Efendisinin bir notundan öğrendiğine göre, suçlu mürid, eğer gerçek mürid ise, cezasını mürşidi dünya ha-

(*) Vefatı da Mayıs ayındadır 267

yatındayken görmez de vefatından sonra yüklenir. Eğer gerçek mürid, yani seçilmiş ve kütüğe nakşedilmişlerden değilse bu dünya çerçevesinde kahra uğramayabilir; hesa-. bı ötelere kalmıştır. Bu bakımdan Sal>:k Şair, silleyi yer yemez, her şeyden önce seçilmişlerden ve kütüğe

nakşedilmişlerden olmanın saadetiyle içice, büyük acıyı tekrar yaşamaya başladı. Kovulmaz fikirler, ruhunu bir deliğe tıkıp önüne nöbetçi diken idrak burkuntuları altında öyle kıvranıyordu ki, bir gün bu hale âdeta haykırarak şöyle hitap etti:

- Nedir, güveler gibi beynimin kıvrımlarında yuvalanmaktaki bu ısrar?.. Kim ve ne üflüyorsa bu sabit fikirleri ruhuma, sıkıysa gelsin imanıma musallat olsun, bakalım onu sarsabilir mi?

Sanki üzerine zırhlı tank kuvvetleri saldırıyordu da, o, "sıkıysa hava kuvvetleri gelsin, bakalım, çatımı ve temelimi sarsabilir mi?" demeye getiriyor, en emin sığınak içinde "hodri meydan!" diyordu.

Sen misin böyle meydan okuyan?.. Bir anda ruhunun gökleri korkunç bir filo nizamiyle uçan ve tam tepesinden dikine dalan uçaklarla dolmuştu. Adetâ şeytan, olanca güciyle seferber olmuş, onun, mutlak olarak inandığı ve mutlak şekilde bağlandığı hakikatleri tepe-taklak etmeye gelmişti. Birbiri ardından öyle küfür telkinleri, dürtüşleri ki, anlamayanlara, ruh topografyasını tanımayanlara, Sabık Şair'i, dünya yaratıldı yaratılalı gelmiş ve geçmiş kâfirlerin en korkuncu gösterebilir. Onlar, Sabık Şair'in kendisini ikiye bölüp her parçasını öbürüne yediren bu halini, rahat bir vicdanın öz

iradesiyle davet ettiği bir şey sanabilirler ve gafletlerin en dipsizine düşmüş olurlar. Bilmezler ki, ruh topografyasının en şanlı mühendisleri tasavvuf kahramanlarınca bu hale "havâtır, hata-rat" denilir ve onun, kuvveti nisbetinde imana delil olduğu, yani bu dürtüşlerin imandan geldiği

teşhisine varılır. 268

iş ki, galebe nefste değil, ruhta kalsın ve bu hal kalbte sabitleşmesin... Onları emniyetle defetmek ve iğnelemelerine, yahut bombalamalarına zerrece değer vermemek lâzım...

Fakat kendi hali her sınırı aşıyor ve hastalık çapına yaklaşıyordu. Erenköy'ündeki evinde bir sabah kalktı, ev halkı gaflet salıncağında gayet rahat solumalarla kolan vururken abdest aldı, namazını kıldı ve şöyle dua etti:

- Allahım, bu kanlı meydan muharebesinde eğer küfür bütün müdafaa hatlarımı yaracak, kalelerimi yıkacak ve iman şehrimi işgal edecekse, yine namütenahi ince ve girift kaderin icabı, hemen, şimdi ruhumu kabzet ve bana mümin olarak mezarı nasib eyle!..

Musallat fikirlerdeki "abes" derecesine ve muhaller arası köşe kapmaca oyununa bakın ki, Allaha bu türlü hi-tab eden bir kul, hiç kimsenin olamaycağı kadar imanlı ve imanından yana korkusuz olmak gerekirken... Böyleyken... Nitekim ikinci sillenin acısı dinip de Dstanbul'a döndüğü zaman, Sabık Şair, Efendi Hazretlerinin en fazla sevgi ve güvenine mazhar Dr. Halit Bakır'a hikâyesini anlatınca, şu karşılığı aldı:

- Sadece iman taşkınlığına işaret, haliniz! Ve zekâ kuvvetinden... Efendi hazretleri size "keşke bu kadar zeki yaratılmamış olsaydın!.." dememişler miydi?.. Dşte o sözdeki hikmetin tecellisi!..

Eğridir'de göl kenarında bir ev tutulmuştur. Sabahleyin erkenden suya giriyor, kahvaltısını ediyor, atını bekliyor ve zevcesine veda edip dörtnala, 3-5 kilometre ileride Dağ talimgahına... Talimgah kumandanı, Ömer bey isimli yaşlıca bir zat... Yarbay... Eski nesilden olduğu her halinden belli... Babacan, lâtifeci, şefkatli... Sabık Şa-ir'e her vesileyle iltifat ve himaye gösteriyor ve "Büyük

Doğu" ile (Serkl d'Oryan)dan çevirme "Büyük Kulüp" sigarasını birbirine karıştırmaktan zevk alıyor.

269 Meselâ: