ON BİRİNCİ BÖLÜM
Revirde Mişel’in yaraları sarılmış, değersiz bir yaratıkmış gibi ona hiç kıymet verilmeden kalacağı bölüme kapatılmıştı. Kimse onunla ilgilenmiyor, zorunlu kalınmadıkça köpek dışarı çıkartılmıyordu. Bir prova günü Mişel de eğitim parkuruna getirilmişti. Piste getirildiğinde pek neşesi yoktu Mişel’in. Maymunlar ve insanlar orkestrası yan yana yerlerini almıştı. Bunların görevi, maymunlara uygun sesi vermekti. Maymunlar, o gün hayli yüksek bir yere çıkartılıp taburelere bağlanmıştı. Ellerine, uygun olan nefesli çalgılar verilmişti. Sahnenin ardına gizlenen bazı insanlar, sivri çubuklarla maymunları dürtüyordu... .Onlar numaralarını yapmaya zorlanıyordu böylece. Acıdan kıvranan maymunlar, ellerindeki çalgıları sürekli üflüyor, tümü de değişik sesler çıkarıyorlardı.
Provayı kısmen beğenmeyen Harris Collins, şöyle dedi:
“Arkadaşlar provayı yeniden ele alacağız. Orkestradakiler tanınmış bir parça çalarken, maymunların iyi dürtülmeleri gerekir. Duydukları acı oranında başaralı oluyorlar. Söylediklerim anlaşıldı mı arkadaşlar?”
Görevliler hep bir ağızdan:
“Anlaşıldı patron,” diye karşılık verdiler.
Tam o anda orkestra “Yuvam Tatlı Yuvam” ezgisini çalmaya başladı. Sahne arkasında çalışan görevliler de maymunları daha hızlı dürtüklemeye başlamıştı. Maymunlar, önceki provadan daha canlı üflüyordu. Bu şamatada Harris Collins’in gözleri Mişel’e takıldı. Köpek, çalınan ezgiye uluyarak eşlik ediyor, çok da başarılı oluyordu. Harris Collins, merak içinde doğruldu... Mişel, çalınan ezgiye eşlik ediyordu. Collins, duyduklarına inanamıyordu. Mişel, çok sevdiği eski günlerini anımsamış, bu arada da kendini şarkıya kaptırmıştı. Şarkı tamamlanınca, Collins,orkestra şefinin yanına giderek ona:
“Köpeğe dikkat ettiniz mi şefim?”diye sordu.
Şef:
“Hangi köpeğe efendim?” diye sordu. “Ben burada köpek falan göremiyorum.”
“Sahnenin arkasındaki köpekten söz ediyorum. Az önce şarkıya eşlik ediyordu. Şarkıyı bir kez daha çaldırmanızı rica ediyorum, bakalım yine orkestraya eşlik edecek mi?”
Orkestra “Yuvam Tatlı Yuvam”şarkısını çalmaya başladığında Mişel, izleyicilerinin farkına varmadan eşlik etmeye devam etti. Şarkı bittiği zaman Harris Collins’in yanına yıldırım gibi koşan orkestra şefi:
“Haklıymışsınız patron,” dedi. “Bu köpek bir harika! Müthiş bir şey başardı bugün.!”
“Ben de onu bir yıldız yapacağım,” dedi, Collins. “Hiç kuşkunuz olmasın!”
Harris Collins, diğerlerini yerlerine göndermiş, orkestra şefi ve iki çalgıcıyla Mişel’in yanına gitmiş, onunla şakalaşıyordu. Yine de köpeğe yapmacık bir tutku ve ilgiyle bakarak::
“Sen çok ama çok iyi bir köpeksin,” dedi. “Biraz önce söylediğin şarkıyı yinelemeni istiyorum. Bana yardımcı olursan, seni köpeklerin kralı yapar ve krallar gibi yaşatırım.”
Adamın yapmacık da olsa ses tonundan etkilenen Mişel, söylenenleri yapmaya başladı. Bir saat kadar sonra beş değişik şarkı söylemiş, hepsinde de çok başarılı olmuştu. Ağzı kulaklarına varan Harris Collins, görevlileri çağırarak:
“Arkadaşlar, bu köpeği en iyi şekilde beslemenizi ve temizlemenizi istiyorum,” dedi. “Yoksa külahları değişiriz.”
