de onu kürekleyip küçük el arabalarıyla dışarı taşıyordu.

Zorba bir ara durdu, işçilere de bir işaret yapıp kulağını dikti. Nasıl bir atlı atıyla, bir kaptan gemisiyle bütünleşirse, Zorba da madenle bütünleşiyor, geçitlerin, galerilerin kendi içindeki damarlar gibi dallandığını hissediyor, dağın karanlık kütlelerinin geç anladığını, Zorba, insanca bir açıklıkla daha önce ayırt ediyordu.

Koca kulaklarını dikmiş, dinliyordu. Ben de tam o sırada oraya ulaşmıştım. Sanki kötü bir önsezim varmış, sanki bir el beni itmiş gibi. Silkinip uyanmış, giyinip dışarı fırlamış, neden ve nereye olduğunu bilmediğim halde, bedenim doğruca kömürün yolunu tutmuştu. Tam da, Zorba’nın kulaklarını kaygıyla dikip bir şeyler işitmeye çalıştığı sırada oraya varmıştım.

Az sonra, o, “Bir şey değil,” dedi. “Bana öyle gelmiş. İşinize bakın çocuklar!”

Döndü, beni görünce dudak büktü:

“Ne işin var sabah sabah burada patron?”

Sonra, yanıma gelip yavaşça fısıldadı:

“Yukarı, hava almaya çıkmaz mısın patron? Gezmek için buraya başka gün gelirsin, ha?”

“Ne oluyor, Zorba?”

“Hiç! Benim görüşüm bu. Sabah sabah yoluma bir papaz çıktı da. Hadi uzaklaş buradan!”

“Tehlike varsa, gitmem ayıp olmaz mı?”

“Olur.”

“Sen olsan kaçar mıydın?”

“Hayır.”

“Öyleyse?”

Sinirli bir halde, “Benim, Zorba için önlemlerim ayrıdır, başkaları için ayrı,” dedi. “Ama madem kaçmanın ayıp olduğunu anlıyorsun, kaçma, kal!”

Çekici aldı, ayaklarının ucuna bastı; tepedeki ağaç direklerini kalın çivilerle çivilemeye başladı.

Direklerin birinden bir asetilen lambası aldım; çamurların içinde bir aşağı bir yukarı dolaşarak, koyu kestane renginde ve parlayan damara bakıyordum. Aşılmaz ormanlar batmış, aradan milyonlarca yıl geçmişti; toprak, kendi çocuklarını çiğnemiş, sindirmiş, onları değiştirmişti. Ağaçlar kömürleşmiş, Zorba da gelip onu bulmuştu.

Lambayı yerine astım. Zorba’nın çalışmasına bakıyordum. Kendini tümüyle işe veriyordu, aklında başka bir şey yoktu; toprakla, kazmayla, kömürle bir oluyordu. Sanki çekiç, çiviler, onun vücudu olmuştu da, odunla uğraşıyorlardı. Geçidin karın veren tavanıyla uğraşmaktaydı. Bütün bir dağla boğuşuyor ve kömürü alıp gitmek istiyordu. Zorba, maddeyi çok iyi tanıyor, tanıyor ve en zayıf bulduğu, onu alt edebileceğini anladığı yerine yanılmaz bir sezgiyle vuruyordu. Şu anda onu, her bir yanı kömüre bulanmış ve yalnızca gözlerinin aklarını parlar görünce, kömürle örtünüp gizlendiğini, düşmanı daha kolay izleyip kaleye girebilmek için kendisinin de kömür olduğunu düşünmüştüm.

Çocukça bir hayranlıkla, “Aferin Zorba!” diye bağırdım.

Dönüp bakmadı bile. Elinde kazma yerine küçük bir kalem tutan “gün görmemiş bir ten”le oturup sohbete mi girişecekti şimdi? İşi vardı, konuşmaya tenezzül etmiyordu. Bir akşam bana, “Çalışırken benimle konuşma, kırılabilirim,” demişti. “Kırılır mısın, Zorba? Neden?” “Yine nedenini soruyorsun, küçük bir çocuk gibi. Sana nasıl anlatayım? İşime teslim olmuşum, tepeden tırnağa gerilmişim, kendisiyle savaştığım taşa ya da kömüre ya da santura perçinlenmişim. Ansızın bana dokunur, benimle konuşur da işimden alıkorsan, kırılabilirim. Ama sen nereden anlayacaksın!”

Saatime baktım, ona geliyordu.

“Öğlen yemeği için mola vermenin zamanı geldi arkadaşlar!” dedim. “Bir saat geçmiş.”

