” t t t
ABDULHAK ŞINASI HİSAR
BAĞLAM
Bağlam Yayınları/102 Anlatı/4
Abdülhak Şinasi Hisar Bütün Eserleri/1 Birinci Basım: Kasım 1996
ISBN -975-7696-91-9
Kapak Tasarımı: Canan Suner Kapak Fotoğrafı: Ara Güler
Fotoğrafını kullanmamıza izin veren Ara Güler’e, fotoğrafa ulaşmamıza yardımcı olan Hami Çağdaş’a teşekkür ederiz.
Baskı: Zafer Matbaası - 512 16 88
BAĞLAM YAYINCILIK
Ankara Caddesi, 13/1 34410 Cağaloğlu-İstanbul Tel: 513 59 68
içindekiler
Fahim Bey ve Biz
Bir gün, gazetelerde, "Hazin bir vefat" başlığı altında kısa bir fıkra çıktı: "Bursa eşrafından, eski maslahatgüzarlarımızdan, Tütün İnhisarı idaresi Mütercimi Ahmet Fahim Bey eceli mev’udiyle vefat etmiştir. Merhum, her cihetle faziletli, hür fikirli, geniş bilgili, çok nezaketli, şahsına hürmet telkin ettirmiş ve dostları tarafından çok sevilmiş bir zattı. Vefatı zayiattandır. Mevla rahmet eyliye!"
İşte, ölünün cesedi üstüne atılan birkaç kürek toprak gibi, hatırası üzerine kapanan birkaç satır yazı! O ölüyü bilmeyenlerden bu fıkrayı okuyanlar sanki ne duyarlar? Bir talihin ademe göçmesinden onunla alakası olmayan ne anlar? Bir faninin öldüğüne kimse şaşmaz ve kimse düşünmez ki o da kendisini ölümden bizim kendimizi sandığımız kadar uzak sanırdı. İnsanlar, birbirlerinden uzun mesafelere ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususî boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır. Bir yıldız sönünce ondan uzaktakiler bir-şey duymaz. Hayatın ve ölümün ehemmiyeti hep nisbî ve izafidir. Bizim için ölüm, yani kendi dünyamızın ölümü kainatın en mühim hadisesidir. Fakat yakın kapı komşumuz için bizim ölümümüz pek küçük birşeydir. Hele bizi tanımayan, bizim memleketimizde, kıt’amızda oturmayan bir yabancı için nedir? Cidden hiçbir şey! Herkes ancak biraz kendi komşusuyla meşgul olur. Herkes ancak bir iki düşman için kin, ancak üç dört dost veya akraba için hased veya muhabbet ve ancak beş altı vücut ve ruh için bir zaaf, bir temayül veya bir aşk dııyar ve beşeriyetin üst tarafı bize tamamen yabancı gibi karanlık kalır. Fakat en keskin dürbünler gibi en meraklı gözler de, o biraz alaka duyarak meşgul oldukları alemlerden bile sade parça parça manzaralar görerek, hayal meyal seçtiklerini isabetle tesbit edemezler ve o uzak
dünyalar, bizim kendilerine taktığımız isimlerden haberleri bile olmayan yıldızlar gibi, teşhislerimizi bile duymazlar.
Bu ölüm haberine karşı ben, içimde bir ezinti, bir çöküntü duydum. Zira, ölenle, son zamanları gevşeyen, azalan, fakat kökleri mazinin sağlamlığı içinde kalan eski bir âşinalığım vardı. Hem ona acıyor, hem içimden: "Kendi kâinatımızın da söndüğünü yabancılar ancak böyle hissiz ve manasız birkaç cümleyle duyacaklar!" diyen bir hüzüne dalıyordum. Zira, daima böyle, başkalarına acıdığımızı sanırken bile, içimizden mutlak biraz kendimize ağlarız.
Bütün bir gün, onun hâtırası, arada sırada zonklayan bir sancı gibi, zihnimde parlayıp söndü. Ertesi günü bazı gazeteler bu haberin bir noktasını yarı resmî bir ağızla her nedense tekzip ettiler: "Dün vefatını bildirdiğimiz Tütün Reji İdaresi Mütercimi Ahmet Fahim Beyin eski maslahatgüzarlarımızdan bulunmadığı tasrih olunur." dediler. Halbuki ben bu tekzibin yanlış ve şimdi herkesin unutmuş bulunduğu bir zamana ait o haberin bilâkis doğru olduğunu biliyordum. Meşrutiyetten bilmem kaç sene evvel, Çetine’de mi nerede, o bilmem kaçıncı kâtipken, oradaki Sefirimizin intihariyle elçilik boş kalınca, kendisi bilmem kaç gün maslahatgüzarlık etmişti. Henüz pek tecrübesizken koca bir İmparatorluğun mümessili olması da ona öyle şiddetle tesir etmişti ki, o zamanlarda duymuş olduklarını bunca seneler sonra izzetinefsinin şişirdiği bir sesle etrafındakilere: "Ben vaktiyle Çetine’de maslahatgüzarken...." diye hâlâ anlatırdı. Bu sözlerini kaç kere duymuştum. O, ancak bir gün, bir gece sürmüş bir hastalıktan sonra bir sabah ölüverince, perişan bıraktığı haremiyle kendisine acıyan uzak akraba ve ahbapları, yani senelerce kendisini dinlemiş bulunan ve kendisi gibi heqeyi olduğundan daha iyi ve üstün göstermeyi bir terbiye vazifesi sayanlar, gazete okuyucularına, kıymetini bilmedikleri bu yaşlı adamın hâtırasına ehemmiyet verdirecek birşey söylemek arzusuyla bunu bulmuş ve o birkaç satırlık ölüm haberine dercettirmiş olacaklardı. Bir uzvunu kaybeden bir ailenin bundan cemiyetin de müteessir olacağını zannetmesini mazur görmeli ve ölen hakkında iyi bir fikir vermek ıçın ondan daha evvel ölmüş şeylerin hâtırasından bir yardım beklemesini çok görmemelidir.
Olenin ailesine mensup olanların, gazetelere verdikleri ilânlara, "hazin bir vefat", "müessif bir ölüm", "çok acı bir kayıp" tarzında başlıklar koymalarını, ölenin ilmini, faziletlerini, hizmetlerini, himmetlerini, sonuncu bir defa olsun saymalarını, meselâ, "gençliğinde bir yazdığı şiirlerle edebiyatımıza hizmet etmiştir" gibi bir cümlelerini, ne yazarlarsa hepsini tabii bulmak ve öyle karşılamak lâzımdır. Zira, bu ölüm haberleri, devam eden ve edecek olan zamanın, ölene, bir gazete sütunundan son olarak gönderdiği bir nevi selâm değil midir? Ve perişan akrabalara, sevgili ölülerini sonuncu yola uğurlarlarken, yaprakları toprağa dökülmeden önce, bir sonuncu çiçek daha uzatmak istemeleri çok görülmemelidir.
Zavallılar! Kimbilir, haklı veya haksız böyle tekzipler karısında ne kadar müteessir olurlar! Ya biçare Fahim Bey!.. Kendi kendime: "O eğer ölmemiş olsaydı, belki bu tekziple yüreğine iner, bu vak’a karşısında ölürdü!" dedim ve onun bütün ömrünün kendisini böyle mevkiinden daha yüksekte gözü var farzetti-recek bir hâdisenin vâki ve şayi olmaması için, yaptığı şeylerin bir insan izzetinefsini kıracak tefsirlere meydan vermeden, hep hüsnüniyetle telâkki olunması için mahviyet içinde gösterilmiş fedakârlıklar silsilesi addedilebileceğini düşündüm. İlk önce onun ömrünü hep bu yolda inat ve ısrarla gösterilmiş bir feragat gibi görmeye ve bütün bu hayattan bildiklerimi, uzun bir maziyi karıştıran yavaş ve müteessir bir zevkle birer birer hatırlamaya koyuldum. Sonra da her hayatın, ona hariçten bakanlara, nasıl esrarlı göründüğünü düşünerek en boş ömürlerin bile zihin karısında teşkil ettiği muammaya daldım.