Üç beş saat önce Sedervayl Okulu’nda hiç ilgi görmeyen ve orada bulunanlar tarafından tamamen dışlanan Mişel, bir anda okulun yıldızı olup çıkmıştı. Herkes onu parmakla gösteriyor, krallar gibi yedirip içiriyordu. Ünü okulun dışına kadar taşmıştı. Birkaç günlük hazırlık çalışması yapan Harris Collins, Mişel’i ve kendi kızını alarak turnelere çıkıp tomarla dolar kazanmaya başladı. Kazandığı paraları yastık altı ediyor, gelecek paraları da büyük bir özenle saklayacağı yerleri hazırlıyordu. Harris Collins ve kızı Mişel sayesinde çok zengin olmuşlardı. Mişel, boyunca günaha batmış adamlar arasında yaşamış ve delice arzular içinde karanlıktan aydınlığa çıkmaya çalışmıştı.
Her gittiği yerde büyük ilgi gördüğü ve büyük paralar kazanarak patronunu varsıllaştırdığı bir gerçekti. Harris Collins’in kızıyla uyumlu bir çift oluşturan Mişel, zaman zaman eski günlere dönüyordu. Bay Haggins’in geniş verandasında kardeşi Ceri ile koşup oynadığı güzel günleri düşündükçe, ciğerleri yerinden sökülecekmiş gibi sızlıyordu. Düşlerinde kardeşi Ceri ile beraber ormanda yemyeşil ağaçlar arasında gezintiler yapıyor, deniz kıyısında da güneşlenmek için kumlara uzanıyordu...
Daha sonra Kaptan Kellar’ın gemisi Öjeni’ye binip enginlere açılınca, ruhunun derinliklerinden akıp gelen aydınlıklar, onların da düşlerine bir demir kazık yıldızı gibi çöküyordu. Collins, artık köpeğine paha biçemez olmuştu. Hatta müşteri çıkmasından ve paranın çokluğuna kanarak, onu satmaktan müthiş korkuyordu. Aradan aylar yıllar geçiyor, kent kent dolaşmalar devam ediyordu. Mişel sayesinde büyük kazançlar elde etmiş olan Harris Collins, zengin ama yaşlı bir adam olmuştu. Son günlerini Sedervayl Okulu’nda geçirmeye karar vererek, turneleri bıraktı. Çünkü artık turnelere çıkacak kadar güçlü değildi.
Yoğun çalışmalarla geçen birkaç yıldan sonra, yerleşik yaşama geçen Mişel, Sedervayl Okulu’nda birçok yeni arkadaş kazanmış, mutlu bir şekilde yaşamayı sürdürmeye başlamıştı. Üzüldüğü tek şey, eski dostlarını, arkadaşlarını görememek ve bu yüzden bunalıma girmekti. Bir akşamüstü, yanına yaklaşan bir insan, kendisini tepeden tırnağa incelemeye başlayınca, yüreğini eline alarak tanrı gibi ona bakmak zorunda kaldı. Oysa Mişel, çevresinde dönüyor, anlamlı bir şekilde ona bakıyordu. Bir süre sonra Harris Collins de bulunduğu yere gelmiş, yabancıyla ateşli bir konuşmaya dalmıştı. Mişel, kendisi hakkında konuşulduğunu seziyor, ama ne konuştuklarını bir türlü anlayamıyordu.
Yabancının ismi Jakop Henderson idi... Bir gezgin olan Henderson, Mişel’in ününü ve Collins’in köpeği satmak istediğini işitmişti... Uzun konuşmalardan sonra, “Fena bir hayvana benzemiyor, ancak istediğiniz fiyatı edeceğini sanmıyorum,” dedi.
İstemiş olduğu beş bin dolardan aşağı inmemeye kesin karar vermiş olan Collins:
“Dostum, bu para az bile... ” diye yanıt verdi. “Bu köpek bir altın madeni gibidir... .Altı aya kalmaz bu parayı fazlasıyla çıkarırsınız, emin olun. Onunla dolaşamayacak kadar yaşlandığım için köpeğimi satıyorum.”
Bir süre daha pazarlık yaparak, satıcının istediği parayı vermek istemeyen Henderson, sonunda Collins’in direncini kıramayacağını anlayınca, beş bin doları vermek zorunda kaldı. Ancak aslında kârlı bir alış veriş yaptığını ve kısa sürede verdiği parayı kesinlikle yapacağı gösterilerde kazanacağını biliyordu. Mişel, adam kendini götürmek için boynundaki tasmasını tuttuğu zaman, her şeyi anlamıştı. Bu onun daha önce yaşamının bir sığınağı sayılabilecek derecede başı dumanlı, tepesi buram buram gizemli günler tüten hayatından kesitler gibiydi.
