İKİNCİ BÖLÜM-MİŞEL MAKAMBO’YA YOLCU OLUYOR
Kamarot, dudaklarından dökülen tuhaf sesleri dinleyerek, arkasında büyük bir sevinçle ayaklarına dolanmakta olan Mişel ile, uygun bir tempoda kumsalda ilerliyordu. Dag, fenerlerin aydınlık çemberinin dışında kalmaktaydı. Kayıklar artık yükü boşaltmaya başlamıştı. Mişel, biraz uzaklaşacak olsa, o belli belirsiz öpücüğün sesi, gizemli bir şekilde onu hemen kamarotun yanına çağırıyordu,
Usta kamarot, yeni bulduğu bir köpeği kaçırırken, sağa sola görünmeye hiç de niyetli değildi. Böyle bir şey yapması için onun ya deli ya divane olması gerekirdi. Amacı bu sevimli hayvanı kimseye görünmeden gemiye lombar deliklerinden alarak, birkaç gün kendi odasında konuk etmekti. Sonra duruma bakılırdı..
Böylece karanlıkta yerli köyüne kadar gitti. Tahmin edilebileceği gibi eli ayağı tutan insanların tümü, kadın erkek demeden yükleme işine yardımcı olabilmek için kumsala inmiş, orada ne varsa, buldukları bir işte çalışıyorlardı. Bütün kulübeler de boş gibiydi. Bununla birlikte bunlardan birinin kapısını çalınca, içeriden çatlak ve yaşlı bir adam sesi ona karşılık verdi: Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Kimsin?” diye soruyordu içerdeki adam.
Kamarot Dag ise Pasifik Okyanusu’nun hemen her yerinde konuşulan o tuhaf ve bozuk İngilizce ile yanıt veriyordu:
“Ne önemi var dostum? Limandaki gemiden geliyorum. Beni kayığınla gemiye götürürsen sana iki çubuk tütün ikram ederim.”
“On çubuk verirsen anlaşırız, gemici.”
Altı litrelik biracı kamarot, adamla pazarlığa başladı:
“Beş verdim gitti.”
“On çubuk tütün vermek işine gelmiyorsa, cehennemin dibine dek yolun var ahbap.”
Arada kısa bir sessizlik oldu.
Dagharti, içerdekine üsteledi. Sonunda karanlıktaki ses, “Peki oldu” diyerek pazarlığı bir sonuca bağladı. Ve sesin sahibi, gecenin içinden çıktı geldi. Kamarot bir kibrit çaktı uluorta. Gözleri neredeyse çukuruna iyice kaçmış, yaşlı bir Zenci, bir koltuk değneği üzerinde sağa sola sallanarak, zorla ayakta durmaktaydı. Bir bacağı yoktu adamcağızın.
Dag parmağıyla adamın kesik bacağını işaret ederek sordu:
“Ya, demek öyle? Nerede bıraktın bu bacağı?”
Yaşlı adam gülmek zorunda kaldı. Acı bir anı, onun için nedense artık şeker şerbet oluyordu:
“Koskoca bir köpekbalığının ağzında.”
Sonra sözlerini art arda sıralamaya başladı:
“Ben, çok yaşlı bir adamım. Çoktandır tütün falan içtiğim yok. Sen eğer kocaman beyaz patron, vermek bana tütün çubuklarını, ben de seni gemine götürmek.”
“Peki ya vermezsem?”
Yaşlı adam, hiç ses etmeden geri döndü. Zıplaya atlaya tek ayak üzerinde kulübesine girecekmiş gibi yaptı. Dagharti, hemen ardından bağırdı:
“Tamam, ihtiyar, kabul ediyorum, tamam.! Tütünü vereceğim. Hem de şimdi vereceğim, endişen olmasın. Şaka yaptım sana.”
Elini hemen ceketinin yan cebine attı. Daldırdığı yerden okyanus adalarında bozuk para gibi kullanılan küçük tütün çubuklarından bir tomar çıkardı. İçinden çektiği bir çubuğu da yaşlı adama doğru uzattı.