Babam, kendi mektep ve gençlik arkadaşı olan Fahim Bey için, gerek beni onunla tanıştırdığı gün, gerek daha sonraları, bana bir çok şeyler anlatmıştı.
Her akşamın ruha ürpertiler veren karanlıkları çökmeğe başlayınca, yaşlı adamlar, tiryakiliklerine ufak tefek itiyatlarına uymak isterler. Yanlarında, kendileriyle ahbaplık edecek dostlar, hizmetlerine koşacak kadınlar veya erkekler görmek isterler. Hüzünlü karanlıklar yerine, sevinçli bir lâmbanın yanmasını, akşam haberlerini gazetecilerin bağırmasını, bu saatlerin böylece uğurlanmasını isterler. Nihayet, yemek saatinden evvel, biraz neş'e ve biraz iştiha verecek bir iki kadeh alkol almak isterler. Babam da o zamanlarda Pangaltı’da oturduğu evine dönmeden, bazı akşamlar, Galatasaray’ın karşısındaki bir binanın birinci katında bulunan bir lokantaya bir iki kadeh rakı içmeye giderdi. Bu akşamlar, kalabalık, aydınlık, sokağın karışıklığı içinden geçerken, gözlerimi kaldırsam, bir köşe penceresinin önünde, onun, düşünür gibi duran, saçsız başını görürdüm. O, âdeti veçhile, yani kâh hayret ve kâh hiddetinden gözlerini aça aça gazetesini okurdu. Böyle pestenkerani yerlerde bulunmak bana her zaman saçma sözler dinlemek kadar azap verir. Fakat benim arada sırada, birikmiş birtakım şeyleri söylemek, yahut biraz para almak için babamla görüşmek istediğim olurdu. Bu akşamlar, onu yerinde görürsem, kapıdan girer girmez başlayan merdivenlerden çıkarak ve âdetimiz veçhile tebessüm ederek yanına giderdim. Zira, birlikte oturmadığımız için her tesadüfümüz bizi güldürecek kadar hoşumuza giderdi. Beni görür görmez o da gülümseyerek ve hazla gözlerini açarak: "Vay, gel!.." diye karşılardı. Ekseriyetle sözlerimi fazla helecanlı, mübalâğalı ve gizli maksatlarla dolu bulur ve bu fikrini bana -nafile!- belli etmemeye çalışarak, kıs kıs gülüşlerini bir tutam enfiye çekişiyle örtmek isterdi.
İşte böyle bir akşam babamın yanına çıkınca orta yapılı, orta yaşlı, teni kehrüba gibi sarımtrak, dudaklarının üstünü kaplayan muntazam kesilmiş, sert ve koyu siyah bıyıklariyle, başı bir kuş kafasını andıran ve insana pek ciddî olmak hissini veren birisinin onun ısrarlarına rağmen oturmayarak gitmeye hazırlandığını gördüm. Babam, nasıl olup da daha evvel görüşmediğimize şaşarak bizi birbirimize tanıştırdı. "Nasıl olur da oğlum en iyi arkadaşımı hâlâ tanımaz, ay nasıl olur da en iyi dostum, oğlumu hâlâ bilmez?" diyordu.
Ekseriyetle, ilk gördüğümüz bir adamın veya bir şehrin, ilk duyduğumuz bir sözün veya bir sesin hayatımızda sonradan alacağı mevkii takdirle bunlara lâyık oldukları ehemmiyeti veremeyiz. Fakat Fahim Beyin gözlerini ilk görüşümde bile dikkate değer bulmuştum. Bana bu sabit bakışlı siyah gözlerin madeni biraz sert, cevheri biraz yabancı, ve bakışlarındaki mânaların tefsiri de biraz güç gözükmüştü. Bilmem nasıl oluyordu, bu nazarlar dışlarından ziyade içlerine bakıyor gibiydi. Bilmem neden bu gözler için için uyuyor mu, yoksa gizli ve inatçı bir sabırla, daimî bir tecessüs halinde midir, pek de belli olmuyordu ve gene bilmem niçin ilk gördüğüm bu adam, ailemin yeni tanıdığım bir ferdiymiş gibi bana büsbütün yabancı gözükmüyordu. İşte, sanki muayyen bir talih üzerine saplanmış da bu değişmeyen mukadderatı sonu gelmeyen uykusu içinde rüya görür gibi seyreden; yahut, bilâkis, aşkıyla teshir ve tağyir etmek isteyen bu sabit bakışlı gözleri artık ömrünün ufuklarında nice seneler görecek, onları nice defalar kendime tefsir edecek ve bu tefsirlerimi de bir türlü bitiremiye-cekmişim.
O gider gitmez ve ben daha maksadımı açmadan evvel, babam uzun uzun daha ondan bahsetmeye başlamıştı. Ben, istediğim şeyleri babamı sinirlendirmeden, zamanı gelince, söyleyebilmek için sonraya bırakmaya mecbur olarak içimden: "Ne aksi tesadüf!" diye üzülüyordum. Bu, günün en çok sevdiğim akşam saatiydi. Akşam, şehre ve kalblere helmesini döküyor, sokaktan geçenlerin gözlerine karanlıkların sürmesini çekiyor, yüzlerini sanatın mânalarıyla güzelleştiriyor, hareketlerini kahramanların edalarıyla asaletleştiriyor, herşeyi romantik gölgelerle sararak kıymetleştiriyordu. Bir günün daha, içinde kendi aradıklarını bulmadan, bozulup zail olduğunu duydukları bu anda insanlar
hem daha çok cesaretli, hem daha az müşkülpesent olurlar. Akşamın karartısı ruhlarına sirayet ettiği zaman, batan güneş son aldıkları kararları gözlerinde parlatarak, başlarına ve saçlarına biraz yaldız sürerek onları bir an için güya hep güzelmişler ve hep sevi-liyorlarmış, aşkın hazları içinde yüzüyorlarmış, birçok tereddütlerden sonra artık evlerine dönmeye karar vermiş olanları bile, aşklarına koşuyorlarmış gibi bir cezbe içinde gösterir.
Gençlerin her mevsim değişen, fakat, gözleri ile, aynı mevsim içinde hep birden sevdikleri, görünce de sevindikleri birçok sevgilileri vardır. Gönüllerin lezzetini çoğaltan bu saatte ben belki onlara ve belki maceraları merakımı, uyandıran arkadaşlarıma tesadüf imkânlarını kaçırdığıma üzülüyordum. Sokaktan belki onlar geçiyor ve içimden şüphesiz onlara ait birtakım hisler geçiyordu. Fakat alâkadar olduğum bütün bu âlemin cazip davetlerini terketmeğe mecbur kalıyordum. Buraya yalnız bunun için çıkmış ve kapanmışız gibi, babam, sâkin, rahat ve yavaş, sevdiği şeyleri söylerken âdeti olduğu veçhile, yani gözlerini aça aça, bana Fahim Beyin hikâyelerini anlatıyordu. Ben, içimde büsbütün başka bir dünyaya ait hesaplar ve temayüller varken, güya sırf bu duyduklarıma ait bir merak ve tecessüs sükûtuyla, onun bana anlattıklarını dinliyordum ve babam sözleri arasında hazan biraz susarak bir yudum rakı içiyor, bir tutam enfiye çekiyordu.
