ÜÇÜNCÜ BÖLÜM-MİŞEL’İN YENİ İSMİ

İrlanda Teriyesi olan tüm köpekler, yetişkin çağa gelince, yalnızca cesaret yönünden değil aynı zamanda ağırbaşlılık ve soğukkanlılık yönünden de son derece ilgi çekici hayvanlardır. Bunlar foks-teriyeler benzeri, olur olmaz şeylere öfkelenip çığırından çıkan, kavgacı, gürültücü köpekler değildir. Hele birbirlerinin peşinden koşan, tren vagonları gibi art arda dizilip koşturan köpekler hiç değildir.

Mişel de böyle bir köpek değildi zaten. Yine de yaradılış gereği kardeşi Ceri’den daha coşkulu, daha ateşliydi. Ana babasına gelince, Mişel’in yanında ağırbaşlı iki ihtiyar gibi kalırdı onlar. En küçük bir coşkuya kapılınca, sevinçten yerinde duramaz olur, küçük bir yavru köpek gibi oynamak isterdi ortalıkta.

Üstelik bir insan gibi gözü kapalı sevmeyi, kendini tamamen sevdiğine vermeyi, onun yoluna her şeyi göze almayı bildiğinden bilirdi Mişel.

Mişel, Kaptan Kellar’ı kendi canından bile çok seviyordu. Onun uğruna yaşamını tehlikeye sokmak için bir an bile duraksamazdı. Şimdi günler geçtikçe, şu altı litrelik kamarotu sevmeye başlamıştı.

Ama Kvake’ye gelince, işte orada iş değişiyordu ne de olsa. Alt yanı Kvake, bir zenciydi. Mişel onu da Dag isimli efendisinin bir eşyası gibi efendisinin içerisinde yaşamış olduğu çevrenin bir süsü olarak kabul etmişti.

Bu efendiye, Kvake de efendi diyordu. Ama Mişel, başka kara derililerin de başka beyazlara bu şekilde seslendiğini çok duymuştu. Özellikle Kaptan Kellar’a da böyle derlerdi. Buna karşılık Makambo gemisinde.köpeğin çok geçmeden tanışacağı Kaptan Dunkan, Mişel’in efendisine yalnızca “kamarot” diyordu. Gemide bulunan diğer subaylar ve yolcular da öyle: Bundan da Mişel, şöyle bir sonuca ulaştı: Beyaz Tanrı’sının adı “kamarot”tu. Ve artık efendisini hep bu isimle bilecek, böyle anımsayacaktı işte. Bunun böyle olması da Mişel’in hayli işine gelmişti. Kaptan Kellar’a da o günden sonra tüm görkemiyle “Deryalar Kaptanı Kellar” diyecek halleri yoktu ya.

Sonra Kaptan Kellar böyle pohpohlanmayı pek sevmezdi. Sevmediği için de hem kendisine hem de dostlarına böyle hoşa gitmeyecek şeyler yapılmasına asla izin vermezdi.

Kamarotun da aklında buna benzer bir sorun bulunduğunu az önce anlatmıştık. Mişel’e ne isim konmalıydı peki? Köpeğin gemiye binmesinden yirmi dört saat sonra kamarot, akşam kamarasında bu konuyu onunla tartışıyordu. Kvake de yine efendisinin kunduralarını çözmek için didinip duruyordu.

Mişel yere çökmüş, alt çenesini Dag’ın dizlerine dayamış, kaşlarını çatmış, gözlerini iri iri açarak, kulaklarını bir dikip bir başının yan taraflarına yatırarak, kuyruğuyla yerleri döverek dinliyordu. Efendisinin keyifli olması, Mişel’i de neşelendirdi. Tepeden tırnağa sevinçle titremeye başladı. Kuyruğuyla yere o anda daha hızla şekilde vuruyordu. Gerçi söylenenlerden hiçbir şey anladığı falan yoktu ama bu bilinmedik sözlerin, peş peşe sıralanan seslerin ardında Beyaz Tanrı’ların o gizemli hoşgörüsünün bulunduğunu da gerçekten biliyordu.

“Hayır, asla! Atalarını sakın ha unutayım deme. Utanmamalısın onlardan. Hem şunu da unutma ki Tanrı İrlandalıları sever. Kvake, git bana hemen bugün içmediğim iki biramı getir bakayım. Evet, ne diyordum bakayım? Burnunun biçimi kökenini, soyunu sopunu tamamen ortaya koyuyor işte.”

Dagharti, şişeyi bitirip Kvake’ye attı ve kalan son şişeyi de açmasını eliyle işaret etti.

“Evet güzel oğlum, şu senin isim konma işin asla hafife almaya gelmez. Evet, sana bir İrlanda adı yaraşır ama hangisi? Dur bakalım... Ballimena’ya ne dersin aslan oğlum benim? Fena sayılmaz hani. Ama kadın adını andırıyor... Öyle ya, sen bir erkeksin. Dur bakalım, düşünelim hele!”

Kamarot, birden haykırdı:

“Tamam, buldum! Killeni pek güzel bir isim. Dublin’in hemen güneyinde... Senin türünden, İrlanda Teriyesi; köpeklerin yetiştirildiği bir küçük köyün adı. Sana Killeni –Boy diyeceğim artık. Kulağa da çok hoş geliyor.”

Dagharti, ikinci şişesini de içip bitirdi. Sonra Mişel’i çenelerinden tuttuğu gibi havaya kaldırdı, sonra yine öyle birden yere bırakıverdi. Köpek, kuyruğunu kaldırıp sallayarak, gözlerini yuvasından uğrayacakmışçasına koca koca açarak, Tanrı’sına bakıyor, sanki bu bakışla efendisinin ruhunun derinliklerine inmeye çalışıyordu. Dagharti, birden seslendi:

“Hey Kvake! Hey Kvake!”

Yere, tam topuklarının üzerine çökmüş, efendisinin çizip kesmiş olduğu sedef bir tarağı, cilalamakla uğraşan Kvake, o anda birden başını yukarı kaldırdı. Denilenleri yerine getirmeye hazır, beklemeye başladı.

“Kvake!, köpeğin yeni adını sen de öğren bakalım: Killeni-Boy! Bu ismi kafanın içine bir güzel yerleştirmeye çalış. Köpekle konuşurken Killeni-Boy ile konuşuyor olacaksın. Anladın mı şimdi beni? Yoksa ben var kafanı kırmak, gözünü çıkarmak. Kafanı kırdıktan sonra, bu adı kırılan yerden içine sokmak: Killeni-Boy! Killeni-Boy! Anlaşıldı sanırım! Killeni-Boy, Killeni-Boy!”

Kvake, büyük bir özenle ayakkabılarını çıkarırken, Dag da uyku akan gözlerini Mişel’den ayıramıyordu, bir türlü. Mişel, artık kamarotun dünyasını süsleyen bambaşka bir canlı yaratık olmuştu.