Yaşlı adam kulak memesinin deliğine sokulmuş, kara kilden küçük bir çubuğu çekip aldı. Başparmağıyla çubuğunu doldurmak için kendini olduğu gibi yere bırakıverdi. Koltuk değneği de yanına düştü. Boynuna bir fiyonk gibi asılmış, fırlak kemikli göğsünün üzerinde sallanan hindistancevizi lifinden örülmüş bir keseden; bir çakmaktaşı, bir çelik çakmak, bir parçacık da kav çıkardı.
Sabırsızlanan ve ona kibrit kutusunu uzatan kamarota aldırış bile etmeden, çakmaktaşından sürterek çıkarttığı bir kıvılcımla kavı hemen yaktı. Sonra bu ateşi üfleyerek canlandırdı. O ateşten de çubuğunu yakarak tüttürmeye başladı.
Arka arkaya çektiği ilk derin nefeslerden sonra, yaşlı adamın ellerinin titremesi kesildi... Şimdi gözlerinin bebeğinde sonsuz bir mutluluk okunmaktaydı.
Çubuğunu büyük bir hazla tüttürüp bitirince, yaşlı zenci, şaşılacak bir çeviklikle koltuk değneğine yaslanarak, dimdik ayağa kalktı. Tek bacağının üzerinde sekerek kumsala doğru döndü. Dag, adamın ağaçtan oyulmuş kayığını kumsaldan denize dek iterken ona yardım etmek zorunda kaldı. Kayık da sahibi kadar eskimişti. Dag, bin bir zorlukla dizlerine kadar denize girdi, onu devirmemeye çabalayarak, kayığa bindi. İhtiyar adam da tam dalgalar kayığı kıyıdan geri çekerken, çevik bir hareketle kayığa atlayıverdi.
Mişel kıyıda kalmış, çağırılmayı bekliyordu. Henüz tanımadığı şu adamın ardından gitsin mi, gitmesin mi, kesin kararını vermiş değildi. Ancak belli ki gitmeye niyeti vardı. Yalnızca adamın dudaklarından çıkacak olan o tuhaf, yarı öpücük, yarı ıslık sesine kulak veriyordu.
Ve beklenen ses, gelmekte gecikmedi. Ancak o kadar usulca geldi ki, yaşlı zenci hiçbir şey duymadı. Ama sesi ancak Mişel işitmişti rahatça. Hemen kumsaldan pirog adı verilen kayığa atlayıverdi, Dag’ın sert ve kaslı omzuna basarak... Ayakları ıslanmamıştı bile. Islanmış olsaydı, Dag ona iyi not vermeyecekti. Mişel her geçen saniye Kamarottan iyi notlar alıyor ve yerini sağlamlaştırıyordu. Dag’ın omzuna basıp geçtikten sonra, sandalın dibine gidip orayı kendine mesken edindi. Dag yine o gizemli öpücük sesini çıkartınca, hayvan yerleştiği yerden kalkarak kamarota yaklaştı. Başını onun dizlerine yasladı, gözlerini de gözlerine dikerek orada öylece kaldı. Dag, sevgili köpeğinin kulağına doğru eğilerek:
“Sanırım elimi kutsal kitaba basarak bu hayvanı çalmadığıma rahatça yemin edebilirim. O benim ardımdan geldi... Kayığıma o sıçradı. Doğrusu vicdanım bu konuda çok rahat ve huzurlu. Haydi bakalım emektar kayıkçı, asıl bakalım küreğine... ”
Yaşlı zenci bu sözün arkasından hemen küreğine saldırdı. Tek küreğini suya daldırıp çıkararak, karanlıkta Makambo gemisinin yerini belirten ışık demetine doğru pirogu sürüklemeye başladı. Onu götürürken gösterdiği çaba bir bakıma hoş görünüyordu. Ama zenci, öyle güçsüz ve soluk soluğaydı ki ikide bir durup biraz dinlenmek zorunda kalıyordu. Usta kamarot buna dayanamadı, zavallı ihtiyarın elinden küreği alarak işe koyuldu.
Yarı yolda zenci, yitirdiği nefesine epeyce kavuşmuştu. Mişel’in üstüne eğilerek sordu:
“Bu köpek geminin o büyük beyaz efendisine ait değil mi?”
Kamarot yanıt vermedi. İşin sarpa saracağını anlamıştı. İhtiyar zenci, sözlerine biraz daha ağırlık vermek üzere bir süre sustuktan sonra ekledi:
“Sen var bana vermek, on çubuk tütün!”
Dag, adamı terslemek zorundaydı.Hemen bu düşüncesini uyguladı:
“Şimdi sana elimin tersiyle bir şey veririm moruk, o zaman görürsün gününü. Geminin beyaz efendisi benim çok yakın bir ahbabım... Şu anda bizim gemide, ben de köpeğini gemisinden aldım, ona götürüyorum. Sana ne bundan?”
Yaşlı kayıkçı azarı işitince, bir daha ağzını açmaya kalkışmadı.
“Sen var bana vermek on çubuk tütünmüş. Haraç mı kesiyorsun ulan benim gibi bir adamdan. Vallahi seni tuttuğum gibi denize fırlatırım şimdi. Aklını başına topla.”
Bu ağır sözler de biraz daha baskı yaptı adamın ciğerlerinde. Zenci, soluk alamaz oldu. Kamarot, hemen adama kalp masaj yapmaya başladı. Ağzını o anda açmaya kalkışmadığı gibi yaşadığı sürece de daha uzun yıllar yaşadı; gece yarısı köpeğiyle birlikte kayığında taşıdığı bu gizemli yabancıdan hiç kimseye söz etmedi. Aynı gece daha sonra kaptan Kellar, kumsalı karış karış arar, Mişel’i bulmak için Tulagi’nin altını üstüne çevirirken de tek bacaklı yaşlanmış kayıkçıdan gık bile çıkmadı. Dalgaların rastlantıyla getirip götürdüğü şu beyazlarla, şu yabancılarla ne alıp veremediği vardı ki ihtiyar adamın? Neden başını hiç olmadık bir zamanda dertlere soksun ki durduk yerde?
Dag, Makambo’nun yanından sarkan küçük merdivene yanaşmadı... Geminin çevresinde dolandı. Bir ışığın parlamakta olduğu küçük bir lombarın altına yaklaşıp seslendi... Yanıt alamayınca birkaç kez daha seslendi “Hav! Hav!” diye.
İkinci seslenişinde ışık çemberi, daracık delikten uzanan bir kafayla karardı ve bu kafa, eğilerek karşılık verdi:
“Geldim! Geldim Efendi!”
Kamarot, sesinin fısıltı halinde çıkmasına dikkat ederek:
“Köpeği yanında alıkoyacaksın. Dikkat et, usulca al şu köpeği!”diye konuştu.
Mişel’i tutup kaldırdı ve karanlıkta, o demir duvarından uzanan iki el, köpeği usulca içeri aldı.
Bu iş tamamlanınca, kamarot içinde bulunduğu kayığı aceleyle bir yük merdivenine yanaştırdı. Tütünün bulunduğu cebine elini attı. Bu değerli çubuklardan bir avuç toplayarak yaşlı zencinin kucağına attı. Sonra merdivene yaklaşıp elleriyle sımsıkı yapıştı. Ayağıyla küçük kayığı, yani zencinin pirogunu iterek gemiden hızla uzaklaştırıverdi. Bu zenci on yedi yaşlarında ya var ya yoktu. Görünmeyen ellerin tuttuğu Mişel ise çok dar bir bakır çemberden sıyrılıp geçtikten sonra, kendisinin gemide, aydınlık bir yerde bulunduğunu anladı. Hemen çevresine göz attı, ister istemez Ceri’yi aramaya başladı.
Ne yazık ki tam o anda Ceri de Ariel Gemisi’nin güvertesinde, efendisinin ayakları dibinde sefa sürüyordu, rahatça uyuyordu. O gemi de Salomon adalarını epeyce gerilerde bırakmış,Yeni Zelanda’ya doğru yelkenlerini şişirerek yol almaktaydı. Bu yüzden bizim Mişel, Ceri yerine Kvake ile karşılaşmış oldu.
Kvake,yaşamın benzersiz seline başıboş koyuverilmiş, rastlanmadık bir yıkım ve yıkıntı örneğiydi. Yoksa Ariel Gemisi’nde ne işi vardı? Ne işi olsundu, Ariel Gemisi’nde? Tabii eğer yaşamış olduğu yıllar, diğer insanların yaşadığı yıllar gibi kabul edilecek olursa... Çünkü aslında kırışık alnının ayasında, çökmüş şakak kemiklerinde, en azından çukura kaçmış gözlerinin derinliklerinde, bir yüzyıl yazılmış durumdaydı. Her an çatlamaya hazır, kurumuş derisinin içinde kemikleri, sanki çırılçıplak görünen sıskacık bacakları, tıpkı saman çöpünü andırıyordu.
Kvake, tam o anda elbisesini giyiyordu. Yalnız kaba saba bir pantolonu ayağına ve pantolon kadar kirli ve buruşuk bir gömleği de sırtına giydi. Sol elinin iki parmağı hep kıvrıktı Kvake’ın... .Bu işe gözü özellikle alışık biri, Kvake’ın cüzam hastası olduğunu o anda anlayıverirdi. Ancak zenci, tıpkı tapusu üzerine yazılmış gibi her bakımdan kamarot Dag’ın malı olduğu halde, kamarot henüz sinirlerdeki bu iğrenç hastalığın şaşmaz bir belirtisi olduğunun farkında bile değildi.
Mişel, çevresine şöyle bir göz attı. Ranzayı, ranzanın altını kokladı ve Ceri’nin orada bulunmadığının anlayınca, bu kez tüm dikkatini Kvake’ye çevirdi. Kvake de Mişel’in gözüne hoş görünebilmek için çaba gösteriyordu.
Bu amaçla dostluğunu kanıtlamak üzere sözde ağzından tatlı bir ses çıkarmaya çalıştı. Ancak Mişel, küçük zenciye homurtulu bir sesle yanıt verdi. Kvake de uğramış olduğu başarısızlığı biraz olsun hafifletmek amacıyla aptalı oynayan bir tavırla gülmeye, kıkırdamaya başladı. Sonra efendisinin ayak seslerini işitir işitmez, açmak için kapıya gitmek istedi. Ancak bacağı kıpırdar kıpırdamaz Mişel, üzerine atıldı. Kvake de hemen kaldırdığı ayağını yine yerine koydu. Bunun üzerine Mişel eski huzuruna kavuştu ve sanki Ceri’ye kavuşmuş gibi neşeli sesler çıkarmaya başladı. Ancak yine de gözünü genç zenciden ayırmamakta ısrarlıydı. Kvake, ayağını yerden ağır ağır kaldırmayı sınadı bir an. Ancak Mişel, bu numarayı biliyordu ve yutmayacaktı. Hemen homurtular çıkararak, parlak ve sivri dişlerini gösterdi. Onun kısa sürede bir zenci avcısı olacağı belliydi şimdiden. Zencilerin ondan çekeceği var gibiydi. O sırada Dag içeriye girdi. Ve elektrik ışığında Mişel’i alıcı gözüyle seyrederken olanları fark etti.
O da kısa sürede Mişel’in bir zenci avcısı olacağını anlamıştı. Hem de yaman bir avcı.
Bir denemede yapmak üzere uşağı Kvake’e emretti:
“Kvake, uzat bakalım ayağını!”
Zencinin Mişel’e çekingen bakışlarla bakması, her şeyi açıkça ortaya koymaktaydı. Kamarot yine de üsteledi uşağına. Kvake, usulca ayağını kımıldattı. O anda Mişel, yine yerinden sıçramıştı... Ayak da bacak da taş kesilmiş gibi olduğu yerde donakaldı. Mişel, dişlerini köküne dek gösteriyor, düşmanının çevresinde dört dönüyordu.
Dagharti,uzun bir kahkaha salıverdi:
“Hah!Hah!ha... Bakıyorum seni yere çoktan çivilemiş bu köpek Kvake... Sanırım çok usta bir zenci avcısı olmalı bu.”
Köpeğin bu uyanık davranışını pek beğenmişti kamarot.
