Ve böylece Mistik Şair, bağlı olduğu yolun ruhani-yetiyle sırf Dlâhî hıfz halinde masun ve Büyük Doğu'ya doğru yol almakta serbest kalmış oluyor.
254 "SABIK ŞADR" SENE 1943... Mistik Şair 39 yaşında... O zamana 'kadar gazetelerde giriştiği Dslâmî mücadele yüzünden siki ve sanatı ihmâl ettiği sanılan kahramanımızın yeni ismi Sabık Şair... Bu adı Fikret Âdil takmış; ve kavgasını be-nimsemeyenlerce bu yeni ismi zevkle benimsenmiştir. Onlar istiyor ki, göğsündeki tahta çubuk sıkılınca ellerini çırpan ve zillerini öttüren kuklalar tarzında, Sabık Şair yalnız "Kadın Bacakları" soyundan şiirler yazsın ve politikadan uzaklaşsın... Bilmiyorlar ki, onların "politika" dediği, günlük menfaat (strateji)si hesaplarından ibarettir; Sabık Şair'inkiyse, yeni ve bütün bir cemiyet inşası ve ilk modeli 1839 markalı sahte inkılâpların ürettiği mesnetsiz cemiyeti taş üstünde taş bırakmaksızın yıkma, yerle bir etme dâvası... Buna politika değil, dâva hamlesi
derler; ve politika dedikleri tenkiye aleti kabilinden cüce vasıtalar böyle bir gayeye hizmetçilik bile edemez. Bu kof adamlar, şiirin üstün idrak, tahassüs haline gelmiş fikir olduğunu da bilmedikleri ve onu bir nevi kör dilenci armoniği saydıkları için Sabık Şair'i hep (solo)sunu icraya devam
yolunda görmek istiyorlar ve kendilerine yön habercisi davulculuk işi gibi gelen faaliyetinden ötürü onu yeriyorlar... Bu güne kadar hâlâ devam eden bu telâkki, hem şiiri, hem de cemiyet inşacılığını anlamama neticesidir; ve bâtıllar arasında en bâtılı... Düşünmelidir ki, şiir yine esastır, orkestrada birinci keman mevkiindedir; ve o kemanı dinleyebilmek ve tesirini tadabilmek için davulların haber verdiği yönde bir düzlüğe çıkmak, o düzlükte dâvanın (metropolis - büyük belde)sini kurmak, o dünya görüşünün maddî ve manevî iklimini mayalandırmak lâzımdır. Yani, dön, dolaş, yine şiir... Şiir yine merkezde... Bir tefekkürün tahassüsü, yahut bir tahassüsün tefekkürü gibi, içice ve sarmaş - dolaş... Eğer Sabık Şair'e
255 dâvanın yalnız tahassüs cephesi düşmüyor da fikir ameleliği de yükleniyor, zira işin bu cephesinde kimsecikler görünmüyorsa, bundan cemiyet utansın; veya mutlak kudret sahibinin bu hususta da Sabık Şair'e verdiği fikir payına dikkât edilsin!.. Böyle düşünen yoktur!
Eğer şiir Kafdağındaki billur şatoda soylulara ziyafet demekse, şatonun mutfak ve bulaşık işinin de şaire düştüğü diyar, burası... Ve eğer şato sahibi, salonunda arandığı zaman mutfakta bulunuyorsa, bu da, muayede saloniyle mutfağı denk tutma borcunun hakkı, yoksa şato sahibini atıcılığa indirici bir iş değil...
Dşte bu "Sabık Şair" ifadesi bu kadar bâtıl!.. O kadar bâtıl ki, doğrudan doğruya fiil bakımından bile... Sabık Şair "Çile"den başlayarak "Sakarya Türküsü", "Zindandan Mehmet'e Mektup" ve daha niceleri gibi, şiirde ve her şeyde ön eserlerini bu Sabık Şair çığırında yazmış ve belirttiği gibi "lâhik şair" devrinin birbuçuk ciltlik verimini bu devre içinde 80 cilde ulaştırmıştır. Ne çare ki, Babıâli katırlarına saman yerine (orkide) verilirse, katır onu tükürür ve "nerede benim samanım ve
samanımın şiiri?" diye anırır. (Parkinson) hastalığı diye korkunç bir illete tutulup, eli, ayağı ve dili tutmaz hale gelen ve 1974 yılında ölen Fikret Âdil, son günlerinde kendisini görmeye gelen Sabık Şair'in, o yıl yazılmış "Perdeler" adlı şiirini dinlerken gözyaşlarına boğulmuş ve hafakanlar içinde, kelimesi kelimesine demjıştir ki:
- "Sabık Şair" ismini sana ben taktım! Şimdi de bu isabetsizlikten utanıyor ve senden af diliyorum! Meğer seh lâhik şairmişsin!..
Dönelim yine 30 küsur yıl öncesine: Evlendikten sonra Vaniköyü'nde "leb-i derya" dedikleri, suyla toprağın öpüştüğü çizgi üzerinde bir yalıyı mekân edinmiş, deniz şırıltısı, martı kuşu gakgakları ve
256 "Şirket-i Hayriye" vapurlarının düdük sesleri arasında, şehir homurdanmalarından uzak, kitaplarına abanmış ve Büyük Doğu plânına dalmış, oturuyor.