Jacop Henderson, sakin yaratılışlı, dingin bir insandı. Çok öfkelenmesi gereken zamanda bile öfkesini perdeleyebilen biriydi Henderson. Hiçbir zaman boş yere bağırmaz çağırmazdı, içine dönük bir adamdı. Bağırıp çağırmamasına karşın, nedendir bilinmez elindeki hayvanları da pek sevmezdi. İlk bakışta duygusuz biri adam olduğu söylenebilirdi. Mişel, Henderson’u sevememişti, ama buna karşın ondan nefret de etmiyordu. Bu yüzden aralarında anlatımı olanaksız garip bir ilişki vardı. Çoğu insan her zaman Henderson’a dünyanın en tatlı insanı gözüyle bakar, onunla anlaşamayacak bir Tanrı kulunun bulunmayacağını rahatça kanıtlayabilirdi.
Küçük bir orkestra topluluğu ve birkaç hayvanı bulunan Henderson, kent kent, kasaba kasaba dolaşarak kazandığı paralarla tekdüze bir hayat sürmekteydi. Gösterilerinin tek yıldızı Mişel’di. Verdiği paraya hiçbir zaman acımamıştı. Bu nedenle Mişel’i her gün en az bir kez yıkıyor ve tepeden tırnağa tüylerini. Mişel’i öyle çok seviyordu ki çoğu zaman yanında yatmasına bile izin veriyordu. Huzur içinde, çok rahat bir hayat süren Mişel, içinde bir şeylerin öldüğünü hissediyor, farkına vardığı tekdüze yaşamdan kurtulabilmek için de sanki ruhunu satmış yaratıklar gibi eli ayağına dolanarak, yarınlara koşarak gitmek için tüm çabasını harcıyordu. Bu çaba onun dünyaya yeniden gelişi gibi bir şeydi. O da Henderson gibi tek düze bir yaşam sürüyordu. Bundan mutluluk duyuyordu. Henderson, kendisini bir robot gibi, kurulmuş bir robot gibi görüyordu. Gösterilerin dışında sürekli uyuyordu. Gözlerini her kapayışta Pasifik’leri, Atlas Okyanusları’nı aşıyor, hemen dostlarının yanına gidiyordu. Birkaç ay sonra, Henderson Hayvanlar Topluluğu’nun adını hemen hemen duymayan kalmamıştı. Bu nedenle Henderson’un da keyfine diyecek yoktu. Adam Amerika’nın dört bir yanından gösteri teklifleri alıyor, bunların pek çoğuna yanıt veremiyordu... Ama en büyük özelliği, bu gösterileri çok iyi bir şekilde değerlendirerek seyahat etmesiydi. Böylece aşağı yukarı gitmedikleri yer kalmamıştı.
Topluluğun en ilginç gösterilerinden biri de kedilerin yaptığı boks maçıydı. Seyirciler izledikleri her maçı büyük alkışlarla tamamlıyorlardı. Onlar, perde gerisindeki gerçeği bilemezlerdi tabii... Gösteriye çıkmadan önce kediler ısrarla dövülüyorlardı ... Hissettikleri acıdan çılgına dönüyordu zavallılar. Sahneye çıkınca da öfkelerini birbirlerinden alıyorlardı.
Aslına bakarsan, sahnede yapılan boks maçı değil, bir tür dövüştü. Salon alkıştan inlerken, perde bu amansız dövüşün üzerine kapanıyordu. Kedi gösterilerinin sorumlusu Dekvord, perde yeniden kalkınca, koltuğundaki yaralı kedilerle seyircileri saygıyla selâmlıyordu. Bu selâmlama girişimi o andan başlayarak akşamlara kadar sürüyordu. Yaralı kediler hiç tedavi edilmez, kaderleriyle baş başa bırakılırdı. Hatta bazen ölüme terk edilenler de olurdu. Seyirciler perde gerisinin bu acımasız gerçeğini, ne yazık ki bilmiyorlardı. Ya da bilseler bile görmezden gelerek işlerine bakarlardı. Onlar da beğenilerini yine de bu şekilde sunarlardı. Bu durum böyle şekilde sürüp gitmekteydi. Yoksa çocuklar bile bu şekilde takdirlerini belirtirken, dostluklarının ilk gününde zavallı kedilere gösterecekleri en güzel tutku ve davranışlarını böylece yerine getirirlerdi. Henderson Hayvanlar Topluluğu’nun Oakland Kenti’ne sık sık uğradığı da olurdu. Topluluğun, işte o kentte gösteri sunduğu bir geceydi. Bir rastlantı olarak, Mişel’in kardeşi Ceri’nin sahibi Bay Kennan ve eşi de o gece izleyiciler arasındaydı. Böyle bir durumla karşılaşmak hemen hemen olanaksız gibiydi. Ama elden ne gelir; böyle bir rastlantı zor olsa da olmuştu yine.