Fahim Beyin, şimdi ismini unutmuş olduğum, babası Bursa eşrafındanmış. O kadar iyi kalpli bir adammış ki, âşar mültezimi olmak isteyen öteki berikine kefil olmayı bir nevi vazife telâkki edermiş ve paranın değerli olduğu o zamanlarda her sene kefâlet-leri yüzünden bin lira, iki bin lira ödemek mecburiyetinde kalırmış. Bursa’nın o zamanki valisi bir gün kendisini çağırtmış: "Yo! Bak, bu böyle olmaz!" diye nasihat etmiş. "Kefil olmak İstediğiniz adamı evvelâ benden soracaksınız, hakkında tahkikat yapacağım, size kime kefil olun dersem ancak ona olursunuz!" Fahim Beyin babası da: "Başüstüne Paşam!" demiş. Fakat sonra kime kefil olmak isterse vali paşanın tahkikatı menfi çıkar, ve paşa ona, hep: "Olmaz!" diye cevap verirmiş. O zaman Fahim Beyin babasının sabrı tükenmiş. Bir gün: "Aman Paşam!" demiş, "ona kefil olma, buna kefil olma! Peki, ben kime kefil olayım?"
İşte babasından intikal eden bu içtimaî tesanüt hissi Fahim Beyde o kadar kuvvetliymiş ki, kendi mektebin sonuncu sınıfın-
dayken bir iki sene evvel birincilikle çıkmış olan bir arkad^ının pek istediği halde Tıbbiyeye giremediğini duyunca beyninden vurulmuşa dönmüş. Bir akşam kısacık bir mektup almış. Bunda o arkadaş : "Daima muhterem diye andığınız dostunuz size hayatta ne kadar muvaffak olamadığını bildirmek istiyor. Tıbbiyeye giremedi. Şimdi hayatını kazanabilmek için Fransızca dersleri vermeye çalışıyor." tarzında birşeyler yazıyormuş. İşte bu basit satırlar Fahim Beyin sanki bir aslan kesilmesine kâfi gelmiş. Derhal bilmem kaç dostunu toplamış, bilmem kaç kişinin delâletini temin etmiş ve arkadaşının mektebe alınması işini o hafta içinde yoluna koymuş.
Fahim Bey mektepten çıkınca Bursa’ya gitmiş. Babası, ona: "Benim akıllı evlâdım! Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun bakalım?" diye sorunca, sırf onun gönlünü almak için: "Ben sayenizde Hariciyeye gireceğim, maaşa geçeceğim, kendime bir ev tutarak size hayır dua edeceğim. Paraca hiçbir yardımınıza ihtiyacım olmayacak. Bundan sonra benim için artık hiç üzülmeyin!" diye bir cevap vermiş. Fakat o devirde birdenbire ma^a geçmek kolay mı? Fahim Bey, Bâbıâli’ye fahrî olarak gidip gelmeye başlamış, fakat, sırf babasını tatmin etmek için, İstanbul tarafında büyükçe bir konak kiralamış. Bu konağın birçok odaları, kendisine büsbütün lüzumsuz olduğu için, perdesiz ve eşyasız, boş dururmuş. Bu kocaman evin boş odalarında o, her sabah saatlerle keman meşke-derek yanık birtakım havalar çalarmış.
Fahim Beyin hikâyesinin burasına gelince, onun sanki o boş odalar içinden, ve gençliğinin eşiğinden her sabah kemaniyle hayata, saadete, kimbilir hangi muvaffakiyetlere ve hangi vuslâtlara doğru saldığı ısrarlı, uzun davetleri duyar gibi olmuştum. Genç kalbimin bütün kuvvetleriyle ben de onlara hak veriyor değil miydim? Bu davetler acaba hayattan ne cevap aldılar? diye düşünüyordum. Fakat bana bu suali İrada imkân bırakmadan babam hikâyesinin alt tarafını anlatıyordu.
Fahim Bey öğle yemeğini de evinde yedikten sonra çıkar, Hariciyeye gidermiş. Oraya tâyin edilmiş memurlar o kadar çokmuş ki, bunların hepsi de gelmiş olsalar, oturacak yer bile bulamazlarmış. Fakat bazıları yalnız öğleden evvelleri gelir, sonra bazı mekteplere giderler ve bazıları da hiç gelmezlermiş!
Babam, ekseri odaları boş kalan bu konakta ekseriya dalgın dalgın keman çalan bu dostunu görmeye gittikçe onun bir bekleyişten ibaret hayatına şaşakalırmış. "Hay Allah, sana akıllar versin!" diye gülmekten katılırmış, ama içinden yine onu takdir et-mekden de geri kalmazmış. Zira alaycı arkadaşları onunla eğlenirler: "İlahi Fahim Bey: İlâhilerle güvey giresin!" derlermiş. "Bu koca konağın boş odalarını yalnız keman sesleriyle mi dolduracaksın?" Ve daha ciddi arkadaşları, ona: "A birader!" derlermiş. "Yapyalnızsın! Bir küçük ev sanki senin neyine yetmez? Bu kocaman konaktan ne hayır beklersin?" Fakat o, bütün bu sözlere karşı vakarlı bir ciddiyetle: "Aman, olmaz, birader! Bursa’dan gelen, giden bulunur! Siz bilmezsiniz memlekette bizim mevkiimi-ze pek ehemmiyet verirler. Benim burada nasıl yaşadığımı görenler gidip babama da söylerler. ihtiyarlık vaktinde gönlü hoş olsun! Biraz borçlanırım ama, zarar yok, bir gün olur bütün bu borçları öderim!" dermiş. Fahim Beye, bu bomboş odalar, gelecek günlere olan ümidini sığdırabilmek için, bu geniş sofalar, büyük emellerini ve hülyalarını korumak için, bu kocaman konak da, babasının, kendisine olan itimadını barındırabilmek için lüzumlu görünüyorlarmış.
İşte böylece zaman, bir hayli zaman geçmiş, Babıâli’nin hali malûm. Maaşa geçmek, terfi et^k hep iltimasa bakar. Hiç kimseden hiçbir ricada bulunmak âdeti olmayan Fahim Bey, bayramlarda kendilerini tebrike gittiği büyüklerden ve ailesini tanıyanlardan hep güleryüz, hep iltifat görürmüş ama, bunların hiçbiri kendisini elinden tutup en cüz’i bir maaşa bile geçirtmezmiş. Babam vesair arkadaşları sabırsızlanırlar: "A birader! Senin bu halın ne olacak?" derlermiş. Fahim Bey onlara hep: "Bir gün olur elbette benim de hatırımı sorarlar. Bana da iktidarıma lâyık bir mevki verirler. Benim de halim düzelir. Siz üzülmeyin!" diye cevap ve-r!rmış.
Memuriyetinde biraz terakki etmesi, kendisine biraz maaş bağlanması için bir imkân, bir fırsat başgösterse kendine ait bu işin konuşulmasından âdeta utanır, karşısındakine, söyliyemiye-ceği mühim bir yerden yardım beklediği hissini vererek: "Aman beni şimdilik mevzuubahis etmeyin!" dermiş. Arkadaşlarına, kendileri de karışırlarsa işinin belki bu yüzden bozulacağını bile hissettirmeye çalışarak, meselâ: "Kabine değişecekmiş!" der, bir
sır tevdi eder gibi kısık bir ses ve mühim bir edayla: "Hattâ bir-şey söylememenizi bilhassa rica ederim!" diye ısrar edermiş. Oyle ki, arkadaşını bir hamlede Tıbbiyeye yazdırmaya muvaffak olan bu adam, kendisi için, senelerce hiçbir harekete geçmemiş. Ötekiler maaşlarını arttırırlar, rütbe nişan alırlar, Fahim Beyse, vicdanen müsterih, kendisinden ve âtisinden emin ve mutmain, böyle bir "açıklar livası" oluşundan sanki memnu ve hattâ müftehir, senelerle, odaları boş konağına elleri boş gidip gelmiş!
