bulmuş ve 40 yıllık bu hatıralar eşyası karşısında çarpılıp kalmıştır)... Büyük bir taş merdiven; lokanta hizmetinde, at koşturacak kadar kocaman bir salon ve deniz ve park tarafında karşılıklı yatak odaları... Onunki, otele girer girmez, solda, park tarafındaki ilk oda... Ah, bu odada geçirdiği aylar!..

Birkaç gün hasta yattı. Otel penceresine bitişik gibi duran, henüz ilkbaharın giydiremediği bir ağaç, bir ağaç iskeleti... Her istikamette dalları ve dallarının üstünde daha küçük, derken küçük üstünden en küçük dallariyle, bu ağaç, ateşi 39'u aşan ona şöyle diyor:

149 148 - Bak, ben tek ve sabit bir gövde üzerinde sayısız bir dağılışın ve bu dağılışı merkezinde düğümleyen "tek" ve "bir"in ne ihtişamlı mimarîsini heykelleştiriyorum! Bak ve düşün!.. Deniz tarafından gelen şimal rüzgârının çıldırttığı bu dallar, her yöne doğru gidip gelir ve fezadaki istikamet ihtimallerinin, yahut ihtimâl istikametlerinin ayrı ayrı kapısını çalarak ıstırap dolu eller gibi bir yalvarış senfonisi bestelerken, o, yatağında ve beyin kıvranmaları içinde...

O günlerde ona müthiş tesir eden bir hadise olmuştur: Ahmed Hâşim'in ölümü...

Birkaç gün gecikmeyle gelen Dstanbul gazetelerinden hasta yatarken öğrendiği bu haber, tesirini Genç Şa-ir'in en zaif ve hassas ânında onu kalbinden bıçaklarcası-na göstermiş ve günlerce peşini bırakmamıştır.

Bu hassasiyette, içinde kıvrandığı gurbet dekorundan ve hastalığından daha dokunaklı bir müessir var:

Birkaç yıl evvel, Güzel Sanatlar Akademisi balosunda, Peyami Safa'ya en iğrenç küfürleri basan, Sanat Tarihi Hocası Ahmed Haşim'i tokatlamıştı.

Akademi Müdürü Namık Dsmail'e Peyami Safa ile Genç Şair'i göstererek: - Namık, bu serserileri buraya neden çağırdın?

Diye haykıran Ahmed Haşim, karşısına Peyami çıkınca ona en galiz tarafından sövmeye başlamış, bunun üzerine Genç Şair, Haşim'e sağlı ve sollu iki tokat atmış ve balo birbirine girmişti.

Dşin Babıâli ahlâkı bakımından en hazin tarafı şu ki, Ahmed Haşim gibi bir şaire sırf arkadaşı Peyami Safa'ya ettiği hakaretten ötürü darılan Genç Şair, kısa bir müddet sonra onu, Peyami ile kol kola Babıâli'den aşağı doğru inerken görmemiş miydi!!! Olur şey değil!!! Sen

dostun için birini tokatla, sonra o gitsin, senden önce onunla barışsın!.. Peyami, dış görünüşüne, hattâ içindeki bazı celâdet ve hak asabiyeti noktalarına rağmen bu sadakatsiz adamdı ve hep bu adam kalacaktı.

Dşi gücü, banka işleri dışında okumakla ve düşünmekle geçiyor, aradabir de Dstanbul'daki civelek Beyaz Rus Madama Fransızca mektuplar yazıyor.

Trabzon'da bir hal, ebedî bir yağmur... Yağmur değil, pudra gibi ipince bir çiseleme... Vicdan kıvranışı, ter döküşü gibi bir şey... Bir gün, on gün değil, hep böyle, gece ve gündüz böyle... Bir gece sinemaya gideyim dedi. Yazın ilk günleri geldiği için bir açık hava sineması bu... Ve yağmur... Sinemanın kapısında filmin ismi: "Bir millet uyanıyor!" Dlerde göreceğiz "Deli Nizam", Nizameddin Nazif'in Dstiklâl Harbine ait, -sözüm ona-eseri... Yağmur rutubet pudrası halinden su püskürtüsüne döndü.

Kapıdan megafonla bağırıyorlar: - "Bir millet uyanıyor!" Gelin!.. Ve bir çocuk bağırmakta: - Bir millet uyanıyor! Gidin!

Gerçekten, filmin içinde de, dışında da ahmak ıslatan altında bir millet... Bu yağmur, bu Trabzonlu yağmur onu adetâ hasta etti, cebine birtakım sinir ilâçları yerleştirmesine yol açtı veona "acaba kalb hastası mı oluyorum?" gibilerden bir korku aşıladı.

Dyi havalarda oturduğu parka gelen askerlik arkadaşı bir maliye müfettişi ve yanındaki vergi müdürü onu teselli ediyorlar:

- Yok canım, otuzundan önce umumiyetle kalb hastalığı olmaz.