Gösterinin ortalarına doğru Bay Kennan, eşi Bayan Kennan’ın kulağına yavaşça eğilerek:
“Bu hayvanlara yapılan işkencelere daha fazla dayanamayacağım doğrusu,” dedi “Bugünlük bu kadar yeter. Kalk, gidelim karıcığım.”
Bayan Kennan bu öneriyi kibar bir şekilde reddetti:
“Biraz daha beklesek kocacığım,” dedi. “Sıra, çok ama çok hünerli bir köpeğin gösterisine geldi. Onu da izledikten sonra gideriz.”
Bay Kennan, bunu da kabul etmedi:
“Zavallı köpek, kim bilir nasıl işkenceler altında bu programa hazırlatılmıştır. Ben buna dayanamam karıcığım... O yüzden hemen gitmek istiyorum.”
Ama karısı buna karşı çıktı:
“Eğer acıklı bir gösteri olacaksa, ben de seninle burayı terk ederim. Ama bakalım bizim Ceri’den daha mı iyi bu köpek? El elden üstündür derler. Asıl ben bunu merak ediyorum. Biraz bakalım, sonra çıkarız kocacığım. Hangisi daha iyi şarkı söylüyor, bunu gerçekten bilmek isterim. Programda, bu köpeğin de İrlanda Teriyesi olduğu yazılmış, hem de siyah puntolarla... ”
Harley Kennan, karısının sözünü dinledi bu kez.Yerinden kalkmadı. Perde açılınca da tüyleri düz bir İrlanda Teriyesi göründü önlerinde... Dingin bir şekilde, tek başına sahne ışıklarına doğru ilerledi. Sonra esneyerek olduğu yere çöktü. Orkestra “Hoşça kal sevgilim” şarkısının ilk ezgilerini çalmaya başladı. Giriş bölümü tamamlanınca, köpek ağzını açtı, bir ulumadır salıverdi ortalığa. Ancak ses, gayet uyumlu, ezgileri düzenli bir sesti. Köpek, gerçek notaları gereken tonlarda söylüyordu. Harley Kennan karısının kulağına eğilerek şöyle dedi:
“Bu köpek bizim Ceri’den çok üstün. Hem de bin kat..”
Karısı Villa da kocasının koluna yapışarak:
“Bu köpeği hiç görmedik mi biz?” diye fısıldadı.
“Nerede Villa?”
“Bak, belleğini bir yoklasana!..Geçmişi anımsamaya çalışsana... Salomon adalarını ve oraya gittiğimiz yatımız Ariel’i aklına getir; bir kez .Ceri’yi bulup aldığımız Tulaigi Limanı’nı düşün... Onun bir kardeşi yok muydu hayatım? Ceri gibi zencilere bekçilik yapan bir köpek!”
“Mişel mi?”
“Hah, işte iyi bildin... Mişel tabii... Onun da kulağı böyle buruşuk, tüyleri bu şekilde dimdik değil miydi? Ama şarkı söyleme konusunda bizimki bunun eline su dökemez..”
Harley Kennan hâlâ inanamamıştı, o da kafasını kaşıdı.
“Hey Tanrım!” diye yükseltti sesini. “Ama hiç olmayacak gibi bir şey bu... Tulagi Adası neresi, burası neresi?”
“Ama ne var ki gerçek.. Bu konuda kuşkuya hiç yer yok!”
O sırada Mişel, Tanrı Kıralı Korusun parçasına hazin bir sesle başladı. Villa Kennan’ın artık hiç kuşkusu kalmamıştı.
“Ben sana demedim mi karıcığım? Bu şarkı Amerikan değil, İngiliz şarkısı. Salomon Adaları da İngiliz’lerin... Demek ki bu köpeğin ilk sahibi bir İngiliz’miş. Ve ona bu şarkıyı öğretmiş olmalı.”
Bu konuşma sırasında Mişel, dağarcığındakileri ortaya dökmekteydi. Yuvam Tatlı Yuvam’ı tam iki kez söyledikten sonra, Jakop Henderson, çılgın gibi alkışların ortasında, kulisten sahneye çıkıp köpeğiyle halkı gayet güzelce selâmladı. O zaman Villa Kennan, yine kocasının kulağının dibine eğildi:
“Bak, ne düşünüyorum biliyor musun?” diye sordu.
“Hayır canımın içi, söyle bakalım!”
“Biz çok zenginiz. Bu köpeğin benim olmasını çok isterdim. Onun için de... ”
Bay Kennan, karısının sözlerini bağladı:
“Onun için de onu sana satın alabilecek gücümün bulunduğunu düşünüyorsun, değil mi?”
“Evet, evet! O zaman bana, öyle güzel bir armağan vermiş olurdun ki! Anlatamam inan ki!”
“Eğer bu köpek gerçekten Mişel ise, kafandaki düşünce bana da pek hoş geliyor. Hadi gidip işin iç yüzünü bir öğrenelim Bay Henderson’dan.”
Jakop Henderson, daracık giyinme odasına tiyatronun genel müdürüyle birlikte giren Villa ve Harley Kennan’ı görünce ayağa kalkarken, bir yandan da içinden söyleniyordu:
“Yine Hayvanları Koruma Derneği’nden gelmiş olmalı bunlar... ”
Mişel ise bir sandalyenin üzerinde yarı uykulu, dinleniyordu. Harley, Hendersonn’a ziyaretinin nedenini açıklarken, Villa sessizce köpeğin yanına gitti. Onunla konuşmak, elini onun başının üzerine koymak istedi. Ne var ki köpek uzun süredir insanlara pek kırgındı. Onların pek çoğuna güveni kalmamıştı ayrıca. Gözlerini ancak yarı yarıya araladıktan sonra, genç kadına şöyle bir baktı. Ve ardından sırtını dönerek yattı yine. Bu yatış aşırı derecede kaygısız bir yatıştı.
Villa Kennan, köpeğe dönerek tatlı ve okşayıcı, ancak duyulabilecek bir sesle :
“Mişel!”dedi.
Mişel, gözkapaklarını araladı. Kulaklarını bağlayan kaslar gerildi ve bütün gövdesi titremeler içinde kalacak derecede sarsılmaya başladı. Villa Kennan, köpeği rahatsız etmek istemedi. Kocasıyla Henderson’un yanına giderek yanına gitti. Bu, onlardan epey uzak, ama kendisine hayli yakın, hayallerinde ise konuşmalarına katılmayı uygun gördüğü bir sözdü. Harri Del Mar adında bir hayvan eğiticisinin, bu köpeği Pasifik kıyılarında San Francisco’da bulduğunu sonra New York’a getirdiğini, orada bir kaza sonucu hayvan hakkında hiç bilgi veremeden hayatını kaybettiğini öğrendi. Kendisi Jakop Henderson, köpeği beş bin dolara Harris Collins adındaki bir adamdan satın aldığını ve böylelikle hayatındaki en iyi yatırımı yapmış olduğunu özellikle belirtti. Diyecekleri de bundan ibaretti.
Villa Kennan, köpeğe bir kez daha dönerek seslendi:
“Mişel!”
Mişel’in titremesi ve tepkileri daha da arttı. Teriye, gözlerini bu kez iri iri açtı. Kulaklarını dikip genç kadına baktı. Dagharti, onu Tulagi’de kumsaldan kucaklayıp aldığından bu yana, bu adı ilk kez duymaktaydı. Zamanı ve uzayı aşarak, geçmişin bir anısını ona fırtınayla getiriyordu âdeta. İşte böyle... Oradan nereye giderse gitsin, karanlıktan çıkıp kesinlikle aydınlığa girmeyi garantiliyordu. Böylece ruhunun karanlıklarından fışkıracak bir yakın simge, onu uzaklardan alıp, çok ama çok yakına getirecekti. Aynı zamanda gözlerinin önünde bir yığın silinmiş gölge, Kaptan Keller, Öjeni Yelkenlisi ve hepsinin de ötesinde sevgili kardeşi Ceri’nin görünümü canlanıvermişti.
Sandalyeden hemen yere atlayıp Bayan Villa’ya koştu. Başına koyduğu yumuşacık eli kokladı. Sonra da tanıdığını beli edercesine, çılgına dönmüş bir durumda, hoplaya zıplaya geniş odayı birkaç kez dolandı. Her yeri, her köşe bucağı ısrarla kokluyor, bir taraftan da ağır ve hafifçe inleme sesleri çıkarıyordu.