Evvelce Bursa Valisi bulunduğu sırada babasını iyi tanımış olan bir Paşa günün birinde Sadnâzam olmuş. Fahim Beyin tebriklerini kabul ederken babasının ve kendisinin ne halde bulunduklarını sormuş ve kendisine yakında rütbe, nişan veya memuriyet ve maaş, herhalde bir lütfu olacağına dair söz vermiş. Fahim Bey gece gündüz nail olacağı bu lütfu binbir hayalle düşünerek tam bir sene beklemiş. Bu senenin sonunda da o Sadrıâzam, azlo-lunmuş. O zaman Fahim Bey bir yanlışlığa kurban olduğuna kanaatle ve belki muamelesi başlamış da bir köşeye ilişmiş bir kâğıt vardır, onu bulup gene yürütmek mümkün olur hülyasıyla Paşayı tekrar ziyarete giderek terleye sıkıla hakkındaki emrinin galiba bir yanlışlık neticesi yerine getirilmemiş ve kendisine ne rütbe, ne nişan, ne memuriyet, ne maaş hülâsa hiçbir şey verilmemiş olduğunu söylemiş, Paşa cevap olarak demiş ki: "Evet evlâdım, doğrusu size hiçbir şey yapamadım. Fakat hiç olmazsa düşündüm ya!"
Fahim Bey bunu arkadaşlarına anlatırken boynunu büker: "Bir yaşıma daha girdim!" dermiş. Bu "birşey yapamadımsa da düşündüm ya"yı bütün arkadaşları uzun müddet dillerinden düşürmemişler. Babam, Fahim Beye: "Sen de Paşaya bir daha gitmelisin! 'Paşa Hazretleri! Evet, pek çoktanberi mazulsünüz. Size mevkiiniz iade edilmiyor, başka bir mevki de verilmiyor ama, sizi hiç olmazsa düşünmüşler ya!’ demelisin!" diye takılırmış.
Fakat Fahim Bey ne yapmışsa yapmış, halini babasına duyurmamış. Hattâ dahası var: Kendisine pek cüz’î bir maaş bağlanınca ilk işi, ihtiyar babasını son zamanlarında memnun etmek için, ona dolgun bir maaşa geçtiğini yazmak olmuş. Halbuki bu esnada aldığı para hiç mesabesindeymiş. Bir müddet sonra hastalanan babası doktorlara görünmek üzere İstanbul’a gelmek İsteyince Fahim Bey, müthiş bir telâşa düşmüş: "Aman babam bu halimi
görmesin, zavallı adamcağızın yüreğine iner!" diye bütün dostlarına müracaat etmiş. Hem bir iki ahbabından, hem de babamın delâletiyle, ve yüksek bir faizle, sarraf Taşçıyan Serkis’ten epeyce bir para istikraz etmiş.
Nihayet Fahim Beyin kısa boylu tıknaz, ak sakallı ve kendisine pek benzeyen babası gelip oğlunu güzel döşeli bir büyük konakta yerleşmiş görünce, ve iyi bir tesadüfle de tam o gün rifatlû rütbesine nail olduğunu öğrenince göğsü iftiharla kabararak ona: "Berhüdar ol, oğlum! Gel, seni alnından öpeyim!" demiş ve daha: "Bir gün olur, fahametlı'.'ı olursun, inşallah!" diye dua etmiş. O zaman Fahim Beyin hazzından ve gururundan gözleri yaşarmış. İçinden, babasının kendisine gösterdiği bu itimada ve teveccühe lâyık olmaya ahdetmiş. Bu görüşmelerini arkadaşlarına anlatırken: "Işte size karşı, hattı hareketimdeki hakkımı ispat ettim ve bütün emeklerimin mükâfatına erdim. Bunu artık ne pahasına ödersem ödiyeyim, duymuş olduğum bu ruhanî haz, bana kâfidir!" dermiş.
Fahim Beyin ihtiyar babası kendisine yapılan ameliyattan kurtulamamış, ölmüş. Bereket versin ki, ondan biraz hazır para kalmış da bu sayede en müstacel borçlar ödenmiş. Zira Fahim Bey, Bursa’daki emlâki satmaya bir türlü razı olmadığı için bu sıralarda yaptığı bütün borçlardan kurtulamamış. Herkes onu epey bir mirasa konmuş sandığı ve sonraları maaşı da biraz arttığı halde, o, birçok faizlerle kabaran borcunu ancak senelerden sonra ödeyebilmiş.
Babam, daha, Fahim Beyle eğlenmek için Beyoğlu’na geçtikleri ve hâtıraları ruhuna işlemiş olan gençlik gecelerini de yâdedi-yordu. O zamanlarda iki felsefeleri varmış. Biri, memnun ve mesut, "optimizm"; diğeri müşteki ve bedbaht "pesimizm" ki, bir gece içinde birkaçar saatlik fâsılayla, lodos ve poyraz gibi estikleri olurmuş. Nikbin, ümitli, neşeli, "Beyoğlu’na çıkış" felsefesi, geceleyin Beyoğlu’nda eğlenmeye gidilirken bir marş, bir raks havasına benzermiş. Gördükleri herşey hoşlarına gider, herkes onlara dost yüzleri gösterirlermiş. O saatlerde, dünyada her iş tıkırında gidermiş. Şairleşen Fahim Beye hayat tozpembe, zahmetler bile eğlence görünürmüş. Oyle tuhaf şeyler anlatırmış ki, arkadaşları gülmekten bayılırlarmış. Bedbin, ümitsiz, neşesiz, "Beyoğlu’ndan dönüş" felsefesiyse, eğlenti dönüşü, bir "marş fünebr"i hatırlatır-
mı§. Bakışları nereye değse orayı soldururmuş. Herşey, herkes boş, abes, çirkin, hırçın, kaba, ahmak, manasız, münasebetsiz, tadsız görünür ve duyulurmuş. Bu dönüşlerde Fahim Bey yorgun, bezgin, nevmit olurmuş. Oyle doğru şeyler söylermiş ki, bir filozof da ancak bu kadarını bulup söyliyebilirmiş!
Hülasa, Fahim Beyin bu kendine mahsus hallerine doyum olmazmış. Hatta onun başına gelen şeyler de ekseriya böyle tuhaf olurmuş. Mesela, bir aralık İstanbul'a büyük bir Fransız tiyatro kumpanyası gelmiş. Oyunlarının hiçbirini kaçırmayan Fahim Bey, oyuncular arasında bulunan meşhur bir-aktrisin sanatına hayran olmuş. Bu hayranlığını bütün dostlarına anlatmakla biti-remiyormuş. Nihayet böyle sanat meftunluğuyla geçen iki üç geceden sonra bu aktrise çılgıncasına aşık olmasın mı? Elinden her geleni yaptığı için bir yolunu bulup da en iyi Fransızca bilen genç ve istikbali parlak bir Hariciye memuru diye bu kadına takdim olunduğu gün heyecanından karşısında diz çökmüş, gözleri yaşarmış, ona: "Madam... Madam..." diyormuş. Fakat bildiği Fransızca kelimelerin hiçbiri imdadına yetişmiyor, bir türlü sesi çıkamıyor, ve başka bir tek kelime daha telaffuz edemiyormuş. Kendisini yerden zor kaldırmışlar. Bu garip mülakattan sonra Fahim Beyin aşkı o kadar çoğalmış ki, artık rahat edemiyor, mutlaka bir fedakarlık yapmak ihtiyacını duyuyor, "Bu ilahi kadına insan herşeyini feda etmelidir!" diyor, fakat kendisi neyini feda edebileceğini bir türlü bulamıyormuş. Bir kaç gün sonra tiyatro kumpanyası memleketine dönerken: "Böyle artistlere takdim edilebilecek hediyeleri almak bizim haddimiz değildir!" diye olanca parasiyle yalnız bir buket çiçek almaya karar vermiş. Ancak fedakarlık hevesiyle, bütün parasını harcamak azmiyle, yaptırdığı buket o kadar büyük olmuş ki, Fahim Beyin aşkının şöhreti gibi bu buketin şöhreti de arkadaşları arasında derhal yayılmış. Sirke-ci’ye getirilmesi için bir arabaya binilmesi lazım gelmiş, trenden içeri güç halle sığdırılabilmiş, fakat kadının kompartımanında bunu alacak yer bulunmadığı için, derhal lokantalı vagonun bir köşesine gönderilmiş. Orient-Ekspress hareket ederken aktris pencereden hafifçe sarkarak kendisini teşyie gelenlere mendilini sallıyor, Fahim Beyin gözlerinden de yaşlar boşanıyormuş. Arkadaşları artık o meşhur kadının ismini zikrederlerken, hep: "Hani şu bizim Fahim Beyin aşık olduğu..." derlermiş. Hülasa o da ismini
bir müddet, aşkın meşhur çiftlerinde olduğu gibi, sevgilisininkiy-le birleştirmeğe muvaffak olmuş.
Yine mesela onu vaktiyle pek sevdiği küçük, sırtı siyah ve göğsü beyaz, oynak bir köpeği varmış. Bir kırlangıça benzediği için ona "Irondel" ismini takmışlar. Bir gün bu köpek kaybolmuş. Nice zamanlardan sonra Irondel sokakta mahzun mahzun köpeğini düşünerek giden Fahim Beyi bulmasın mı? Fakat hayvancağız birdenbire buna o kadar sevinmiş ki, hazzından ne yapacağını şaşırıp aklını kaybetmiş! Bir türlü usta bir baytar bulup zavallı köpeğin aklını yerine getirememişler. Artık bu biçare mahlûk herkesin önüne dikilir, vaktinde mülayim ve şimdi çılgın gözlerini haddinden fazla açarak ve yan yan bakarak sanki boğazında yutamadığı birşey kalmış gibi, uzun uzun bir havlama, bir ulumadır tuttururmuş. Ondan kurtulmak için bir tek çare varmış: Onu ismiyle, Irondel diye çağırmalıymış. Zira bu garip hayvan, unuttuğu eski benliğinden korkuyormuş gibi ismini duyar duymaz derhal gülünç bir edayla çabuk çabuk koşmaya başlar, ta uzaklara kaçar, saklanır, susarmış. Kimsenin dayanamadığı bu yürekler acısı haykırışlarına rağmen Fahim Bey, kendisine muhabbetini aklını kaybetmesi bahasına ispat etmiş olan köpeğini bir türlü terketmeye razı olmamış ve ikide bir boğazında bir kılçık kalmış gibi haykıran bu çılgın hayvanı yanından ayırmayarak onu senelerle dinlemiş durmuş!
Yeni telakkilerin bu eski kalb saffetini bizim iyice hissetmemize mani olabileceğine ihtimal veren babam, arkadaşının meziyetlerini bizim neslimizin, layıkıyla takdir edemiyeceğinden korkuyormuş gibi, hem onu anlatmakla bitiremiyor, hem naklettiği bu hikayelerin delâlet ettikleri manaları iyi anlamış olup olmadığımı yüzümden okumak İsteyerek, bir vakfe esnasında, bir yudum rakı içer, bir tutam enfiye çekerken, gözlerini aça aça bana dikkatle bakıyordu.
"Öyle bir adamdır ki ömürdür, Fahim Bey!" diyordu. "Emsali dünyada bulunmaz!" Gerçi onu takdir edemiyecekler çoktur ama, kezalik onun kadrini iyi bilenler de vardır! O, dünyanın en iyi kalpli adamlarından biridir; bir büyük adamdır vesselam!"
Sonraları da kaç kere görmüş olduğum gibi, Fahim Beyden bahsederken babam hep bir haz ve huzur duyardı. Onu hem medheder, hem için için güler, ve böylece, onu medhettiği sıralarda bile, görünüşte biraz eğlenir gibi olurdu. Fakat hakikatte bu, bir istihza değildi. Gençliğinde bu arkadaşıyla pek çok gülmeye alışmış olduğu için, onun hatırası kendisinde tebessümlerin ve kahkahaların hemen hemen şuursuzca nüksetmesine sebep oluyordu. Onunla eğlenmek şöyle dursun bilakis, gülünç bulduğu hikayelerini anlatırken bile hep kibar ve yüksek taraflarını duyuramamak, yahut yanlış duyurmak endişesiyle üzüldüğü anlaşılıyordu.
Yine Fahim Beye ait, babamın böyle anlatırken pek çok güldüğü, fakat neticede onun ahlakının üstünlüğüne bağladığı garip bir terzi ve esvap hikayesi vardı.
Fahim Bey, daha sonraları sefarethanenin üçüncü katibi olarak gittiği Londra’da yeni girdiği hayat için hangi esvapları yaptırmak lazım geleceğini tahkike başlamış. Kendisine: "Üzülme, iyi bir terziye gidersin: 'Habillez - moi!’ dersin. Sana lazım gelecek bütün esvapları yaparlar!" demişler. O da, sefirin tavsiyesiyle Londra’nın en büyük terzilerinden olan Pool’e gitmiş, kendisine, bir sefaret katibine iyi giyimli olmak için ne lazımsa yapılmasını söylemiş. Uzun süren birçok provalardan sonra, nihayet bir gün sefarethaneye, kapılardan içeri siğmayan bir ambar gelmiş. İşte bu ambarın Fahim Beyin hayatında senelerce süren bir tesiri olacakmış. içinden kocaman bir dolaba sığmayacak bir sürü esvaplar çıkmış:
İnce ve kalın, açık ve koyu, her türlü ve her renk kumaştan ayrı ayrı her mevsime göre mevsimlik ve her mevsim arası yarı mevsimlik çeşit çeşit kompleler, düz siyah ve tüylü şoviyottan ve
gümüşî jaketler ve redingotlar, fraklar, smokinler, esvapların her nevi: beyaz ketenden olanlar, krem sadakurdan olanlar, pantalo-nu beyaz vestonu lacivert olanlar, pantalonu çizgili bir kumaştan, vestonu siyah olanlar, çift sıra düğmeli vestonlar, tek sıra düğmeli yuvarlak vestonlar, seyahat esvapları, koşu esvapları, golf esvapları, tenis esvapları, av esvapları, şehir esvapları, ev esvapları, nerede ve ne zaman giyilecekleri pek kestirilemiyen esvaplar, birtakım fantazi kumaşlı, süslü düğmeli çapraz yelekler, muhtelif renkte kadife yelekler, sedef düğmeli beyaz pike yelekler, çizgili kumaşlı müteaddit pantalonlar, beyaz ve siyah küçük kareli pantolanlar, yakaları kadife veya kumaştan pelerinler, kaputlar, pardesüler, makferlanlar, redingot gibi cepleri arkada em-periyal paltolar, kloş paltolar, kadife yakalı koyu resmî paltolar, kadifesiz yakalı açık paltolar, siyah kadife yakalı gece paltoları, aynı kumaştan pelerinli paltolar, kukuletalı seyahat paltoları!
Fahim Bey bütün bu esvapların odadaki tekmil iskemle, koltuk ve kanapeleri kapladığını seyredip bunların tutarını da faturada görünce yeisle karışık bir hayret içinde kalmış: "Aman Yarabbi! Bu ne çok esvap! Aman Yarabbi! Bu ne müthiş borç!" diyormuş. Sonra: "Ben bu borcumu ömrümde ödeyemem!" diye ümitsizliğe kapılmış. Bu hadiseye kahkahalarla gülen arkadaşları, ona: "İlahi Fahim Bey!" demişler, "Ödeyemiyecek olduktan sonra neye kahırlanıyorsun a birader? Verebileceğin borçları düşün; yoksa, veremiyeceklerini ne merak ediyorsun?"
Fahim Bey bütün bu elbiseleri tevekkülle kabul etmiş ve böylece, bir taraftan, aylık taksiti bütçesinde büyük bir rahne açan bu borcu senelerce ödeye ödeye bitirememiş, diğer taraftan da bunları senelerle giye giye eskitememiş. Öyle ki hep bir sandıktan çıkan bu esvaplar onu yıllarca yeni bir esvap yaptırıp giymek zevkinden mahrum ettiği gibi, nihayet modası çoktan geçmiş şeyler giymeye de mahkûm etmiş. Çünkü bütçesinde, terzinin borcunu ödemekten, yeni yapılacak esvap için para bulmak imkanı kalmamış.
Babamı her nedense her zaman kahkahalarla güldüren bu maceraya ben o kadar gülemiyordum. Zaten, sonraları ben Fahim Beyle biraz daha tanışarak, yavaş yavaş, bu hadiseyi başka türlü tefsire koyulmuştum. Onun arkadaşları gülmekten katılırlarken dikkat edememiş olacaklardı. Ciddî bir terzi bu kadar büyük öl-
çüde bir yanlışlık yapamazdı. Fahim Bey bütün bunları ısmarlamayı kendine bir vazife saymış olmalıydı. Terzihane belki biraz mübalağa ederek bu ısmarlama emrini üç beş takım ilâvesiyle tefsir etmiş olabilir ve onun da sesini çıkarmıyarak kabul ettiği ancak bunlar olacaktı. Fakat bütün bu esvaplar yapılıp kocaman bir sandık içinde hep beraber gelince o kadar yer tutmuş ve başkaları bu hale o kadar gülmüş olacaklardı ki, Fahim Bey de, fazla gösteriş meraklısı görünmemek lüzumunu kabulle, içinden tabiî ve haklı bulduğu bu israfı onlarla birlikte tenkid etmeye koyularak, terzinin kendi sözünü yanlış anlamış olduğu hikâyesini uydurmuş ve bu halin bir kurbanı diye gözükmeyi tercih etmiş olmalıydı. Yoksa, Londra Sefareti kâtibi tâyin olunmasının hayalinde açtığı ufuk o kadar geniş ve ruhunda hâsıl ettiği tesir de o kadar şiddetli olacaktı ki, talihin bu cilvesine karşı o, elbette ancak böyle kocaman bir esvap sandığını doldurmakla mukabele edebilirdi. Ruhu hülyalarla şişkin olan Fahim Bey, vücudu üstünde böyle büyük bir terzinin esvaplarını duymaya muhtaç olmalıydı. Bundan sonra mesleğinde muvaffak olacağını daha ziyade ummuştur.
Buna hakkı da yok değildi. İyi bir terzinin bize giydirdiği esvaplar yalnız vücudumuza geçmiş ve onun şeklini tâdil etmiş sayılamaz. Onlar elbette maneviyatımıza da geçer ve tabiatımıza, ahlâkımıza da tesirleri olması tabiîdir. Onlar, görünüşe bakan insanların gözleri karşısında şeklimizi değiştirmekle talihimizi de değiştirir. Bizden ziyade hisli olan kadınlar bunu pek iyi bilirler. Bir kadına ihtimal ki yeni, taze bir kan aşılansa bu, onun bedbinlikten nikbinliğe doğru bir felsefe değiştirmesini bir büyük terzinin esvapları kadar temin edemez, ona kuvvet, neş’e ve hayat veremez. Kadınlar en büyük saadetlerini Allaha olduğu kadar terzilerine de borçlu olduklarını duyarlar. Başkalarınca belki bir ihtiyaç telâkki olunmayacak bu süs, kadınların en muhtaç oldukları şeydir: Kendi kendilerine emniyetlerini, hayata muhabbetlerini arttırır. Onun için Fahim Beye gülen arkadaşlarının yerinde kadınlar olsalardı, onu anlıyacaklardı.
O zaman hıristiyan bir Paşa olan Londra Sefirimizden kâtipler, kendi aralarında hep "Son Excellence" diye bahsederlermiş. Fahim Beyin yeni şıkhğını gören Sefaret Başkâtibi Rafael Beyin bir gün ondan "Son Elegance" diye bahsetmesi bir iki cinaslı ve güzel sözün insana zeki ve nükteşinas olmak şöhretini kazandır-
dığı o devirde, sefarethane muhitinde zerafetin nadir erişilir bir muvaffakiyeti diye telâkki olunmuş. Bu kelime Rafael Beyin "spirituel" olmak şöhretini arttırmış ve bu da onun Fahim Bey hakkındaki dostluğunu çoğaltmış. İyi giyimli olmak bir memurda bulunması lazım olan dikkat ve nezaketin icaplarından görünmekle Fahim Beyin esvapları iyi bir memur tanınmasına yaramış. O, adamakıllı Türkçe bilmeyen Sefir Paşanın bu yüzden gözüne girmiş ve sonraları, Rafael Beyin delaletiyle, Sefir, onu arkadaşlarından ziyade himaye eder olmuş.
Fakat bundan sonraki zamanlara ait, başka bakımdan anlatılan hikâyelerden anlaşılıyordu ki, iş esvaplarının bu ilk iyi tesirlerinden ibaret kalmamış ve bunları makûs birtakım tesirler daha takip etmişti.
Fahim Bey; giydiği bu Ingiliz kumaşları yüzünden, kimbilir, belki de kendisinde bir Anglo-Saxson hüviyeti duymuş, ve kimbilir, belki sonraları eline bir fırsat geçer geçmez, bunun için memuriyetinden ayrılarak "teşebbüsü şahsı" hayatına atılmak istemiştir?
Yine kimbilir, belki bu İngiliz kumaşlarının cinsleri ve renkleri ve bu esvaplarının biçimleri onun ahlakını ve zihniyetini başkalarına olduğundan başka türlü göstererek kendini tanımayanlara, hakkında yanlış fikirler vermeye sebep olmuştur. Belki bunlar Fahim Beyi öyle bir zırh içinde gösteriyordu ki, birçokları onu memleketin mukadderatına yabancı bulmuşlar ve bu esvaplarının açık renklerini, serbest şekillerini görerek kendisine yabancı bir kan aşılandığını sanmışlar ve hele Fahim Bey mütereddit ve uysalken onu, bu kalın ve kabarık kumaşları yüzünden, atılgan ve şımarık bulmuşlar; o; belki darlık ve yoksulluk içindeyken, bu geniş esvapları yüzünden, oriun bolluk ve israf içinde olduğuna kanmışlardır. Kimbilir, belki de içine atıldığı iş hayatında o, en önce bu esvapları yüzünden muvaffak olacağını sanmış ve yine kimbilir, belki de asıl bunların yüzünden muvaffak olamamıştır.
Başkalarının gözlerini terbiye ve dillerini idare etmek o kadar mümkün değildir ki, bu ümit ve teşebbüs zamanlarında onu görmüş ve böyle tenkid etmiş olanların birinden nice yıllar sonra şöyle bir cümle işitmiştim: "Fahim Bey, sırtında açık renk parde-süsü, koltuğunda bir tomar frenk gazetesi, Babıali yokuşunda bir
aşağı, bir yukarı iner, çıkardı. Yine de birşeyler olamadı gitti!" Şüphesiz bu adama, o iniş çıkışları gördükçe Fahim Beyin birtakım memuriyetlere doğru yürüdüğüne, birtakım işlere doğru koştuğuna ve bu faaliyetiyle kendisine birtakım muvaffakiyetler dokuduğuna, gizli bir kıskançlık hissiyle, kani olmuştu ve bu fiilin bir neticesini göremeyince sebeplerini yalnız kendinin tahmin etmiş olduğu bütün bu emeklerin boşa gittiğini söylüyordu. Halbuki, acaba Fahim Beyin yaptığı tesirden, kendisine atfolu-nan maksat ve gayelerden haberi var mıydı? Başkaları daima ancak, kendi hesaplarına uygun görüşlerine inanarak bizi kendimize göre değil, kendilerine göre muhakeme ederler ve çok kere hakkımızda erdikleri kanaatlerin bizim hakikatlerimizle hiçbir münasebeti kalmaz. Fahim Bey sanki ne olmayı istemişti de muvaffak olamamıştı? Fakat şurası da var ki, işlerinin hiç yolunda gitmemiş olması ayrı bir hakikatti.