“Hey sen, Kvake!”dedi “Git, bana şu köşede buz içinde soğuyan biralardan birini getir bakalım.”
Kvake, bakışlarıyla sanki yalvarmaktaydı. Yerinden kıpırdamadı. Komut bu kez daha da sert yinelendiyse de zenci, kıpırdamadı yerinden. Kamarot çok kızmıştı.
“Dinim imanım hakkı için hemen gidip biramı getirmeyecek olursan, ben yapacağımı biliyorum. Köpeği derhal üzerine salar, seni parçalaması için emir veririm ona.”
Kvake, müthiş bir inleme koyuverdi:
“Ben yok yapmak... Köpek gözü var bana çok bakmak hem de... Ben, beni parçalamak isteyen şu köpeği hayır sevmek yok.”
Sorular peş peşe gelmeye başladı:
“Bu köpekten mi korkuyorsun sen, Kvake?”
“Evet patron, evet! Ben korkmak çok, çok korkmak ben!”
Dag, bu oyunun yeteri kadar sürdüğü kanısına varmıştı. Üstelik kumsalda oraya buraya koşuşturmak dili damağı kurumuştu. Duruma bir son vermek istedi:
“Hey köpek! Bu çocuk çok iyidir. Anladın mı gebeş, iyidir bu çocuk! Sakın ona dokunayım deme!”
Mişel, kuyruğunu sallamaya başladı. Kulaklarını geriye doğru yatırdı, anlamaya çalıştığını göstermek istedi. Kamarot, zencinin omzunu okşadı. O zaman Mişel de Kvake’ın yanına gitti ve yere çivilemiş olduğu iki bacağı, biraz da tereddüt geçirerek koklamaya başladı.
Zencinin dikkatli olmasını istemişti ama buna gerek yoktu. Kvake, korkudan zil gibi titreyerek birkaç adım yürüdü. Mişel’in tüyleri dimdik oldu. Ancak zencinin ilk adımı atmasına sesini çıkarmadı. İkinci adımda başını dikip Dag’a baktı. Onun tepkisini o anda öğrenmek istiyordu.
Kamarot, Mişel’i sakinleştirmek için:
“Çok iyi. Bu çocuk benimdir. Çok, çok iyidir. Ondan buralarda ben sorumluyum. Bu hep böyle,” dedi.
Mişel’in köpeksi gözlerinde bir tebessüm belirdi. Artık ona inanmıştı. Kvake’yi bırakıp gitti. Köşede durmakta olan içi kaplumbağa kabuklarıyla, araç ve gereçle dolu bir kutuyu karıştırmaya başladı.
Dagharti, elinde birası, kamaradaki eski, yıpranmış koltuğa yığılıp kaldı.Ve Kvake, ayakkabılarını çözmek için önünde diz çökerken, o kendi kendine yüksek sesle konuşmayı sürdürdü:
“Bana bak sayın bay köpek! Size uygun ve güzelliğinize yakışır bir isim bulmamız gerekiyor şimdi. Bir süre düşüneyim bakayım... ”
“Şu İrlandalı soylu köpeğe, bir bilim adamı gibi düşüncelere dalarak isim bulmaya çalışıyorum. Ne çok da isim verebilirmişim ona. İsimler aklımdan geçtikçe, beynimin içine sıralanıyor. İsimlerin sıralandığı yerde tuhaf bir dalgalanma oluyor. Tıpkı haritalardaki denizler, okyanuslar gibi. Hatta bir yol haritası gibi .“
O böyle konuştukça, köpek de kamarotun yüzüne büyük bir dikkatle bakıyor, onun konuştuklarını anlamaya çalışıyordu.
Nice badireler atlatmış görünen Mişel, en büyük dayanağı olan bu adamı aslında hiç ama hiç kaybetmek istemiyordu. Onun böyle bir umarsızlığa düşmesi, köpeğin en büyük kadersizliği olurdu.
Bu da Mişel’in yarınlara dönük hayallerini karanlıklara atar, bu karanlıklar Mişel’in artık önünü arkasını, sağını solunu berbatlaştırır, onunla birlikte Bay Dagharti’yi de umutsuzluğa sürüklerdi.