Jakop Henderson epeyce şaşırmıştı... Onun bu yaptıklarını sürekli izliyordu. Sonra da ortaya bir söz atarak:
“Tuhaf şey!..” dedi. “Köpek hiçbir zaman böyle bir davranışta bulunmazdı. Sakın kudurmuş falan olmasın, zavallı!”
Harley Kennan da karısı da bu durumdan pek bir şey anlamıyorlardı... Ne istediğini yalnızca Mişel biliyordu, işte o kadar... Geçmişi derinden uyandıran bu sesin sahibinin gerisinde, geçmişin kendisini aramaktaydı işte. Ve yalnızca görüntüsünü değil, gerçeğini... Hiç kuşkusuz Ceri ile eski sahibi Bay Hagin de şu anda bir yerlerde olmalıydılar. Hem de uzakta değil, belki de şu kapının arkasında... Ve kapıya giderek havlamaya, kapıyı da tırmalamaya başladı.
Harley Kennan kapıyı açarak: “Dışardan neyin gelmesini bekliyor acaba?”diye sordu kendi kendine.
Mişel açılan kapının arkasından Pasifik Okyanusu’nun bir anda odaya dolmasını, dalgalarının üzerinde guletleri, gemileri getirmesini, adaları, mercan kayalıkları, tanıdığı ve hiç unutmadığı tüm o insanları, o hayvanları getirmesini bekliyordu elbette.
Ancak bu beklentilerinin hiçbiri olmadı ne yazık ki... Dışarıda değişmeyen katı bir gerçek bulunuyordu, o kadar. Mişel acıklı bir şekilde ona adı ile seslenen kadının yanına döndü. Hiç olmazsa evet, bu bir gerçekti. Sonra kadının yanındaki adama gidip onu da giysilerinde, üstünde, başında Tulagi kumsallarının ve Ariel Gemisi güvertesinin kokularını uzun uzun arayıp kokladı.
Villa Kennan, Mişel’i, sevgiyle kendisine doğru çekti, başını ellerinin arasına aldı. Kulaklarından tutarak, bir sağa,bir sola çevirmeye başladı. Sonra kucağına alarak, Mişel’i orada sevmeye başladı. Sıkıca göğsüne bastırdı. Ninni söyler gibi yaparak, ağır ağır sallamaya başladı.
Yine de Jakop Henderson Bayan Villa’yı uyardı:
“Aman dikkatli olunuz bayan, bu hayvan pek de tekin değildir. Ansızın size bir şey yapacağı tutar.”
“Hayır efendim, görüyorsunuz ki hayvan hiçbir şey yapmıyor. Bak Harley, bu hayvan kesinlikle o, hem de ta kendisi. Hiç kuşkum kalmadı artık... Ama son bir sınama yapalım.istersen. Anımsarsın değil mi, eski Mişel, tıpkı Ceri gibi azgın ve cesur bir zenci avcısıydı. Sen de ona o adalarda konuştuğumuz lehçeyle konuş, sözde bir zenci uşağa kızmış gibi yap. Bakalım nasıl bir tepkide bulunacak?”
“Eh, bir deneyelim bakalım. Ama ben o lehçeyi çoktan unuttum gitti, Villa şekerim.Yine de dur bakayım, bir düşüneyim.. Hımmm!Hımmm! Ey beş para etmez herif, sen ne yapmak var burada? Ben var senin abus suratına atmak bir tokat!”
Mişel bu sözleri işitir işitmez, genç kadının okşayan kollarından kurtulmuş, kulaklarını dikmişti.Yere atladı, kendi çevresinde, homurdanarak döndü... Sağa sola bakındı, ayaklarını gerdi. Besbelli Ak Tanrı’yı böylesine sinirlendirmiş olan zenciyi arıyordu.
Harley Kennan, eliyle kapıyı işaret etti:
“Ara ara! Pek uzağa gitmiş olamaz. Koş getir onu!” dedi.
Mişel kapıya öylesine şiddetle atıldı ki pek iyi kapanmamış olan kapı açılıverdi. Ama köpek bir kez daha tiyatronun koridoruyla karşılaşınca, derin bir düş kırıklığına uğradı. O, aldatıcı geçmiş, önünden durmadan kaçıyordu.
Harley, Jakop Henderson’a:
“Bayım, artık pazarlığa oturabiliriz sizinle,” dedi.