Nihayet bütün bu esvapların eskimeğe başlaması Fahim Beyin bu parasızlık zamanlarının nüksetmesine tesadüf ettiğinden, evvelce uzun müddet eskitemediği, istemiyerek giydiği bu esvapları, uzun bir müddet de, hemen eskimiş olarak, ve büsbütün istemeye İstemeye taşımış. Öyle ki, hep senenin muayyen bir mevsiminde ve günlerin, yahut gecelerin muayyen birer saatlerinde giyilmek için yapılmış bu esvapları o, artık senenin bütün mevsimlerinde ve günlerin, yahut gecelerin de bütün saatlerinde giydikçe, bütün bu elbiseler o mevsimin ve o saatlerin çoktan geçmiş olduklarını daha ziyade hatırlatırmış. Sonbaharda onun arkasında daha yazlık bir esvap, ve odasının içindeyken, onun arkasında, en sona kalmış olan, bir av takımı görülürmüş. Bu hal, arkadaşlarının gözlerine çarparak latifelere bürünen istihzalarına sebep olurmuş. Onlar: "İlahi Fahim Bey!" derlermiş, "Bu av esvaplarını böyle odanın içinde sinek avlamak için mi giymişsin?"
En son makfarlanı Fahim Bey giymiş. En son kloş palto onun arkasında eskimiş ve nihayet bütün bu paltoların, pardesülerin, pelerinlerin, ceketlerin, vestonların, pantalonların ve yeleklerin hepsi de tamamen eskiyince Fahim Bey onlardan gene kurtulamamış. Zira o zamanlarda yeni esvap yaptırmak imkanları büsbütün zail olmuş. Abdülhak Hamid’in senelerden sonra kendi esvapları için:
"Hep tersine dönmüştür onun giydiği şeyler. ■
Hem biddefeat!
Vaktiyle bütün Pool’dayapılmışsa da heyhat!.." dediği gibi, Fahim Bey bütün bunları lekeciye temizletip boyacıya renklerini değiştirterek, mahalle terzisine tamir ettirip terslerini çevirterek bu defa da böylece başka renklere boyanmış ve terslerine dönmüş olarak, yine-giyer, yme giyermiş! ■ --24
Bu, daima güneşe uyan bir saatin kullanıldığı, onun battığı anın tam on iki sayıldığı ve akşam ezanı başladı mı saatlerin on ikiye ayar edildiği zamanlardı.
O zamanlarda evlerimizde namaz vakitlerini bildiren saatlerin mevkii pek büyüktü. Ekser evlerin sofasında içi beyaz alaturka kadranlı, siyah yelkovanlı, cevizden dolabını yer yer kurtlar yemiş ihtiyar bir kuyruklu saat sallanarak, tıpkı bir gönlün yorgunluklarından gelen hırıltılı seslerle işlerdi ve güya doğrudan doğruya zamanın geçmesinden çıkan bu hüzünlü ses, eski neşelerin ter-ketmiş bulunduğu ıssız sofaları bir muvakkithane, bir cami uğultusuyla doldururdu. Bu saatlerin bazıları guguklu olur, saat başı geldi mi, latifeye benzeyen, bir öten kuş sadası çıkarırlardı. Fakat bu da çok eski bir vakit içinden geldiği belli olduğundan, o geçmiş zamanın şimdikiyle barışmak ister gibi yaptığı bir bunak şakasına benzer, bir hıçkırık kadar gamlı duyulurdu. Ekser evlerin başka odalarında duvara asılmış rakkaslı ve rakamları alaturka bir çalar saat işler ve o gûya tedavi etmek istediği zamanın içinde saatleri birer birer damlatılan sayılı ilaç damlaları gibi dökerdi. Ekser evlerin başka odalarında duvara asılmış rakkaslı ve rakamları alafranga bir çalar saat işler ve o geçen bütün saatleri daha asri, daha madeni bir sesle, birer altın gibi sayardı. Ekser evlerin daha başka odalarında, aynalar önünde, konsollar üstünde, irili ufaklı daha başka birtakım saatler bulunurdu. Bunların bazısı cam kılıflar içinde işler; bunlardan bazısı gûya çıktığımız bir merdivenin basamakları olmuş gibi on ikiyi vurunca bizi yükselttiği üst kattan hakim bir sükûta eriştirmiş olurdu. Bunların bazısı daha ucuz cinsten, daha basit saatlerdi, ve sanki yumurtlayacak tavukların gıtgıdak diye haykıran telaşlı ve gürültülü seslerini duyurarak gûya daha hamaratmışlar gibi adeta koşarak işlerlerdi. Yine bunların içinde bazısı da ayrıca kurulan bir düğmeyle, ayar edilmiş ol-
dukları saniyeye geldiler mi, sanki zamanın altın yumurtasını do-ğuruyorlarmış gibi, birdenbire bir çığlık koparırlardı. Bunlar da münebbihli saatlerdi. Ekser evlerin diğer odalarında hanımların ötede beride duran küçük cep veya süs saatleri olur, bunların bazısının cevahirle süslenmiş mineli kapakları bulunur, bazısı göğüslere takılan broşlar içinde yer alır, mesela mineden yeşil yapraklar arasında bir altın gül olur, veya altın bir fiyango ortasında sarkan minicik bir küre olurdu. Beylerin ceplerinde, yahut masaları üstünde duran, iri, çifte altın kapaklı, kimi alaturka, kimi alafranga saati bildiren, ve kimi iki yüzlü olan, bir tarafı ezanî saati, diğer tarafı Avrupai saati gösteren hususî saatleri olur, ve bütün bu, çoğu küçücük delikleri küçücük altın anahtarla uzun uzun kurulan cep ve süs saatlerinin daha ince, daha mahrem sesleri de sanki üstlerinden sızar, ceplerden taşar, için için akardı. Oyle ki bu evlerde inceden inceye tekmil bu saatlerden zayıf bir su sesi gibi hasıl olan gizli uğultu, geçen zamanın uğultusu, dikkat olunsa, derinden derine sezilirdi. Bu, gûya eski zaman evlerinin çarpan kalplerinin sesiydi.
*
O zamanlarda sokağa çıkmış olan hanımlar ezanî saat on bire doğru ve beyler de on iki sularında evlerine dönerlerdi. Bire doğru da akşam yemeğine oturulurdu. Ertesi sabah on iki raddelerinde kalkılır ve beyler iki buçuğa, üçe doğru işlerine giderlerdi. Hanımlar, ekseriyetle, sokağa ancak öğleden sonra çıkarlardı.
Gençliğinde bile usluluğu ve ciddiliğiyle tanınan Fahim Beyi birçok beyler ve paşalar kendilerine damat etmek istemişler ama, o, zengin bir eve içgüveyi olarak girmeye razı olmamış, kimsesiz ve orta halli bir kadınla evlenmeyi tercih etmiş. Kızlarını Fahim Beye vermek istemiş olan o eski babaların ne kadar hakları varmış. O, ekser erkekler gibi geçici ve adi münasebetlere düşmez ve haremi Saffet Hanıma asla ihanet etmezmiş. Babam: "O, gayet evcümend olduğu gibi, haremine karşı da o kadar düşkündür ki," diyordu, "benim gibi pek sevdiği bir arkadaşının hatırı için de olsa hiç bir günü evine yarım saat bile geç dönmeye razı olmaz. Seni onunla ilk görüştürdüğüm akşam bunu sen de görmüştün. O kadar ısrar ettim de, bak, biraz olsun oturmuş muydu? O, hep böyledir. İnandığı kaideleri hayatında tatbik etmek için her za-
man her türlü fedakarlığı ihtiyar eder, ve akşam oldu mu, kurulmuş bir saat gibi, doktorların tavsiyesini yerine getirmek için de yürüye yürüye evine vaktinde yetişir!"