İşçiler sevinçle aletlerini bir köşeye attılar, terlerini sildiler; geçitten çıkmaya hazırlanıyorlardı. İşine teslim olan Zorba beni duymamıştı. Ama duysaydı da paydos etmezdi.

İşçilere, “Bir dakika durun da, birer sigara vereyim,” dedim.

Paketi bulmak için ceplerimi arıyordum. İşçiler başımda bekliyordu.

Zorba birden irkildi; kulağını geçidin duvarına yapıştırdı. Asetilen lambasının ışığında, açılmış, kıvrılmış ağzını gördüm.

“Ne oldu Zorba?” diye bağırdım.

Aynı anda, tepemizde geçidin bütün tavanı titredi.

Zorba kısık bir sesle bağırdı:

“Kaçın! Kaçın!..”

Çıkış yerine doğru koştuk. Daha ilk ağaç desteklerine varmadan tepemizde daha kuvvetli ikinci bir titreme duyuldu. Zorba o sırada büyük bir kütüğü kaldırmış, laçka olan bir ağaç desteğine kuvvetle dayanmaya çalışıyordu; yapabilirse belki tavan birkaç saniye için daha dayanacak, biz de kaçmaya vakit bulacaktık.

Zorba’nın sesi bu kez ta yerin içinden çıkıyormuş gibi, daha boğuk duyuldu:

“Kaçın!”

Hepimiz, güç anlarda insanın içini dolduran o korkuyla, Zorba’yı düşünmeden dışarı fırladık. Ama, birkaç saniye sonra ben kendimi toparlayabildim; geri döndüm.

“Zorba!” diye bağırdım. “Zorba!”

Bağırdığımı sanmıştım, ama sonra, sesimin gırtlağımı aşmadığını anladım; korkudan sesim kısılmıştı.

Utandım. Geriye doğru bir adım daha attım, kollarımı açtım. Zorba desteği sağlamlaştırmıştı; çıkış yerine doğru, bataklığın içinde kayarak koşmaya çalışıyordu. O hızla, yarı karanlıkta bana çarptı. İstemeden birbirimize sarıldık. O kısılmış sesiyle homurdandı:

“Yol ver! Yol ver!”

Koşup ışığa kavuştuk; giriş yerinde toplanan işçiler sapsarı kesilmiş; sessizce dinliyorlardı.

Ortasından kırılan ağaç gövdesini andıran, daha kuvvetli üçüncü bir gıcırtı duyuldu. Birden yuvarlanır gibi bir uğultu patladı, dağ sarsıldı, geçit çöktü.

İşçiler, istavroz çıkararak mırıldandılar:

“Ulu Tanrım!”

Zorba öfkeyle bağırdı:

“Kazmaları içerde mi bıraktınız?”

İşçiler susuyordu. Zorba yine kızgın bir sesle bağırdı:

“Neden alamadınız? Donlarınıza doldurdunuz değil mi babayiğitler! Aletlere yazık değil mi? Tuh size!”

“Şimdi kazmaları mı düşüneceğiz, Zorba?” dedim. “Dua edelim ki insanlara bir şey olmadı. Sağ olasın Zorba, hepimiz hayatımızı sana borçluyuz!”

Zorba, “Karnım aç!” dedi. “Bu iş karnımı acıktırdı.”

Bir taşın üstüne bırakmış olduğu azık mendilini aldı, açıp içinden ekmek, zeytin, soğan, haşlanmış bir patates ve küçük bir susak içindeki şarabı çıkardı.

Ağzı dolu bir halde, “Buyurun çocuklar, yiyelim!” dedi.

Sanki kuvvetinin büyük kısmı birden kaçmış da, kalbini yeniden kanla doldurmak istermiş gibi olanca hızıyla tıkınıyordu.

Eğilmiş, konuşmadan atıştırıyordu; küçük susağı aldı, kafasını da kaldırdı, kurumuş gırtlağında şarap fokurdadı.

İşçiler de yüreklendiler; onlar da uydurma paketlerini açıp yemeye başladılar. Hepsi Zorba’nın çevresinde bağdaş kurup oturmuştu, hem yiyor hem ona bakıyorlardı. Ayaklarına kapanmak, ellerini öpmek istiyorlardı, ama onun ne kadar sert, ne kadar garip biri olduğunu bildikleri için, hiçbiri bu işe kalkışamıyordu.

Sonunda, kalın bıyıklı ve en yaşlıları olan Mihelis kararını verdi, “Sen olmasaydın, Kir Aleksi,” dedi, “çocuklarımız şimdi öksüz kalacaktı.”

Zorba, ağzı dolu dolu, “Patla!” diye karşılık verdi.

Ve bir daha kimse konuşmaya yanaşamadı.

30. Yazar “sulu ateş” diye rakıyı kastediyor. (Ç.N.)