Hatta haremi Saffet Hanım, saatini onun dönüşüyle ayar edermiş. Saffet Hanım ufak tefek yapılı, küçük ve yumuk gözlü bir kadınmış. Daima üşüyen ayaklarını kısa boyuna rağmen giydiği ökçesiz aba terlikler içinde ısıtarak, bütün İstanbul evlerine benzeyen hasırlı, keçeli, halılı, mangallı, sobalı evinde bir teviye ellerini uğuştura uğuştura, sessiz sessiz bir odadan bir diğerine dolaşırmış. En büyük zevki, avuçlarını mangalının üstüne ulatarak ısıtmak ve mangal kenarında birbiri üstüne sigara ve kahve içmekmiş. Ben onu hiç görmemişken bile bildiğimi sanırdım. Çünkü bizim eve sık sık gelip giden Şahsene Hanıma pek benzediğini duymuştum. Saffet Hanımı ancak bir gün, Fahim Beyle birlikte, Sultan Mahmut Türbesinin önünde gördüm. O zamanlarda kadınlarla görüşmek pek adet olmadığından, Fahim Bey bana, bizzat biraz ayrılmış duran, Saffet Hanımı göstererek, onunla doktora gittiklerini söylemekle ve o da bulunduğu noktadan bize bakmakla iktifa etmişlerdi. Saffet Hanım tıpkı kendisini görmeden tahmin etmiş olduğum gibiydi. Orta boylu olan kocasının yanında daha kısa ve daha tıknaz gözüküyordu. Bütün hüviyetinde, bakışlarında, çoktanberi hiç bozulmadan devam ettiği belli olan bir sükûn ve sükûtun, üstüste, kat kat yığılmış ve kendisini biraz da ezmiş durgun havası, durgun hali vardı. Devlet hizmetinde ya doğumları iktizasıyla, ya cesaret ve gayretleriyle nice büyük işler görmüş ve nice heyecanlı maceralar geçirmiş eski dirilerin şimdiki mezarlarını kalabalık yoldan ayıran yüksek ve yosunlu bu duvar önünde bu mütevazı hayat arkadaşları, bilmem nedense, silik iki hayalete benziyorlardı.
Bence, Fahim Beyin yüzünün cazibesi, biraz hüzünlü olmakla beraber vicdanlı, îmanlı, tok, rahat ve insanı bıktırmayan, sanki kemallerini bulmuş geniş bakışlı gözlerinden geliyordu. Bunlar belki hariçten ziyade kendi içlerine bakan, herşeyin bol ve kibarlığın tabiî olduğu bir devirde yetişmiş ve hala o zamanlardaki şeylere inanır ve kendi kendine: "Hey gidi günler hey!" der gibi bize gûya oradan, karşıki sahilden, o geçmiş zamanın mürüvvetleri içinden sanki biraz merhametle bakan bakışlardı. Ben, hep Saffet Hanım eğer umduğum gibi bir kadınsa kendisini Fahim Beyde
teshir etmiş olan bu kibar bakışlı gözler olmalıdır diye düşünürdüm. Fakat bu, şüphesiz çocukça bir düşünceydi ve pek muhtemeldir ki, aldanıyordum. Zira bir karı-koca arasındaki sırlar nasıl tahmin edilebilir ve bu kadar karışık ve karanlık bir mevzuda neye İstinaden hangi isabet ümidiyle bir teşhis konulabilir? Karı-koca değil, herhangi insanlar arasında muhabbet veya nefretin sebeplerini tahmine, tahlile sanki imkan var mıdır?
Nasıl ki ben de Fahim Beye ilk tanıştığımızdan beri duyduğum gayrî şuurî muhabbetin sebebini nice zamanlar sonra keşfe-debilmiştim. Bu, onun biraz ablak yanaklarının düşüşünde müphem bir noktaydı ki, pek sevdiğim halamınkilerine benzemekle, bana, haberim olmıyarak, halamı hatırlatmış oluyormuş. (Bir gün Fahim Beyin yüzünde ayrıca tesbit edemiyeceğim bu müphem şekli teşhis ederek, ona dair hislerimi bir nevi tatlılığa, muhabbete tahvil eden menbaı bulduğumu anlamıştım.)
O Saffet Hanıma tesadüf ettiğim gün gördüm ki, onun siyah çaqafı, hanımefendilerinki gibi parlak veya mat ipekten olacağına, nev’ini bilmediğim kabaca, donuk bir kumaştandı. Saffet Hanım hep evinin işleri, kocasının rahatıyla meşgul olurmuş. Onlar karı-koca sadakatinin kadın-erkek en mükemmel nümunesiymiş-ler.
Saffet Hanım, elbette, kocasının fikrî üstünlüğünü tamamen takdir edebilecek bir seviyede değilmiş. Bazan Fahim Bey ona, dünyayı sarsan büyük hamlelerden, toprakta saklanan servetlerden, altından ve sair madenlerden ve suda gizlenen elektrikten ve sair kuvvetlerden bahsedermiş de Saffet Hanım esneyip uyuklar-mış. Bazan da Saffet Hanım, kocasından yeni cins bir kahve, yeni bir fincan veya bir cezve beklermiş. Fahim Beyse bunları almayı unuturmuş da kapıdan girerken getirdiği mühim haberi seslenirmiş: "Duydun mu, hanım?" dermiş. "Radyum keşfolunmuş!"
Fakat bu bir çift ruhun birbirine yıllardır devam eden bağlılıkları, kendilerini bilenler için rikkat verici bir manzaraymış. Onlar gece yatısına misafirliğe bile gitmezlermiş. Yemeklerine de pek düşkün değillermiş. Ancak Fahim Bey yerli olsun, ecnebi olsun, iyi cins peynirleri pek sever, ve bunu bilen bazı eşi, dostu veya eskidenberi alış-veriş ettiği bakkallar da arada bir, kendisine bir parça, bir baş, bir kelle, bir tulum, bir torba, bir kutu, bir se-
pet veya bir teneke peynir gönderirlermiş ve bu evde, her zaman mevsimlere göre, yerli veya alafranga, en iyi cinslerden birkaç türlü peynir bulunurmuş. Rahatına düşkünce bir kadın olan Saffet Hanım kahvesiyle sigarasını içe çeke, bazı günler kocasının, torbası içinde sıkılan bir meme gibi damlayan tulum veya torba peynirleri gibi, hazırlanması güç olmayan, hazır alınan bir yemeği sevdiğine şükredermiş.
Gece, yemekten sonraları, Fahim Bey gazetelerini okuya oku-ya gündüzki yorgunluklarına zam olan hazım yorgunluğuyla bir rehavete düşer, Saffet Hanımla bir müddet mangal başında tatlı tatlı görüşürler, ve bu suretle üstüste birkaç kahve İçmiş olan ve uykusunu da pek seven Saffet Hanımın beklediği an nihayet gelmiş olur; uyuşmuş, gözleri süzülmüş bu karı-koca kalkarlar, ve memnun, sakin, yatmaya hazırlanırlarmış. Fahim Bey günün zahmetlerinin üniforması olan esvaplarını çıkararak rahat, beyaz, gecelik entari sini giyer ve başına da küçücük beyaz gecelik takye-sini geçirirmiş.
Onların İstanbul’un o kadar iyi bildiğim o iç mahallerinden birindeki gecelerini tahayyül ediyorum: Muhakkak, yatsıdan sonra, sokakta kahvelerden evlerine son dönenlerin ayak sesleri işitilir; bekçi, kaldırımlar üstüne demir udu sopasının tam vuruşlarıyla saatleri ve onu taşlar üstünde kaydırarak arka arkaya hafif iki vuruşuyla yarım saatleri haber verir; karşıda gazı bitmiş bir fener söner ve yumuşak İstanbul gecesi ortalığı bir yorgan gibi örterdi. Karanlıkta bir saat rüya içinde gibi uykulu bir sesle çalar ve Fahim Beyle Saffet Hanım da, yüksek.şilteli ve lavanta çiçeği kokulu yataklarında, müsterih bir uykuya dalarlardı.